9"Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse, aralarını (bulup) barıştırın. Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecavüzde bulunuyorsa, siz. O tecavüz edenle, Allah'ın emrine dönünceye kadar savaşın.. Sonuçta eğer (Allah'ın emrine) dönerse, artık adaletle aralarını bulup barıştırın. Her işinizde adaletle hareket edin. Allah, şüphesiz ki âdil olanları sever". Allah, mü'minleri, fâsık'tan gelen haberden sakındırınca, yapılamayan şeyleri telafi etmek amacıyla bundan ortaya çıkan şeylere işaret etmek üzere, "Şayet sizler tesadüfen, (işi), aranıza bir fitne sokmak isteyen kimsenin sözüne dayandırır ve o iş de (meselâ) iki mü'min cemaatin birbiriyle savaşması neticesine müncer olursa, o fâsığın gerçekleştirmeye çalıştığı şeyi izâle edip ortadan kaldırın ve o iki mü'min topluluğun arasını düzeltin. Eğer onlardan biri diğerine karşı halâ tecavüzde bulunursa, siz, haddi aşanlar yani zalim ile savaşınız. Çünkü size onun kötülüğünü ondan defetmek düşer. Sonra, zalim olan eğer halktan ise, emîre düşen, mazlum olan tarafı korumaktır. Yok eğer zalim olan emîrin bizzat kendisi ise, müslümanlara düşen vazife, onu, bu zulmünden nasihat ve daha etkili şeylerle alıkoymaktır. Ki, bunun şartı da, meselâ iki cemaatin birbiriyle dövüşüp savaşması, ya da bunlardan daha şiddetli bir hadisede olduğu gibi, bir fitneye sebebiyet vermemesidir.." buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: Mü'minler Arasında Savaş Ayetin başındaki edatı, müslüman cemaatler arasında bir vuruşmanın nâdir olarak meydana gelebileceğine bir işarettir. Eğer, "Halbuki biz, vuruşma ve anlaşmazlıkların ekserisinin müslümanlar arasında olduğunu görmekteyiz" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanı, bunlar arasında savaşın nadiren olması, meydana gelmesi gerektiğine bir işarettir. Ama, hasıl-ı kelâm, iş, olması gerekli olan durumun aksine tahakkuk etmiştir. Aynen bunun gibi, ifâdesi de, nadiren fâsığın bir haber getireceğine bir işarettir. Ama, gel gör ki, fâsık pekçok haber getirmektedir ve ulü'l-emr (yetkililer) nezdinde, fâsığın sözü, doğru ve salih olan kimselerin sözünden daha fazla kabule mazhar olmuştur. Taife Cenâb-ı Hak, bahsettiğimiz hususu, yani "az olur" meselesini ifâde etmek için, buyurmuş da, (eğer iki fırka...) dememiştir. Çünkü, "taife" fırkadan daha azdır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Mü'minlerin hepsinin savaşa çıkmaları layık değildir..." (Tevbe, 122) buyurmuştur. Üçüncü Mesele Cenâb-ı Hak, "Ey iman edenler, eğer bir fâsık size bir haber getirirse..." ayetiyle, daha önce mü'minlere hitap edildiği halde, bu işin kötülüğüne dikkat çekmek ve onları ondan uzaklaştırmak için, dememiş de, buyurmuştur ki, bu tıpkı, bir seyyidin kölesine, "Şayet sen, kölelerimden birisini şunu veya şöyle yaparken görürsen, ona mani ol..." deyip de, böylece kendisine hitap ettiği o kölesini, o fiilden en güzel bir biçimde men etmiş olması gibidir ki bu da, bir kimsenin, meselâ, "Seni böyle yapmaktan tenzih ederim.. Ama, başkası yaparsa, ona mani ol" demesi gibidir. İşte burada da, Cenâb-ı Hak, mana aynı olmakla birlikte, bahsettiğimiz dikkat çekme amacından dolayı, dememiş de, buyurmuştur. Dördüncü Mesele Cenâb-ı Hak, edatının, fiil ile birlikte getirilmesi daha uygun olduğu halde, demiş de, dememiştir. Bu, söze savaşa mani olan şeyle başlamak ve böylece, öt edatıyla kendisine işaret edilen nekire manasını tekîd etmeden dolayıdır. Zira, her iki taratın da mü'min iki taife, grup olması, aralarında bir savaş ve vuruşmanın meydana gelmemesini gerektirir. Buna göre şayet, Cenâb-ı Hak, fâsığın sözüne kulak vermeye mani olacak şeyle, yani onun fâsık oluşu ile başlamak için, o halde niye, sözüne.... veyahut da öl... şeklinde başlamamıştır?" denilirse, biz deriz ki: Yalan haber getirmek insanın fâsık olmasına veya bu sebeple fıskının artmasına sebebiyet verir. O halde, onun o haberi getirmesi, fıskına sebebiyet verir. İşte bundan dolayı bunu zikretmiştir. Ama, iki taife arasındaki savaş, imanın ya da, onun artmasının sebebi olamaz... İşte bu sebeple, "ister fâsık olsun isterse olmasın, isterse o haberi getirsin de böylece fâsık olsun" mânasında buyurulmuştur. Eğer Cenâb-ı Hak, "Fâsıklardan birisi size gelirse..." demiş olsaydı, bu ifâde, meselâ o haberi getirdiğinde, o kişinin gelmesinden önce, fıskının tanındığı ve bilindiğine işaret ederdi. Beşinci Mesele Cenâb-ı Hak, (......) buyurmamış da, (......) buyurmuştur. Çünkü, muzarî sîgası, maziye nisbetle devamı ve devamlılığı bildirir. Bu durumda da bundan, "Şayet, iki mü'min cemaat arasındaki savaşı uzun süre devam ettirirlerse, ozaman aralarını ıslah edin..." manası çıkardı.. Zira, muzari (istikbal) sîgası, bu manayı ifade eder. Nitekim Arapça'da, devamlılık ifade etmek anlamında, "Falanca, devamlı teheccüt namazı kılar, oruç tutar” denilir. Altıncı Mesele Cenâb-ı Hak, bu ayette, buyurmuş, ama dememiş ve yine, buyurmuş, ama dememiştir., (niçin)? Çünkü, savaş esnasında, fitne devam etmektedir. Ve herkes, kendi başına müstakilce bir iş yapmaktadır. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak buyurmuştur. Ama, sulhe ve barışa dönüldüğünde, her grubun sözbirliği mevzubahistir. Aksi halde, böyle olmasaydı, sulh zaten tahakkuk etmezdi. İşte bundan dolayı, o iki grup adeta iki şahıs gibi olduğu için, denilmemiş, buyurulmuştur. Bâğî İle İlgili Hüküm Daha sonra Cenâb-ı Hak, bir başka nâdirata, yani mü'minin haddi aşmasına, -zira bu beklenmeyen bir şeydir- işaret etmek için de, yine edatı ile başlayarak, "Eğer onlardan biri diğerine karşı hâlâ tecâvüzde bulunuyorsa..." buyurmuştur. İmdi eğer, "Burada edatının kullanılması nasıl doğru olmuştur? Zira ûl edatı, meydana gelmesi pek beklenmeyen şart cümlelerinde kullanılır. Halbuki savaş esnasında, iki taraftan her birinin haddi aşması kaçınılmazdır. Çünkü her biri, böyle yapmakla iyilik yapmış olmuyorlar.. O halde buradaki tıpkı bir kimsenin "Eğer güneş doğarsa..." sözü kabilinden olur., "denilirse, biz deriz ki: Burada şöylesi bir ince mana vardır: Allahü teâlâ adeta şöyle demek istemiştir: İki mü'min cemaat arasında savaşın vuku bulması, olsa olsa çok nadir olur. Ama, her grup, diğerinde küfür ve fesat bulunduğunu zannederse, işte daha önceki karanlık dönemlerde olduğu gibi, savaş kaçınılmaz olur. Veyahut da, bu grubtan her biri, içtihat yoluyla savaşın caiz olduğuna karar verir. Bu ise, hatadır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak adetâ şöyle demek istemiştir: "Savaş, ancak şöyle başlayabilir: Eğer gruplardan birinin ya da ikisinin hata ettiği anlaşılır da, o bu hatası üzere devam ederse -ki bu pek nadirdir işte o zaman haddi aşmış olur. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, buyurmuştur ki, bu, "durum anlaşıldıktan sonra..."demektir. Bu durumda da, dit tâ cümlesi, son derece yerinde söylenmiş bir ifâde olmuş olur. Çünkü bu ifâde de, nâdir oluşu ve az meydana gelişi ifâde eder. Bu ifâdeyle ilgili olarak da şöyle birkaç bahis vardır: 1) Cenâb-ı Hak, tıpkı bizim deyip de, demeyişindeki yaptığımız izahtan dolayı, burada da, dememiş buyurmuştur. 2) Cenâb-ı Hak, tıpkı içki içme cezasında olduğu gibi, içme terkedilse bile bu cezanın uygulanması misâli, haddi aşan tarafla yapılan savaşın, haddi aşana bir ceza olmadığına; tam aksine savaşın, haddi aşmadan vazgeçme noktasına kadar devam edeceğine, zira haddi aşan tarafın savaştan vazgeçmesi halinde, artık onlarla savaşmanın haram olacağına işaret etmek için, "... dönünceye kadar" buyurmuştur. 3) Bu savaş, saldıranın saldırmasını bertaraf etmek içindir. Dolayısıyla, burada noktalanır. Çünkü, dönme işi herhangi bir taraftan sâdır olur ve aynı iş, diğerinden de tahakkuk ederse, ara yerde, kendisi sebebiyle savaşın mubah olduğu haddi aşma kalmaz. 4) Bu ifâde, mü'min kimsenin işlediği büyük günahların, onu mü'min olmaktan çıkarmadığının delilidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, haddi aşan tarafı da, iki grubtan birisi saymış ve iki cemaata da, mü'min adını vermiştir. “Allah'ın Emri”nden Maksad 5) Ayetteki, "Allah'ın emrine..." ifadesi hakkında şu muhtemel açıklamalar yapılabilir: a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın "Allah'a, Resulüllah'a ve ulü'l-emr'e ... itaat ediniz..." (Nisa, 59) ayetinden dolayı, "Resule ve ulü'l-emr'e tâata..." anlamındadır. b) "Sulha, barışa..." anlamındadır. Çünkü, emredilen sulh olup, bunun delili ise, "Aranızı ıslâh edin..." (Enfâl, 1) ayetidir. c) "Takva ile Allah'ın emrine dönünceye kadar..." demektir. Çünkü, Allah'tan hakkıyla korkan kimsede, şeytan hariç, artık bir düşmanlık kalmaz.. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Muhakkak ki şeytan, sizin için bir düşmandır; siz de onu, bir düşman edininiz..." (Fatır, 6) buyurmuştur. 6) Şayet birisi, "Siz, şartın, olması beklenilmeyen bir mana ifâde ettiğine delâlet eden bir şey olduğundan bahsettiniz ve dediniz ki: Mü'min tarafından, bir savaş ve haddi aşmanın meydana gelmesi nadirâttandır. Haddi aşmadan dönme de, beklenilen, umulan bir şeydir... Daha nasıl Cenâb-ı Hak (olması beklenilmeyeni ifâde eden bir biçimde), "eğer dönerse..." buyurmuştur" derse, biz deriz ki: Bu, bir kimsenin kölesine, ölmesi kaçınılmaz ve zorunlu olduğu halde "Şayet ben ölürsem, sen hürsün" demesi gibidir. Ancak ne var ki bu, mülkünde katmaya devam edeceği, ölümünden sonra da canlı olarak yaşayacağı cihetle, kulun, bu azada mahal olmaması, ölümün meydana gelişinin malum olmayışından dolayıdır. İşte burada da böyledir. Çünkü, olması beklenen şey, onların, kendiliklerinden bu haddi aşıştan dönmeleridir. Binâenaleyh, işte böyle bir şey meydana gelmeyince bu, aralarındaki andlaşmayı tekid etmeye delâlet etmiştir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Şayet o grup, iş şiddetlendikten ve harb kızıştıktan sonra, sizin haddi aşan tarafla savaşmanız sebebiyle bu taife haddi aşmadan vazgeçerse, o zaman aralarını ıslâh edin..." buyurmuştur. Burada bir incelik vardır: Bu da Allahü teâlâ'nın, Allah'tan korkmayıp da haddi aşan kimselerin, bu haddi aşışlarından, sizin onlarla savaşmanızdan ötürü dönüşlerinin, ancak bir cebir, zorlama olduğuna işaret etmiş olmasıdır. 7) Cenâb-ı Hak, (bu cümlenin) peşinden, "Adaletle aralarını bulup barıştırın" buyurmuş, fakat adl kelimesine ifâdesinde yer vermemiştir. Biz diyoruz ki: Oradaki ıslah, bizzat savaşın sona ve işkence yoluyla olur. Buradaki ıslah ise, savaşın sona ermesini müteakip, savaşın izlerini, yani telef edilen şeyleri tazmin etme ile olur ki bu bir hükümdür. İşte bu sebeple Hak teâlâ bunun peşinden, (adaletle) kaydını getirmiş ve adetâ "Bu iki cemaat arasında, savaşı bırakmalarını müteakip adaletle hükmedin ve aralarında yeniden, ikinci kez fitne çıkmasına sebebiyet vermesin diye de, aralarını adaletle düzeltip bulunuz" demek istemiştir. 8) Hak teâlâ, "Adaletle aralarını bulun" dediğine göre, tekrar yeniden "Adaletle hareket edin" buyurmasının hikmeti nedir? Biz deriz ki: "Adeletle aralarım bulun" ifâdesinde bir halin bir hale tahsisi söz konusudur. Böylece Cenâb-ı Hak, bu hususu, "Adaletle hareket edin " ifadesiyle umumîleştirmiştir ki bu, "Derecelerin en kıymetlisine ve en yükseğine -ki bu muhabbetullahdır- götüren her işte âdîl olun" demektir. İksât, "kast"ı, yani zulmü izâle etmektir. "Kâsrt" da, buna göre, zâlim demektir. Kâfsîn ve tı'dan meydana gelen terkibler (kelimeler), işin hoşlanılmayan şekilde olduğu manasına delalet eder ki bu "kast" kökündendir. "Kasıt fi'l-kalb" "kalbi kâart" tabiri de hoşlanılmayan bir vasfı bildirir de, beğenilmeyen, hoşlanılmayan şey manasınadır. "Kast" da böyledir. Müminler Kardeştir |
﴾ 9 ﴿