10"Mü'minler ancak kardeştirler. O halde iki kardeşinizin arasını bulup barıştırın. Allah'dan korkun ki merhamet olunasınız". Hak teâlâ, irşadını tamamlamak için böyle buyurmuştur. Çünkü O, "Eğer mü'minlerden iki zümre birbiriyle dövüşürlerse..." buyurunca, birileri bu işin, kavimlerin ihtilafa düştüklerinde olacağını, ama münferid iki mü'min arasında böyle bir kavga meydana geldiğinde, zarar ve fesad yaygın olmayacağı için, bunların arasının bulunmasının bu emre dâhil olmadığını zannedebilirdi. Savaşma esnasındaki ıslahın (ara bulmanın) da böyle olduğunu sanabilirdi. Ama karşılıklı sövüp sayma gibi, savaştan daha hafif durumlarda ise, ıslahın vâcib olmadığını vehmedebilirdi. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, bu ayette de, "İki kardeşinizin arasını bulup barıştırın" buyurmuştur ki bu, "ilgili fitne her nekadar yaygın ve savaş gibi büyük bir şey olmayıp, aksine sadece iki müslüman arasındaki ufacık bir ihtilaf olsa bile, bunu düzeltmeye koşun" demektir. Ayetteki, "Allah'dan korkun ki merhamet olunasınız" cümlesi ile İlgili şöyle birkaç mesele vardır: Birinci Mesele "Mü'minler ancak kardeştirler" ifadesine gelince, dilciler, "ihve" (kardeşler) kelimesinin, neseb cihetinden kardeşlik demek olan (......) kelimesinin cemisi, ihvan kelimesinin ise, dostluk cihetinden kardeşlik demek olan (......) kelimesinin çoğulu olduğunu söyle pekiştirmek ve müslümanlar arasında olan bağın, tıpkı neseb açısından kardeş olanlar arasındaki gibi olduğuna ve İslâm'ın adetâ bir baba gibi olduğuna işaret etmek için, "Mü'minler ancak ihve (kardeşler)dirler" buyurmuştur. Nitekim bir şâir, "Onlar, Kays veya Zemîm soyundan oldukları ile övündüklerinde, (Ben de derim ki:) Benim babam İslâm'dır ve ondan başka babam yoktur" demiştir. İkinci Mesele Hak teâlâ, iki grubun ve iki tarafın arasını ıslahı emrettiği önceki ayetlerde, daha mühim olmasına rağmen, "ittikâ ediniz" ifadesine yer vermemiş, ama bu ayette, "Allah'dan ittikâ edin, korkun" buyurmuştur, niçin? Deriz ki: Bunun hikmeti şudur: İki fırka arasındaki savaş, fesadın yayılması ve o fesaddan birşeylerin gelip her mü'mini bulması, derken herkesin, kendisini ıslah hususunda sa'y-u gayret göstereceği neticesine götürür. Dolayısıyla bu ıslah emri, ittikâ etme emriyle pekiştirilmemiştir. Fakat iki ferd arasında olan sürtüşmeden ötürü insanlar endişeye kapılmazlar. Çoğu kez de bazı kimseler, bozuk maksadlardan ötürü, bu iki kimse arasındaki düşmanlığın pekişmesini isterler. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, "O halde iki kardeşinizin arasım bulup banştırın. Allah'dan korkun" buyurmuştur. Yahut bunu şöyle izah edebiliriz: Ayetteki, "Aralarını bulup barıştırın" ifadesi, sulha; "Allah'dan korkun (ittikâ edin)" ifadesi de, onları, aralarında çıkacak kavga-gürültüden koruyacak hususlara bir işarettir. Çünkü Allah'dan ittikâ eden kişiyi bu takvası, başka şeylerle meşgul olmaktan alıkor. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Müslüman, insanların onun elinden salim (emin) olduğu kimsedir' Buhari, İman, 4-5. buyurmuştur. Çünkü müslüman Allah'ın emrine inkiyâd eder ve Allah'a ibadete yönelir de, böylece kendini kusurlu görüşü, başkalarının kusurlarını görmeye manî olur, bu durum müslüman kardeşinin kalbini rahatsız edecek şeyler yapmaya engel teşkil eder. İşte bu hususa, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Mü'min, komşusunun şerrinden emin olduğu kimsedir' Buhari, edeb, 29; Müslim, İman, 73 (1/68: Benzer hadis).buyurmuştur. Bu, "Allah'dan kork ve başkaları ile uğraşma" demektir. (......) edatı, hasr (sadece-ancak) manasına gelip, "Bu kardeşlik, sadece mü'minler arasındadır. Fakat mü'min ile kâfir arasında kardeşlik söz konusu olamaz" demektir. Çünkü burada cihet-i camia (toplayıcı unsur), İslâm'dır. İşte bundan ötürü, bir müslüman ölse ve onun da kâfir bir kardeşi olsa, malı kâfir kardeşine değil de, müslümanlara kalır. Kâfirin durumu da böyledir. Çünkü nesebte muteber olan baba, şer'an baba olan babadır. Öyle ki bir adamın, zina sonucu olan iki çocuğu birbirine vâris olamazlar. Kâfirlik de tıpkı fasit olan cihet-i camiadır. O halde bu, âciz (yetersiz) olan bir cihet-i camia (müşterek nokta) olmuş olur ve tam bir kardeşlik sağlayamaz. İşte bundan ötürü, birisi kâfir olarak ölse ve bunun müslüman kardeşi olsa, kendisine başka neseben vâris olacak kimse de bulunmasa, bunun malı kâfirlere verilemez. Binâenaleyh eğer dinleri onları gerçek kardeş yapmış olsaydı, o zaman, tıpkı vârisi bulunmadığında müslümanın malı, bütün müslümanlara ait olduğu gibi, kâfirin malı da kâfire ait olurdu. Buna göre eğer, "Müslümana ancak müslümanın vâris olacağı, neseben olan kâfir kardeşinin ona vâris olamayacağı delili ile, İslâmiyet'ten ötürü meydana gelen kardeşliğin, neseb açısından olan kardeşlikten daha ileri olduğu sabit olduğuna göre, âlimler, İslâmiyet'ten ötürü olan kardeşliği, müslümanın malının, neseb kardeşlerine değil de, din kardeşlerine ait olabilmesi için, neseb açısından olan kardeşliğe mutlak olşrak niçin üstün görmemişlerdir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, yanlış bir sorudur. Çünkü müslüman olan kardeş, neseben müslüman kardeş olduğunda, onda iki kardeşlik toplanmış olur. Böylece de bu kardeşlik daha kuvvetli olur ve "asabe'Mik (miras önceliği) de, akrabalığı daha kuvvetli olanlar içindir. Baksana, iki baba ayrı ana-bir kardeşler, biribirlerine vâris oldukları halde, baba bir, ana ayrı kardeşler biribirlerine vâris olamazlar. Neseben müslüman kardeş de böyledir. Çünkü onun için iki yönden kardeşlik söz konusudur ve dolayısıyla, (mirasda) diğer müslümanlara yeğ görülmüştür. Allah en iyi bilendir. Mâ'yı Kaffe Nahivciler şöyle demişlerdir: "Buradaki (......) edatı, (......) edatının amel etmesine manî olan, mâ-i kâffedir. Eğer böyle olmasaydı, (......) denilirdi. (Al-i İmran, 158) ayeti ile ... (Müminun, 40) ayetlerindeki lar ise, mâ-i kâffe değildir." En güçlü soru şudur: harf-i cerleri böyledir, ile kullanılan mâ-i kâffe olduğu halde, ile kullanılan 'daki ve bâ ile kullanılan daki u niçin mâ-i kâffe değildir? Bu hususta sözün özü şudur: ve 'dan sonra gelen söz, tam bir cümledir. Dolayısıyla onu müstakil bir cümle saymak mümkündür. Eğer bunların başından ve hazfedilecek olsa, cümlenin aslına bir zararı olmaz. Meselâ, dediğimiz gibi, bunların başını hazfedip, diyecek olsak doğru olur. Durum ve 'da da aynıdır. Fakat ile 'da durum farklıdır. Çünkü (Al-i imran, 159) ayetindeki ifadesini kaldıracak olsan, bu tam ve doğru bir cümle olmaz. O halde bu bâ, kendisine muhtaç olduğu şeye taalluk ettikten sonra bile devam etmektedir. Fakat, böyle değillerdir. Bunlara lüzum katmayınca, hükümleri de kalmaz. Çünkü yok olan şey için, amel (tesir) söz konusu değildir. Eğer, " edatı, ile amelden alıkonulmadığında, ondan sonra gelen ifade tam bir kelam (cümle)dir. Dolayısıyla için de amelin söz konusu olmaması gerekir. Çünkü dediğin gibi, olsan, bu da tam bir cümle olur" denilirse, biz deriz ki: Durum hiç de böyle değildir. Çünkü den sonra gelen kelimenin nekire olması da mümkündür. Meselâ ...dediğin gibi, da dersin, ama orada (......)'nın kaldırılmasında olduğu gibi, (......) denilmesi güzel olmaz. Durum (......) ve (......)'da da aynıdır. Çünkü eğer bunları hazfedip, bunlardan sonraki ifadeyle yetinecek olsan, bu tam bir cümle olmaz ve bunlar, amelden engellenmez ile ilgili izahımız, daha önce defalarca geçmişti. Alay Etmeyin |
﴾ 10 ﴿