11

"Ey iman edenler bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin. Olur ki alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır. Kadınlar da, kadınları eğlenceye almasın. Olur ki, alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdırlar. Kendi kendinizi ayıplamayın, sonra fâsıklık ne kötü bir addır! Kim tevbe etmezse, onlar zâlimlerin tâ kendileridir".

Bu sûrenin irşâd üzere, irşâd için indirilmiş olduğunu anlatmıştık. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak, mü'min kimsenin, Allah'a, peygambere ve her ikisine muhalefet eden ve isyanda bulunan fâsık karşısında takınacağı tavrın nasıl olması gerektiğini öğrettikten sonra, mü'minin mü'mine karşı nasıl davranması gerektiğini de beyan etmiştir. Daha evvel, mü'min kimsenin, hazır ve gâib olduğu durumlardaki halini anlatmıştık. Dolayısıyla mü'min eğer hazır (yanımızda) ise, onunla alay edilmemeli ve saygıya uymayan şeylerle ona davranılmamalıdır. İşte bu ayette, her biri diğerinden daha hafif olan şu üç şeye işaret edilmiştir: "Suhriyyet", "Lemz" ve "nebz"...

Alay

1) Suhriyyet, insanın kardeşin, küçümseyerek bakması, ona iltifat etmemesi ve onu olduğundan aşağı görmesidir. Bu suhriyyet, o insanın kusurlarının sayılıp dökülmesi manasında değildir. Bu, tıpkı bir insanın, yanında sevmediği kimselerden bahsedildiğinde, sen onların, "o kimse, anılmaya bile değmez, değer verilmeye değmez" dediklerini görürsün.

Binâenaaleyh Allahü teâlâ: "Kardeşlerinize hakaret etmeyin, onları küçük görmeyin" demek İstemiştir.

Lemz

2) Lemz: Bu da insanın ayıplarını, onun hazır bulunmadığı bir yerde sayıp dökme manasına olup, suhriyyetten daha hafif bir hakarettir. Çünkü birincisinde, kişiye değer verilmemiş ve insanların ondan bahsetmesinden bile razı olunmamıştır. Böylece sanki o kimseyi, lehine ve aleyhine durumlarda, kızılıp değer verilmeyecek bir maskara olarak kabul etmiştir.

Lakab Takma

3) Nebz: Bu da, lemzden daha hafif bir hakarettir. Çünkü bu, insanın, onda bulunan ve onu kızdıracak olan, değerini düşüren bir vasıf ve özelliğinden bahsetmedir. Nebz, her nekadar insanda bulunmasa bile bir ad-lakab vermektir. Çünkü güzel lakablar ve hoşa giden isimler, bir insana verildiğinde, bu ismin ifade ettiği husus, mutlaka onda vardır manasına gelmez. Çünkü mesela, Sa'd ve Sa'îd (bahtiyar) diye adlandırılan kimse, aslında böyle olmayabilir. Yine meselâ "Dinin imamı", "Dinin müdafii" gibi lakabları olan kimsenin, mutlaka böyle olduğu anlaşılmaz. Bunlar birer alem isimdir. Keza "Mervân" veya " Mervânü'l-Hımar" lakabı böyle değildir. Çünkü bu bir alem ve bir nisbettir. Kendisiyle vasıf murad edilmediğinde, lügat manası murat edilmiş olmaz. Özel isimler de böyledir. Çünkü "Abdullah "Allah'ın kulu" ismiyle adlandırılmış kimseye, "Sen Abdullah'sın, öyleyse başkasına tapamazsın" deyip, bununla onun vasfını murad ettiğinde, bir işaret olsun diye, bu özel ismini getirmiş olmazsın. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Hak sanki, "Kibirlenmeyin, kardeşlerinizi küçük görmeyin, onlara değer vermemeztik edip küçümsemeyin. Onlara verilmiş olan nimetleri görmemezlikten gelip, onların derecelerini düşürmek ve oldukları mertebeyi görmek istemeyerek, onları tenkid etmeyin. Kusurlarından ve onları zedeleyecek şeylerle nitelemekten sarf-ı nazar ettiğinizde, onların hoşuna gitmeyecek şeylerle de onları adlandırmayın ve "Bu onlar hakkında söylenilmiş bir ayıp değildir. Bu olsa olsa, muayyen bir sıfatı kasdetmeksizin telaffuz edilen, söylenen bir sözden ibarettir" demeyiniz" demek istemiştir.

Bu ayetle ilgili birkaç mesele zikredilmiştir:

Birinci Mesele

Cenâb-ı Hak, "Bir topluluk (kavm) diğer bir toplulukla alay etmesin" buyurmuştur. "Kavm", kadın veya çocuk topluluğuna değil de, erkekler topluluğuna verilen addır. Çünkü bu kelime, tıpkı, (savm) kelimesinin, "oruç tutan" kelimesinin çoğulu olması gibi, (......) kelimesinin çoğuludur. İşleri yerine getiren, yapan ise, erkeklerdir.. Buna göre, (kavm kelimesinin çoğulu olan) "akvam", kadınlar değil de, erkekler olmuş olur.

Kısa bir not: İltifat etmeme ve küçümseme işi, genellikle erkeklere nisbetle, erkeklerden sudur eder. Çünkü kadın, aslında zayıftır. Erkekler kendisine değer vermediği zaman, onun herhangi ağırlığı, kadr ü kıymeti olmaz. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Kadınlar, kasap kütüğü üzerindeki et gibidirler (âciz ve zayıftırlar). Ancak senin, koruyup kolladığın durum müstesna..." buyurmuştur. Kadına gelince, ihtiyaçlarının giderilmesi hususunda erkeğe muhtaç olduğu için, onun, erkeği küçük görmesi, ona iltifat etmemesi söz konusu olamaz. Erkeğin erkeğe, kadının da kadına nisbet edilmesi durumunda onlarda bu tür bir kötülük, alaya almış olma olabilir.. En yaygın olan da bu durumdur..

Müminler Bir Bedendir

Cenâb-ı Hak, alay eden kişinin bu yönünü törpülemek ve onun, bu tepeden bakışına buğzederek, son derece çirkin olan en üst derece hakkında, "Olur ki alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır" buyurmuş, bunlardan ikinci derece hakkında da, "Kendi kendinizi ayıplamayın..." demiş ve onları, yani ayıp (ananları, bunların, yani ayıplayanların kendisi gibi addetmiştir. Çünkü onlar, onları bir derece aşağıda görünce, Allah da onları bir derece yukarıya çıkarmıştır. Böylece de, birinci ifadede, alay edilenleri, alay edenlerden daha iyi, daha hayırlı; ikincisinde de, alay edilenleri alay edenlerin misli, dengi kılmıştır. "Belki de, alay edilenler, (Allah katında) onlardan daha hayırlıdır..." cümlesinde şöyle bir incelik bulunmaktadır: (Allahü teâlâ), onlardan, ihmâle götüren, hoş olmayan bir durum görmüş, böylece de, alay edileni alay edenden daha hayırlı kılmıştır ki, bu tıpkı İblis'in yaptığına benzemektedir. Çünkü İblis, Adem (aleyhisselâm)'e iltifat etmemiş, "Ben ondan daha hayırlıyım" (Araf, 12) demiş, ama Adem (aleyhisselâm) ondan daha hayırlı olmuştur. Ayetteki ifadesinden, "dönüşebilir, -haline gelebilirler..." manasının kastedilmiş olduğunun söylenilmesi de mümkündür. Çünkü, fakirliğinden, acizliğinden ve zayıflığından dolayı herhangi bir kimseyi küçümseyen kişi, kendisinin fakir, o fakirin zengin; kendisinin ve o zayıfın kuvvetli haline gelmesinden emin olamaz..

Üçüncü Mesele

Cenâb-ı Hak, "bir nefs bir nefsle alay etmesin" demamiş de, "bir kavim bir kavimle alay etmesin" buyurmuştur.

Çünkü bunda, büyüklenmeden men etmeye bir işaret vardır. Çünkü, büyüklük taslayan kimse, genelde kendisinin büyüklük duygusunu bir topluluk karşısında göstermeye çalışır.. Ama, toplumda kendisine iltifat edilmeyen kimselerle, hiç kimsenin bulunmadığı bir yerde bir araya geldiğinde, kendisini mütevazi gösterir.. İşte, onları, yaptıkları bu şeyden men etmek, alıkoymak için, onlardan "kavim" lafzıyla bahsetmiştir..

Kendinizi Ayıplamayın

Cenâb-ı Hakk'ın, "kendi kendinizi ayıplamayın..." hitabı hakkında şu iki izah yapılabilir:

a) Kardeşin kusurunu, yine beriki kardeşi ilgilendirir.. Binâenaleyh, birisi öbürünü ayıpladığında, adeta kendisinde kusur görmüş, kendisini ayıplamış olur..

b) Birisi, öbürünü ayıplayıp onda kusur görmeye çalıştığında, bu ayıplayan kimse, ayıplanan kimsenin mukabil bir ayıpla ayıplamasından emin olamaz.. Böylece bu ilk ayıplayan kimse, ileri sürdüğü bu ayıp sebebiyle, bir başkasını kendisini ayıplamamaya sevketmiş olur da, bu kişi adeta, kendi kendini ayıplamış olur.. Cenâb-ı Hakk'ın, "Kendi kendinizi öldürmeyin.,"(Nisa, 29) hitabı da bu manaya hamledilir. Yani, "Sizler bir cana kıyıp onu öldürdüğünüzden, kendiniz öldürülmüş olursunuz. Böylece de, adeta sizler, kendi kendinizi öldürmüş gibi olursunuz..." demektir. Burada şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Bu da senin, "Nefislerinizi, yani sizden her biriniz bir diğerini ayıplamayınız. Çünkü, eğer böyle yaparsanız, kendi kendinizi, yani birbirinizi ayıplayan, bir yönden de ayıplanan haline gelmiş olursunuz" şeklinde açıklamandır. Bu ayette bu mana açıktır, ama Cenâb-ı Hakk'ın "Kendi kendinizi öldürmeyin.." (Nisa, 29) ayetinde böyle değildir.

Beşinci Mesele

Şayet, "Sizler, kişinin orada bulunmaması halinde yapacağı şeye işaret ettikten sonra, bunun, mü'mini, diğer mü'min orada bulunduğu halde ona karşı yapması gerekli olan şeye bir irşâd ve işaret olduğunu anlatmıştınız. Ancak ne var ki, buyruğuna gelince, "lemz"in, insanın arkasından kişiyi ayıplamak olduğu; "hemz"in de, insanın yüzüne karşı onu ayıplama olduğu ileri sürülmüştür" denilirse, biz deriz ki: Hiç de böyle değildir. Aksi daha uygundur. Zira biz, bu kelimelerin harflerinin yerini değiştirdiğimizde, aksi manaya delâlet ettiklerini görürüz. Çünkü "lemz"in harfleri yer değiştirdiğinde, "lezime"; "hem harfleri yer değiştirdiğinde, "hezeme" şeklimi alır. Bunlardan birincisi, "yakınlığa"; ikincisi ise "uzaklığa" delâlet eder. Buna göre şayet, "Herbirinin aynı manaya olduklarının söylenilmesinin yamsıra, "lemz'ln, kişiyi yüzden ayıplamak olduğu söylenecek olursa, daha evlâ olur.

Tenabûz (Lakab Takma)

Cenâb-ı Hak, buyurmamış da, "Birbirinizi kötü lakapla çağırmayın" buyurmuştur. Zira, ayıplayan (lemmaz) ayıpladığında, ayıplanan kimse o anda bazan, kendisiyle, o ayıplayan: ayıplayacağı bir ayıp bulamaz..

Onda bir ayıp bulabilmek için, bunu araştırır ve bunun peşine düşer.. Böylece ayıplama işi (sanki) tek taraflı olmuş olur.. Ama, "kötü lakapla çağırmaya" gelince, taraflar bunu yapmaktan aciz değillerdir. Çünkü, birisine, "eşek..." lakabı takan kimseye, o da anında, "öküz, vs..." gibi lakaplar takabilir. O halde görünen odur, "nebz lakapla çağırma" anında mukabil lakapla çağırmaya götürebilir. Ama "lemz" İse, böyle değildir.

Fasıklık Ne Kötü!

Ayetteki "imandan sonra fasikîık ne kötü bir addır..." cümlesine gelince, bu hususta ile kasdolunan mananın, bir kimsenin "müslüman, iman ettikten sonra, "Ey yahudî..." demesi olduğu ileri sürülmüştür ki, bu da, "iman ettikten sonra onu kâfir diye adlandırmak ne kötüdür!" demektir.

Bu hususta bundan daha güzel olan şöyle bir izah yapılabilir: Bu ifâde, ayetteki yasağın mütemmimi durumundadır. Cenâb-ı Hak sanki, "Ey iman edenler, bir kavim bir kavimle alay etmesin. Kendi kendinizi ayıplamayınız. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayınız. Çünkü bir kimse böyle yaparsa, imandan sonra fıska düşer.. Halbuki, mü'min kimseden, imanından sonra bir takım fıskın sudur etmesi kötü ve çirkin bir şeydir" demek İstemiştir. Böylece bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın, "İman edip de, imanına zulmü karıştırmayan kimseler..."(Enam, 82) ayeti gibi olmuş olur ki, bu durumda, kelamın takdiri, ya, "imandan sonra fıska düşmek ne kötüdür" şeklinde olur, yahut da, "mü'min olarak adlandırılmanızdan sonra, bu fiiller sebebiyle fasık olarak adlandırılmanız ne kötüdür!" şeklinde olur.

Cenâb-ı Hakk'ın "Kim tevbe etmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir.." ifâdesine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu tür şeyler, küçük günahlardandır. Binâenaleyh, kim bunlarda ısrar ederse, fâsık olur, zalim olur. Bir kerede, kişi, zulüm ve fıskla vasfedilemez. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, (adetâ), "kim bunu terketmez de, örfü ve âdeti haline getirirse, o zalimdir.." demek istemiştir.

b) Ayetteki, "bir topluluk diğer bir toplulukla alay etmesin.. Kendi kendinizi ayıplamayın.. Birbirinizi kötü lakaplarla çağırmayın.." hitapları, insanları, gelecekte bu tür şeyleri yapmaktan men eden ifâdelerdir. Ama, "kim tevbe etmezse..." ifâdesi ise, iyice sakındırmak ve iyice alıkoymak için, insanlara, eskiden yapılmış şeylerden tevbe etmelerini ve onlara, bunlara karşılık pişmanlık duyduklarını ortaya koymalarını emreden bir ifâdedir. Cenâb-ı Hakk'ın, buyruğunun aslı, fiilindeki (Bakara, 6) ifâdesindeki hemzelerden birinin düşürülüp de (......) şeklinde okunması gibi, tâ'lardan birisi hazfedilmiştir. Buradaki hazf, daha önemlidir. Çünkü, hitap tâ'sı ile, "tefâûl" babının tâ'sı, bir kelimede aynı cinsten iki harftirler. Halbuki, istifham hemzesi başlı başına bir kelime, fiilinin hemzesi de başka bir kelimedir. İki ayrı kelimede iki ayrı harfi taşımak, bir kelimede taşımaktan daha kolaydır. İşte bundan dolayı, fiilinde idğam vacib olduğu halde, ifadesinde vacib delildir. Yine, fiilinde idğam vacib olduğu halde, "Rabbinizin emri..." ifâdesinde vacib değildir.

Zan, Gıybet

11 ﴿