12

"Ey iman edenler, zannın bir çoğundan kaçının. Çünkü, bazı zan (vardır ki), günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin. Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinizin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz? Allah'tan korkun, çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir..".

(Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur), çünkü zan, daha önce geçmiş olan şeylere de sebep olabilir. Kötülükler, zanna dayanır. Kindar düşmanlık zandan zuhur eder. Bir söz söyleyen kimse, söylediği şeyleri kesin bilgiye dayandırırsa, çok az olarak, bir kimsede kesin olarak bir ayıp yakalar da, onu ayıplayabilir.. Çünkü, fiil, onu yapan yanılabileceği, onu gören yanlış görebileceği için, bazan şeklen çirkin olduğu halde, ama aslında ise böyle olmayabilir. Ayetteki ifadesi, hayır ve güzel şeylerin kendisine dayandığı zanları, hariç bırakmak için getirilmiştir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Mü'min hakkında, hayır zan'da, iyi zanda bulununuz" buyurmuştur. Velhasıl, yakîne ve kesinliğe dayanmayan her işte zanna düşmek kaçınılmazdır. Bunun misâli, hâkimin, şahidlerin şehadetine göre hükmetmesi; şahitler bulunmadığı zaman ise, "berâet-i zimmetin asi olması"na vs. göre hükmetmesidir. O halde, ayetteki "zannın bir çoğundan sakınınız..." ve "Çünkü bazı zan günahtır" ifadeleri ihtiyatlı olana sarılmaya bir işaret olup, bu tıpkı şöyledir: Korkulan, güvenlikli olmayan bir yolda, her defasında yol kesen (hayduta) rastlanmaz.. Ne var ki sen, bir kere ya da iki kere orada hayduta rastlanıldığı için, o yola girmek istemezsin.. Ama geçmek gerekirse, bir arkadaşınla beraber o yola girersin.. İşte aynen bunun gibi, zanna da, tam bir gayret ve üstün bir çaba sarfettikten sonra başvurulmalıdır...

Tecessüs Etmeyin

Daha sonra Cenâb-ı Hak, Önceki manaları tamamlamak için "Birbiri nizin kusurunu araştırmayın..." buyurmuştur. Çünkü Cenâb-ı Hak, "... zannın çoğundan kaçının..." buyurunca, bundan, nazar-ı dikkate alınması gereken şeyin, yakın, kesinlik hali olduğu anlaşılmıştır. Bundan dolayı bir kimse, "Ben, falancayı keşfedebilirim... Yani, onu, yakînen tanır, kusurlarını gözümle görür, buna göre de onu ayıplarım.. Böylece de zandan kaçınmış olurum.." diyebilir. İşte bunun üzerine Cenâb-ı Hak da adeta, "Zanna uymayın. İnsanların kusurlarını yakînen görme hususunda da, çaba sarfetmeyin, göstermeyin.." demiştir.

Gıybet Etmeyin

Daha sonra Cenâb-ı Hak, mü'minin bulunmadığı yerde, şerefinin korunmasının vacib olduğuna işaret etmek için de "Kiminiz de kiminizi arkasından çekiştirmesin.." buyurmuştur. Ki bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Cenâb-ı Hakk'ın, ifadesiyle ilgili açıklama... Zira bu ifâde gerçekte, tıpkı, cümlesi gibi, umumîlik ifâde eder. Gıybet eden kimseye gelince, gıybet eden kimse, kendi kusurunu bilir.. Dolayısıyla bu fiili, onu, kendi gıybetini yapmaya sevketmez. İşte bu sebeple gıybet, ayıplayan kimseyi, gıybet yaptığı kimsenin gıybetini yapmaya sevkedici olmadığı için, "Karşılıklı olarak birbirinizi gıybet etmeyiniz. Kendinizin gıybetini yapmayın" buyurulmamıştır. Halbuki ayıp, ayba sevkedicidir.

b) Şayet birisi, "Daha kısa olmasının yanısıra, Cenâb-ı Hakk'ın demesi halinde de aynı mana elde edilebilirdi.." derse, biz deriz ki: Hayır, çünkü burada yasaklanan şey, mü'minin gıybetinin yapılmasıdır. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, buyurmuştur. Ama kâfire gelince, o deşifre edilebilir, ondaki ayıp ve kusurlar gündeme getirilebilir. Nasıl böyle olmasın ki? İhtiyaç duyulduğunda, fasık kimsedeki kusurların bile dile getirilmesi caizdir.

c) Ayetteki, "Sizden herhangi biriniz, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı?.." ifâdesi, yasaklanan gıybetin, kâfirinki değil, mü'minin gıybetinin yapılmasının ki olduğunun delilidir. Zira, Cenâb-ı Hak, gıybeti kardeşin etinin yenilmesine teşbih etmiş ve bundan önce de, "Mü'minler ancak kardeştir.. "(Hucurât, 10) buyurmuştur. Halbuki, kardeşlik ancak mü'minler arasında söz konusudur. Ve, kardeşin etini yemeye teşbih edilen şeyden men etmeden başka da hiçbir şey söz konusu değildir. Binâenaleyh bu ayette, kâfirin değil de mü'minin gıybetini nehy bulunmaktadır.

d) Bu teşbihin hikmeti nedir? Biz deriz ki, bu, insanın namus ve şerefinin tıpkı eti ve kanı gibi olduğunun işareti olup, bu, "açık kıyas" kabilindendir. Çünkü, kişinin namus ve şerefi, etinden de kıymetlidir. Binâenaleyh insan, insanın etini yemeyi hoş görmediğine göre, o, insanların şeref ve namuslarını zedelemeyi haydi haydi hoş göremez. Ayetteki "kardeş eti" ifâdesi, bu hususu daha fazla men eden bir ifâdedir. Çünkü düşmant, öfkesi, düşmanının etini (ağzında) çiğnemeye sevkedebilir. İşte bundan dolayı, doğruların en doğrusu (Hazret-i Peygamber), "Annenin doğurduğu kimsenin etini yemek, olabilecek en kötü şeydir" buyurmuştur.

Ölmüş Kadeş Eti

Ayetteki "meyten" "ölü" ifadesi, şöyle bir vehmi bertaraf etmeye işarettir: Kişinin yüzüne karşı konuşmak, daha fazla elem verir, binâenaleyh haramdır. Gıybetini yapmaya gelince, o bundan habersiz olduğu için, bu ona elem vermez. İşte bu sebeple, "ölü kardeşinizin etini yeme" tabiri kullanılmıştır. Çünkü bu da, ölüye eziyet vermez. Ama buna rağmen gıybet son derece kötü birşeydir! Zira ölü, etinin yenildiğini hissetseydi, bu ona elem vereceği gibi, gıybeti yapılan da, bu gıybete muttalî olduğunda bu ona elem verir. Burada şöyle bir husus vardır: Gıybet, ölmüş insanın etini yeme gibidir. Halbuki ölünün etini yemek ancak, mecbur (muzdar) kalmış kimse için, o da zaruret miktarı kadarıyla helâl olur. Halbuki mecbur kalmış kimse, ölmüş koyun eti ile ölmüş insan etini birlikte bulduğunda, insan etini yemez. Gıybet eden kimse de, yaptığı o gıybetin dışında bir şekilde ihtiyacı giderebilse, gıybet etmesi mubah olmaz.

Ayetteki, "meyten" "ölü" kelimesi, ya lahm "et" kelimesinden, yahut da "ah" "kardeş" kelimesinden haldir. İmdi eğer, "Lahm (et), ölü diye nitelemez" denilirse, biz deriz: "Hayır, nitelenir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Canlıdan koparılan parça, meyyit (ölü)dür" buyurmuştur ve işte bundan ötürü, çocuk sünnet olurken kesilip atılan o parça "meyte" (ölü) adını vermiştir. Eğer, "Bu kelimeyi, "ah" (kardeş) kelimesinden "hal" yaparsak, "ah" kelimesi ne fail, ne de mef'ûl olduğu için, bu caiz olmaz. Çünkü bu tıpkı birisinin, Zeyd'in ayakta olduğu manasında, "Kardeşim Zeyd ayakta iken, ona uğradım" demesi gibi olur" denilirse, biz deriz ki: "Kim bir et parçası yerse, onu yemiş olur" denildiğinde, bu denilebilir. Binâenaleyh ayetteki "ah" kelimesi de, yenilen şey manasında mef'ûl olur.

Halbuki, "Kardeşim Zeyd'e uğradım.." ifadesi böyle değil. Yine senin, "O günahkâr olduğu manasında onun suratına çarptım" manasında demen caizdir ki sen buradaki "âsim" (günahkâr) ile, yüzü değil, yüzün sahibini kastetmiş olursun. Bu da, onun yüzüne vurduğunda, ona (kendisine) vurmuş olman gibidir. Ama, "Günahkâr olduğu halde elbisesini parçaladım" manasında deyip de, "âsim"en kelimesini, "sevb" (elbise)den "hal" tutman caiz değildir.

Nefret

Ayetteki, "İşte bundan tiksindiniz!" ifadesi ile ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Buradaki "hû" (bundan) zamirinin neye râcî olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) En belirgin hâle göre, bu zamir yeme işine râcidir. Çünkü bundan önceki, "yemekten hoşlanır mısınız?" ifadesinin takdiri, şeklindedir. Zira, edatıyla birlikte olan fiili muzarî, masdar manasındadır. Buna göre mana, "Sizler onu yemeyi (ekl-i) kerih gördünüz, ondan tiksindiniz" şeklindedir.

b) Bu zamir, "lahm" (et)e râcidir. Buna göre, "O etten tiksindiniz" manasındadır.

c) Bu zamir, "meyten" (ölmüş) kelimesinden anlaşılan "meyyite" râcidir. Buna göre kelamın takdiri, sizden biri, "ölmüş ve kokmuş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz" şeklindedir. Buna göre "İşte bundan tiksindiniz" ifadesi, sanki "meyten" kelimesinin sıfatı olmuş olur ve bu manada, iyice bir sakındırma gözetilmiş olur ki bu, "Ölüden, bir sebepten ötürü nadiren yesen, bu nâdir, bir iş olur. Ama o ölü, kokuşup, değişip çürüdüğünde ise, asla yenilmez. İşte aynen bunun gibi, gıybetin de asla yapılmaması gerekir" demektir.

Ölû Etinden Tiksindiniz

Bu ifadenin başındaki "fâ", ilgili olduğu birşeyin olmasını gerektirmektedir? Öyleyse o şey nedir? Deriz ki: Bu hususta da şu izahlar yapılabilir:

a) Bunun, mukadder (mukaddem) bir sözün cevabı sadedinde olması ihtimali... Buna göre Hak teâlâ, "Herhangibiriniz ... hoşlanır mı?" buyurunca, ona cevaben işte bu söylenmiştir.

b) "Hoşlanır mı?" ifadesindeki istifham, istifham-ı inkârı olabilir? Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Sizden hiçbiriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanmaz. O halde bundan tiksindiniz" buyurmuştur. Böyle olması halinde, bir takdir yapmaya gerek yok.

c) Bu ilgıninin, tıpkı müzebbebin sebeple olan ilgisi ve müsebbebin sebebe dayanması gibi bir ilgi olmasıdır. Nitekim sen, "Falan yürüyerek geldi ve yoruldu" dersin. Çünkü bu yürüme o yorgunluğu doğurur. Ayetteki "meyten" de böyledir. Çünkü ölüm, insanın, ölü bulunan bir evde kalmayı arzu etmeyeceği bir derecede insanda hoşnutsuzluk uyandırır. Artık nasıl olur da insan, ondan yiyecek şekilde ona yaklaşabilir. O halde meytede karşı tarafı tiksindirici ve uzaklaştırıcı bir hal vardır. Gıybetin durumunun da işte böyle olması gerekir.

Daha sonra Hak teâlâ, "Allah'dan korkun. Çünkü Allah tevbeleri kabul edendir, çok merhametlidir" buyurmuştur. Bu, Önceki emir ve yasaklar üzerine atfedilen bir ifadedir ve "sakının ve çekinin" manasınadır. Bu cümlede şöyle bir takım incelikler vardır.

Buyrukların Sıralanışındaki Güzellik

a) Allahü teâlâ bu ayette, ardarda sıralanmış şu üç şeyden bahsetmiştir: Önce "Zarının çoğundan kaçınınız" buyurmuştur ki bu, "Mü'minler hakkında, işi zannınıza dayandırarak, onlarda olduğunu kesin bilmediğiniz şeyleri söylemeyiniz. Sonra size o zannedilen-tahmin edilen şeyler sorulduğunda, "Biz onları ortaya dökmeden önce, iyice bilip anlayalım diye, "mü'minlerin işlerini araştıralım" da demeyin. Sonra eğer, o işlerden bazılarını, tecessüs etmeden görmüş bilmiş iseniz, yine de bunları söyleyip yaymayınız ve bunlardan ötürü mü'minleri ayıplamayınız" demektir. Binâenaleyh Cenâb-ı Hak birinci ifadede, insanı bilmediği şeyleri söylemekten, ikinci ifade de, böyle bir hususu araştırmaktan, üçüncüsünde de, bu hususlarda bildiklerini söylemekten nehyetmiştir.

b) Allahü teâlâ, ne, "Bildiğinizin aksine birşeyi söylemekten kaçınınız", ne de "Şüphe etmekten kaçınınız" demiştir. Aksine, insana yasakladığı ilk şey zan ve tahmine dayanarak (başkaları hakkında) konuşmaktır. Çünkü bildiğinin aksine söz söylemek, yalan ve iftiradır. Şüphe ve tahmine dayanarak, recmen bil-gayb konuşmak ise, akılsızlık ve düşüklüktür ki bunlar son derece kötü şeylerdir. Dolayısıyla Hak teâlâ, "Ey iman edenler..." hitabıyla yetinerek, bildiğinin hilafına söz söyleme yasağını ayrıca zikretmemiştir. Çünkü "iman edenler" sıfatı onları iftira etmekten ve kâfirlerin âdeti olan şüpheden uzak tutar. Cenâb-ı Hak, mü'minleri, ancak mü'minlerde genel olarak bulunabilecek kusurlardan menetmiştir. İşte bundan ötürü, "Bir kavm, diğer kavm ile alay etmesin..."(Hucurât, 11) buyurmuştur.

c) Hak teâlâ, bu iki ayeti, "tevbe"den bahsederek bitirmiştir. Bu cümleden olarak birincisinde, "Kim tevbe etmezse, onlar zalimlerin tâ kendileridir.." (Hucurât); bunda ise, "Allah tevbeleri kabul edendir" buyurmuştur. Fakat önceki ayete, "Alay etmesin" diye, nehiy ile başlayınca, sonunda da nehye yakın olan nefyi (olumsuz cümle) getirmiştir. İkinci ayete İse, "kaçının' emriyle başlayınca, emre yakın olan "ittika"yı zikretmiştir.

İnsanların Eşitliği

12 ﴿