13

"Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Sizi, sırf birbirinizle tanışasınız diye, büyük büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık. Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır. Şüphesiz Allah, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olandır".

Cenâb-ı Hak önce geçenleri beyan etmek ve onları zihinlere iyice yerleştirmek için böyle buyurmuştur. Çünkü başkasıyla alay etmek, onlarda kusur görmek, eğer din ve iman bakımından olan bir farklılıktan dolayı ise, bu, biraz önce de anlattığımız gibi, "Biribirinizin gıybetini yapmayın" emri ile "Kendi kendinizi ayıplamayın" ifadesinin, mü'mini ayıplayıp, gıybetini yapmaktan meneden ifadeler olduğu için, caizdir. Yok eğer durum böyle olmasa caiz değildir. Çünkü ister mü'min, ister kâfir olsunlar, iman ve küfür meselesinin dışında, genel olarak insanlar, övünülecek konularda müşterektirler. Binâenaleyh eğer övünme zenginlik sebebiyle ise, kâfir zengin olabilir, mü'min de fakir olabilir. Bunun aksi de söz konusu olur. Eğer bu, soy-sop (asalet) açısından ise, bazan kâfir soylu, bazan mü'min bir zenci köle olabilir. Aksi de olabilir. Binâenaleyh insanlar, takva dışındaki konularda eşittirler, biribirlerine yakındırlar. Halbuki takva olmadan, bunlardan hiçbiri tercih unsuru olamaz. Çünkü herhangi bir dine giren herbir insan, o din hususunda, onun gibi olanların, onun gibi olmayanlardan daha kıymetli olduğuna inanır, ister o insanlar neseb bakımından daha ileri, mal-mülkce daha zengin olsunlar... Binâenaleyh kendisi için gerçek hak dini seçen ve dînin kalbinde kökleştiği kimsenin durumu ya nasıl olur, bu hususta, başka açılardan kendinden daha aşağı olanlar, ona nasıl üstün tutulabilir?

Aslınız, Birdir

Ayetteki, "Ey insanlar, Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" cümlesi ile ilgili şu iki izah yapılabilir:

1) Bu, "Adem ile Havva'dan yarattık" demektir.

2) "Bu hitâb yapılırken mevcud olan ey insanlar, herbirinizi bir baba ve bir anadan yarattık" demektir. Birinci mananın kastedildiğini söylersek, ayet, bütün insanlar tek bir erkek ile tek bir kadının çocukları oldukları için, biribirlerine karşı övünemeyeceklerine bir işaret olur. İkinci mananın kastedildiğini söylersek, bu, bütün insanların tek bir cins olduğuna işaret olur. Çünkü herbiri, diğeri gibi, bir ana bir babadan yaratılmıştır. Bir cinsin fertleri arasındaki farklılık, iki cins arasında olan farklılığa nazaran daha küçük ve önemsizdir. Zira meselâ sinekler ile kurtlar arasında farklılıktan bahsetmemek, farklılığın kanunlarındandır. Ancak insanlar arasında, küfür ve İman bakımından olan farklılık, iki cins arasındaki farklılık gibidir. Çünkü kâfir, adetâ cansız hükmündedir. Çünkü tıpkı bir hayvan gibidir, hatta daha aşağıdır. Mü'min ise, olması gerektiği manada insandır. O halde İnsan cinsinin fertleri arasındaki farklılık, cins açısından değil, maddeleri açısındandır. Zira hepsi de bir erkek ile bir dişiden olmadır. Bu durumda, övünme hususunda buna itibar edilemez.

Burada şöyle birkaç bahis var:

Neseb Muteber Değil mf?

Birinci Bahis: Eğer, "Bu, nesebin (soyun-sopun) nazar-ı dikkate alınmayacağına göre yapılmış bir izahtır. Halbuki durum hiç de böyle değildir. Çünkü nesebin, hem örfen, hem de şer'an bir itibar ve kıymeti vardır. Mesela, soylu bir kimseyi toplumda yeri olmayan biri ile evlendirmek caiz değildir?" denilirse, deriz ki: Büyük birşey geldiğinde, artık önemsiz şeylere itibar edilmez. Bu, maddeten de, şer'an da, örfen de böyledir. Maddeten böyle oluşu, meselâ yıldızların güneş doğarken görülmeyişleri gibidir. Yine meselâ sineğin kanadının bir vızıltısı var. Ama güçlü bir gök gürültüsü esnasında, duyulmaz. Bunun örfen böyle oluşu da, meselâ padişah ile birlikte biryere gelen kimsenin fazla itibar ve iltifata sahip olmaması gibidir. Bunun iki hususa da böyle olduğunu anladığına göre, bilesin ki bu, şeriatta da böyledir. Çünkü kıymetli ve semavî bir din geldiğinde, artık orada hiçbirşeyin kıymeti kalmaz, ne nesebin, ne zenginliğin... Baksana, kâfir, soy-sopca insanların en üstünü, mü'min de, en aşağısı olsa bile, bu ikisi biribiriyle mukayese edilemez. Dinî bakımdan ileri olanın, ileri olmayanla mukayesesi de böyledir. İşte bundan ötürü, kişi, dindar, âlim ve sâlih olduğunda, meselâ hakim yapılma, şahit tutulma gibi dinî makam ve yetkiler için, soylu olsun veya olmasın yeterli olduğu takdirde, neseb bakımından Kureyşli, malca da Karun gibi olsa bile, fâsık kimse, bu makam ve yetkiler için yeterli sayılmaz. Fakat dindarlıkları kuvvetli iki kişi olup da, birisi daha soylu olduğunda, insanlar nezdinde, soylu olan tercih edilir. Yoksa, Allah katında bu, ona bir üstünlük sağlamaz. Çünkü Hak teâlâ, "İnsan için ancak sa'y-u gayreti vardır" (Necm. 39) buyurmuştur. Oysa neseb, kesbî yani insanın kendi sa'y-u gayretiyle elde ettiği birşey değildir.

İkinci Bahis: Diğer övünme sebepleri arasında, soy bakımından olan övünme üzerinde durmanın hikmeti nedir? Cenâb-ı Hak, meselâ mal ile övünmeden niçin bahsetmemiştir? Deriz ki: Dünyada övünç vesilesi sayılan şeyler çok ise de, neseb bunların en önemlisidir. Dolayısıyla bazan fakir de mal-mülk sahibi olur. Dolayısıyla mal ile övünenin övüncü sona erebilir. Güzellik, gençlik ve benzeri şeyler de sabit ve devamlı değildir. Ama neseb sabit ve devamlıdır. Onu elde edememiş kimselerin, onu elde etmesi mümkün değildir. İşte bu sebeple, diğer bütün övünç vesilelerinin haydi haydi batıl olduğu anlaşılsın diye, Cenâb-ı Hak özellikle bundan bahsetmiş ve takvaya nisbetle bunun bile itibara alınamayacağını belirtmiştir.

Üçüncü Bahis: Ayet, takvanın dışında gerçek övünç vesilesi olmadığını anlatmak için geldiğine göre, ayetteki, "Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık" ifadesinin bir hikmeti var mıdır? Deriz ki: Evet. Çünkü, herşey bir başkasına, ya onda mevcud olan ve var olduktan sonra üzerine bina edildiği bir özellikten ötürü tercih edilmiş, üstün sayılmıştır, yahut da o var olmazdan önce olan birşey sebebiyle ve o şeyde bulunması arzu edilen, güzellik, kuvvetlilik gibi sıfatlar gibi, kendisinden sonra olan şeylerden ötürü üstün sayılmıştır. Ondan önce olan, ya kendisinden meydana gelip var olduğu asla; yahut da, onu îcâd edip meydana getirmiş olan faile râcidir.. Bu tıpkı, iki kap hakkında, "Bu, bakırdan; bu da gümüştendir" ve, "Bu, falancanın isi; bu da filancanın işidir..." denilmesi gibidir. İşte böylece Cenâb-ı Hak, "Kendisinden yaratılmış olduğunuz asıl bakımından, bir rüçhaniyet söz konusu değildir. Çünkü sizlerin hepsi de bir erkek ve dişidensiniz... Aynı şekilde, failler bakımından da bir üstünlük söz konusu değildir, zira sizlerin hepinizi Allah yaratmıştır... Şayet aranızda bir farklılık ve rüçhaniyet söz konusu ise, bu da, size sonradan ârız olan ve varoluşunuzdan sonra meydana gelen şeyler sebebiyledir ki, bunların en hayırlısı takva ve Allah'a yakınlık kesbetmedir.." buyurmuştur.

Toplum Kademeleri

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Sizi.... büyük büyük cemiyetlere ve küçük küçük kabilelere ayırdık..." buyurmuştur. Burada iki izah yapılabilir:

a) Bunun manası: "Sizi, acemler gibi cedleri bilinmeyen, dağınık bir takım topluluklar ile Araplar ve İsrailoğulları gibi cedleri belli olan bazı kabileler haline getirdik" demektir.

b) "Sizleri, kabilelere dağılmış cemiyetler kıldık" demektir. Çünkü "kabîle"nin altında "şuûb"; "şuûb"un altında butun (boylar); butûn'un altında efhâz (oymaklar); efhâz'ın altında "fesâil - sülaleler", fesâll'in altında da "ekarib - akrabalar, yakın kan akrabaları" bulunur. Cenâb-ı Hak burada, daha kapsamlı olanı zikretmiştir, çünkü en geniş olan topluluk, övünme ve tefekküre daha çok vesiledir. Bir de, bunlardan en kapsamlı olanının içine, pekcok sayıda zengin fakir; yine tadâd olunamayacak biçimde pekçok zayıf ve kuvvetli kimseler dâhil olurlar.

Tanışma Hikmeti

Sonra Cenâb-ı Hak bunun amacını beyan etmiştir. "Teârüf karşılıklı olarak tanışma"dır. Bu konuda da iki izah biçimi bulunur.

a) "Bunun amacı, karşılıklı yardımlaşma olup, övünüp böbürlenme değildir..";

b) Bunun amacı, karşılıklı olarak iyilikte yarışmadır; birbirinize düşman olma değil.. Ayıplama, ataya alma ve gıybet ise, karşılıklı olarak iyilikte yarışmaya değil de, birbirinize düşman olmaya götürür!.." demektir. Burada pek ince manalar bulunmaktadır.

Bazı İncelikler

1) Cenâb-ı Hak, önce "sizi yarattık..." buyurmuş, sonra da "sizi... kıldık, ayırdık..." Zira, yaratma işi, cemiyetlere ayrılma işine menşe teşkil eden bir kök ve asıldır.. Buna göre, ilk olan, yaratma ve îcâd (meydana getirme)dir; sonra, zikredilen şeylerle vasıflanma meydana gelir.. Fakat, boy boy cemiyetlere ayrılmış olma, karşılıklı olarak iyilikte yarışmak için; yaratılma da, Cenâb-ı Hakk'ın, Ben cinleri de insanları da ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.."(Zâriyat,56) buyurduğu gibi, ibâdet ve kulluk içindir.. Asi olanın göz önünde bulundurulması, feri olanın gözönünde bulundurulmasından öncedir.

O halde bil ki, tıpkı, boyboy cemiyetlere ayrılmış olma, yaratılmış olmanın tahakkukundan sonra meydana geliyorsa, bunun gibi, neseb de, kulluk gayesinin değerlendirilmesinden sonra göz önüne alınır.. Şu halde, şayet sizde (ey insanlar) kulluk ve ibadet var ise, bundan sonra ancak neseb ve sülaleniz göz önüne alınır. Aksi halde, neseb ve sülaleniz bir şey ifâde etmez..

2) Cenâb-ı Hakk'ın, "Siziyarattık; sizi kıldık, ayırdık..." ifâdeleri, böbürlenmenin caiz olmadığına bir işarettir. Zira bu, yani farklı boy ve kabilelere ayrılma işi (ey insanlar), sizin çalışmanız sayesinde olmamıştır; sizin, bu konuda hiçbir şeye gücünüz kudretiniz de yoktur. O halde, hiçbir payınızın olmadığınız şeylerle nasıl iftihar edebiliyorsunuz?

İmdi, eğer, "Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz ona yolu gösterdik.." (İnsan, 35) "Dilediğimizi onunla hidayete ulaştırırız..." (Nûr, 52) ayetlerinden ötürü, hidâyet ile sapıklık (delâlet) de böyledir.." denilirse biz deriz ki: Allahü teâlâ bize, bir işe mebnî olarak bir kesb (bir şeyi iktisâb edebilme, yapabilme imkânı) vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "O halde dileyen, Rabbine (ileten) bir yol tutar" (İnsan, 29) buyurmuş, bundan sonra da, "Allah dilemeyince, siz (bunu) dileyemezsiniz..."(İnsan,30) buyurmuştur. Ama "neseb" işine gelince, böyle değildir.

Asıl Soyluluk Takvadır

3) Cenâb-ı Hakk'ın, "birbirinizle tanışasınız diye..." ifâdesi gizli bir kıyasa (kıyas-ı hafi) işaret olup, bunun açıklanması şöyledir: Cenâb-ı Hak sanki "Biz sizi, birbirinizle tanışasınız diye, cemiyetler ve kabileler halinde yarattık.. Sizler (nesebce), daha üstün olan bir kimseye daha yakın olduğunuzda, bununla övünüp böbürleniyorsunuz... Oysa Allah sizi, Rabbinizi bilesiniz diye yaratmıştır.. Şayet bütün varlıklar içinde en şerefli varlık olan "Rabbinize yakın iken, bütün kâinatta övünmeye en layık sebebin bu yakınlık olduğunu bilmeniz gerekir" buyurmuştur.

4) Burada, övünmenin neseb ve sülale ile olmadığına delâlet eden bir aklî delil irşâd bulunmaktadır. Şöyle ki: Kabile ve boylar, bir şahsa mensûb olmakla bilişir, tanışırlar. Eğer bu şahıs, kıymetli birisi olursa, sizin kanaatinize göre, o zaman övünme uygun olur. Böyle değilse, uygun olmaz. O halde, kendisiyle iftihar ettiğiniz adamın üstünlüğü, bir sülâleye mensûb olmasından ya da, bir fazilet ve üstünlük kesbetmesinden ileri gelir. Eğer bu, mensubiyetten dolayı ise, bunun soylu olması gerekir. Ama, bir fazilet kesbetmiş olma sebebiyle ise, bu durumda, anlayışlı, güzel ve iyilik dolu din, kişinin, kendisiyle iftihar ettiği şey gibi olmuş olur.. O halde elde ettiği hayır ve faziletlerle, kendisini ata ile dedelerden daha üstün bir mertebeye getirmiş olan kimseye karşı, daha nasıl olur da baba ile ata ile üstünlük taşlanabilir?!.. Olsa olsa ancak, Allah'ın Resulüne intisâb etmeden dolayı şerefyâb olma caiz olabilir. Çünkü hiç kimse fazilet hususunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yaklaşamaz ki, "Ben, senin atan gibiyim.." diyebilsin.." Fakat bir neseb hususunda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şerefi, iktisâb yoluyla kendisine iktisâb eden kimseye vermiş, ama intisâb yoluyla serertüdiasında bulunandan da nefyetmiştir.. Bunun için "Biz, peygamberler topluluğu varis olunmayız" Buhâri, İlim -10. ve "Alimler, peygamberlerin varisleridir' Keşful-Hafa, 2/64. buyurmuştur. Yani, "Bize, neseb cihetinden varis olunulmaz; bize ancak, kesb yoluyla varis olunulur..."

Duydum ki Horasan beldesinde, eşraftan birisi, neseb cihetiyie, Hazret-i Ali'ye insanların en yakını idi.. Ancak ne var ki, günahkâr bir kişi idi.. Burada aynı zamanda, ilim ve amel bakımından hayli ilerlemiş olan ve insanların da, kendisinden teberimde bulunup saygı duyduğu zenci bir köle bulunuyordu.. Derken şöyle bir olay oldu: Bir gün bu zenci zat, mescide gitmek amacıyla evinden çıktı. Peşinde de bir topluluk.. Derken, eşraftan olan kimseyle, hem de sarhoş vaziyette karşılaştı.. Bunun üzerine oradaki cemaat eşraftan olan o kimseyi kovmaya ve yolundan uzaklaştırmaya yöneldiler.. Ama o, onlardan sıyrıldı ve şeyhin ellerine tutundu ve ona "Ey ayakları yalın, dudakları kalın.. Ey, kâfir oğlu kâfir. Ben, Allah'ın Resulünün oğluyum (torunuyum). Ben zelil kılındığım halde, sen tazim olunuyorsun! Ben zemmedilirken, sen ikram ve izzete mazhar kılınıyorsun! Ben, hor ve hakir gözüküyorken, sen dostluk ve desteğe mazhar oluyorsun!" dedi. Şeyhin yanındakiler, onu dövmeye kalkıştılar. Bunun üzerine de şeyh, "Hayır, bu, onun ceddinden dolayı, katlanılabilecek bir durumdur, maruz kaldığı bu darb işi de müstehak olduğu ceza yerine geçer. Ancak ne var ki, ey soylu kişi, sen içini karartırken, ben içimi parlattım. İşte bu sebepte insanlar benim gönlümün parlaklığını, yüzümün siyahlığının üzerinde ışıldarken . gördüler de, böylece ben de güzelleştim. Ben, senin atamın yolunda giderken, sen, benim atamın yolunda gitmeye başladın da, böylece insanlar beni, senin atanın yolunda hareket eden birisi olarak; seni de, benim atamın yolunda hareket eden birisi olarak gördüler de, beni, senin atanın oğlu; seni de, benim atamın oğlu sanıverdiler, sana, benim atama yapılacak muameleyi; bana da, senin atana yapılacak muameleyi reva gördüler.

Eşref Olan Takva İle Olur

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olanınızdır" buyurmuştur. Bu ayetle ilgili olarak şu iki açıklama yapılabilir:

a) Bu ifâdeden kastedilen mana, "Kim, en muttaki olursa, Allah katında en iyi ve kerim olur" şeklinde olup, böylece, "takva ikramı doğurur.." demektir.

b) Bundan kastedilen mana, "Kim, Allah katında en kerim olursa, en muttaki o olur" şeklinde olup, buna göre de, kerim olma, takvayı doğurmuş olur.. Nitekim, "İhlaslı kullar, büyük sorumluluk üzere bulunurlar.." denilir. Bu görüşlerden birincisi meşhur, ikincisi ise, daha açık olanıdır. Çünkü, ikinci olarak zikredilenin, zahir ve açık olmada, birinci olarak zikredilene hamledilmiş olması ve "ikram, müttakî kimse içindir..." denilmiş olması gerekir. Ancak ne var ki, meşhur ve yaygın olanı, birinci izahtır. Çünkü, "Yiyeceklerin en lezizi, en tatlı olanıdır" denilir ki, bu "lezzet, tatlılık oranına göre olup; tatlılık, lezzet oranına göre değildir" demektir.. Bu da, takvanın her çeşit faziletten önce geldiğini söylemektir.

Takva mı İlim mi?

Buna göre, şayet, "Takva, amel ye ilimden daha kıymetlidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Bir tek fakîh, şeytan için, bin âbidden daha çetindir..." Tirmizi, İlim. 19 45/48. buyurmuştur.." denilirse, biz deriz ki: Takva, ilmin meyvesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, "Allah'ı hakkıyla ancak, O'nun alim kulları tazim eder..." (Fatır, 18) buyurmuştur. Şu halde takva, ancak âlim için söz konusudur. O halde,, müttakî ve âlim kimse, ilmi en tam ve kâmil olan kimsedir. Muttaki olmayan âlim, meyvesi olmayan ağaç gibidir. Ne var ki, meyveli ağaç, meyve vermeyen ağaçtan daha kıymetlidir. Hatta, meyvesiz ağaç, bir kütüktür.. Aynen bunun gibi, muttaki olmayan alim, cehennem kütüğüdür. Allah'ın, fakîh kimseyi kendisinden üstün tuttuğu âbid, "ilmi olmayan"dır. Bu durumda, böylesi âbid nezdinde, Allah'tan korkma ve haşyet namına, tam bir paydan söz edilemez. Belki de bu kimse Allah'a, cehenneme atılma endişesiyle ibadet ve kulluk yapmaktadır. O halde bu âbid, tıpkı "mükreh (zorlanmış) kimse" gibi olmuş olur.. Yahut, cennete girme ümidiyle O'na ibâdet edyordur. Bu durumda da bu kimse, ücretli bir işçi gibi çalışıp da, (akşamleyin) evine dönen işçi gibi olmuş olur. Halbuki, muttaki kimse, Allah'ı bilen, O'nun kapısında kulluğa devam eden, yani O'nun yanında O'nun cenabına, huzuruna yaklaşan, (adeta) geceyi O'nun nezdinde geçiren kimse gibidir. Bu ifadeyle ilgili birkaç bahis vardır.

Birinci Bahis: Bu ifâdedeki "sizin en şerefliniz" hitabı, bütün insanlaradır. "En kerîm, en şerefli olma" işi, en azından keramet (ikram) de, herkesin müşterek olmasını gerektirir. Halbuki, kâfir için kerîm oluş, söz konusu değildir. Çünkü kâfir, hayvandan daha şaşkın, haşerattan ise daha zelildir. (Ne dersiniz?). Biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk'ın, "Andolsun ki, Ademoğullarını üstün ve kerîm kıldık... "(Isrâ. 70) ayetinin delaletiyle, böyle bir şey söz konusu olmasına rağmen, bu zorunlu ve mutlaka olması gereken değildir. Çünkü, yaratılan herkes ve her şey, Rabbini itiraf eder. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta, "Kim bu ikrarına devam eder de bunu arttırırsa, onun keramet ve izzeti arttırılır, kim de bundan dönerse, ondan, ikram silinir, izi eseri kalmaz.." demek istemiştir.

Takva Nedir

İkinci Bahis: Takvâ'nın tanım ve sınırı nedir? En muttaki kimdir? Biz deriz ki: Takvanın en düşük mertebesi, kulun, yasaklardan kaçınması, emredilenleri yapması; ancak bu ikisi ile, huzur bulup, kendini emniyet içinde duymasıdır. Binâenaleyh şayet o, tesadüfen menhiyyâttan işlerse, kendisini emniyyet içinde duymaz, güvencede kabul etmez; tam aksine, bunun peşinden bir iyilik yapar, bu menhiyyâtı yaptığından dolayı iyice pişman olup, tevbe eder. Ama, birşey her ne zaman menhiyyât işler, ama anında tevbe etmez, zaman bakımından sonraya güvenir ve tûl-i emeli kendisini bu tür şeyleri hatırlamaktan alıkorsa, işte bu kimse müttakî değildir.

Ama, en müttakîye gelince, bu da, emrolunduğu şeyi yapan, yasak edilenleri yapmayan, bununla birlikte Rabbinden haşyet duyan, Allah'tan başka hiçbir şeyle meşgul olmayan ve Allah'ın kalbini nûrlandırdığı kimsedir. Binâenaleyh, bu kimse bir an dahi kendisine veya çocuğuna iltifat etse, bunu bir günah kabul eder. Birinciler için, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra takvaya erenleri kurtaracağız..." (Meryem,72) ayetinden dolayı "kurtuluş"; diğerleri için de, Allah'ın, "Şüphesiz sizin, Allah nezdinde en şerefliniz, takvaca en ileride olarımızda.." ayetinden ötürü, cennete sevkolunma vardır. Binâenaleyh, hükümdarın, kendisine bir bahçe verip kendisini orada iskân ettirdiği kimse ile, kendisine yakınlığı sebebiyle, pekçok bağ-bahçe ile eşyadan, her gün yararlanan ve hükümdarın kendisine yakın kılıp has yakınları kabul ettiği kimse arasında büyük bir fark vardır.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Şüphesiz Allah, herşeyi bilen, herşeyden haberdar olandır" buyurmuştur ki bu, "Allah (ben), sizin zahirinizi bihakkın bilir, soyunuzu sopunuzu bilir, bâtınınızdan da yine bihakkın haberdarım. Sır ve gizli kabul ettiğiniz şeyler, O'na saklı gizli değildir. Binâenaleyh, takvayı, başlıca işiniz haline getiriniz ve O, size (ikramını) arttırdığı gibi, siz de takvanızı arttırınız.." demektir.

İman İddiası

13 ﴿