5

"Yerin, onlardan neleri yiyip eksilttiğini bildik. Katımızda (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitab vardır. Hayır, onlar, kendilerine hak gelince, onu yalanladılar. Şimdi onlar şaşkın bir haldedirler”

Ayetin bu ifadeleri, öldükten sonra dirilişin ve Allah'ın buna kadir oluşunun deliline bir işarettir. Bu böyledir. Çünkü bu, "Allahü teâlâ, ölülerden herbirinin bütün parçalarını bilendir. Dolayısıyla onlardan birinin parçasını diğerine karıştırmaz. O, bunları bir araya getirip, terkib etmeye de kadirdir. Öyle ise O'nun insanları diriltmesi akıldan uzak görülemez" demek olup, tıpkı "O, (Allah) (herşeyi) yaratan, hakkıyla bilendir" (Yasin. 81) ayeti gibidir. Çünkü Allah, yeniden yaratma işinde, ilmin bir etkisi olduğunu belirtmiştir. O halde ayetteki, "Yerin, onlardan neleri yiyip eksilttiğini bildik" ifadesi, "O ölülerin parçalarının, toprağın altında darmadağınık olması sebebiyle, bunlar bize gizli kalmaz'" manasınadır. Bu da, müşriklerin, "Biz, yerde (çürüyüp) kaybolduğumuz zaman mı, yeni bir yaratılışa mazhar olacağız?"(Secde, 10) şeklindeki sözlerinin cevabıdır. Yani bu, Allahü teâlâ'nın, onların hem sözleriyle, hem de hal ve hareketleriyle hakkı çiğneyip, zulmen yaptıkları İşlerini bildiği gibi, onların paramparça olan cüzlerini de bildiğine bir işarettir.

Mücmel ve Mufassal Bilgi

Şöyle de denebilir: Ayetteki, "Katımızda, (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitap vardır" ifadesi, Allahü teâlâ'nın herşeyi en ince teferruatına kadar bildiğini göstermektedir. Çünkü ilim, icmâlî (genel) ve tafsilî (detaylı) olmak üzere ikiye ayrılır. İcmalî ilim, meselâ bir kimsenin, bir kitabı ezberlemesi, onu anlaması ve o kitapta bulunan bir mesele kendisinden sorulduğunda cevap verebilmesi ve bu soruyu bilebilmesi gibi olur. Ama bu, o kimsenin, o kitabı harf harf gözünün önüne getirmesi ve o anda bölüm bölüm aklından geçirmesi şeklinde olmaz. Ancak ne var ki, zihnine müracaat ettiğinde, o hususta bir fikir yenilemeye ve keskin bir bakışa ihtiyaç hissetmez. Tafsili ilim ise, kitapta olan şeyleri iyico açma ve o meseleleri teferruatlıca ortaya koyma gibidir ki bu, bir insan için, ancak bir veya birkaç meselede söz konusu olabilir. Ama kitabın bütün konuları açısından, böyle tafsilatlı bilgi, insan için söz konusu değildir. O halde, "Katımızda (herşeyi) hıfz ve tesbit eden bir kitab vardır" cümlesi, "ilim o kitabta olduğu şekilde, Benim katımdadır. Ben, herşeyi cüz cüz, inceden inceye bilirim" demektir.

Hafız Kelimesi

Bu ayetteki "hafız" kelimesinin, mahfuz (korunmuş) manasında olması da mümkündür. Buna göre mana, "O kitab, değişmeden ve değiştirilmekten korunmuştur, uzaktır" demek olur. Bu kelimenin, "hafız" (koruyan) manasına olması da mümkündür. Bu durumda, "Katımızda, onların bütün cüzlerini, işlerini, hiçbiri unutulmayacak şekilde hepsini koruyan, içine alan bir kitab vardır" demek olur. Bu ikinci ihtimal, şu iki sebepten ötürü daha doğrudur:

a) Hafız manasında "hafîz", Kur'ân'da geçmektedir. Nitekim ayette, "Ben onlar üzerine bir hafîz (koruyucu, gözetleyici) değilim" (Hûd, 86) varid olmuştur. Yine "Allah, hafızdır ve alimdir" (Şûra, 6) buyurmuştur.

b) Çünkü "kitap" sözü, daha önce de bahsettiğimiz gibi, teşbih için getirilmiş bir ifadedir. Dolayısıyla kitap, (mecazî manada) içinde yazılı olan herşeyi adetâ korur. Yoksa Allah, ezberlemekten (korumaktan) müstağnidir.

Ayetteki, "Hayır, onlar, kendilerine hak gelince onu yalanladılar" cümlesi de, onlara bir reddiyedir. Buna göre, (hayır) edatıyla, vazgeçilen (idrâb yapılan) şey nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Bu ifadenin takdiri, "O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu yalanladılar" şeklindedir ve "Allahü teâlâ onların,"Su, şaşılacak bir şey!" dediklerini nakledince, bu, onların "O inzârcı elçi yalan söylüyor" demeleri manasına gelmiştir. İşte bunun üzerine Hak teâlâ, "O inzarcı yalan söylemedi, aksine onlar onu yalanladılar" buyurmuştur.

Hak Teâla Nedir?

İmdi eğer "Hakk" nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğuna dâir olan burhanlar (aklî deliller)dir.

b) İndirilen Furkan (Kur'ân)'dır. Bu izah, birincisine yakındır. Çünkü bu da bir burhandır.

c) Bu, kesin mucizelerle sabit olan nübüvvettir. Çünkü böylesine sabit olan nübüvvet haktır.

d) Bu, mutlaka olacak olan "haşr"dır. Çünkü haşr da haktır.

(......) deki Harf-i Cer

Eğer, "Bize daki bâ harfinin ne manaya olduğunu, buna ne ihtiyaç olduğunu açıkla. Yani tekzîb (yalanlama) fiili, zaten müteaddidir. Binâenaleyh bu bâ harfi, fiile ikinci bir mef'ûlü aldarmak için midir, yoksa "Yakında göreceksin, onlar da görecekler, delilik hanginizde imiş?" (Nûn, 5-6) ayetinde olduğu gibi, zaide midir?" denilirse, biz deriz ki: Bu hususta, hem bir bahis, hem de bir inceleme söz konusudur: Burada bu bâ, müteaddiliği sağlamak için getirilmiştir. Çünkü "tekzîb" (yalanlama), yalana nisbet etme demektir. Fakat bu nisbet, bazan sözü söyleyen hakkında, bazan da söz hakkında olur. Nitekim, "Ben doğru olduğum halde, falanca beni tekzîb etti" dediğin gibi, "Falanca, falancanın sözünü tekzîb etti" de diyebilirsin. Yine Arapça'da, "O, onu yalancı saydı" manasında, "Onu tekzîb etti" denilir. Yine sen, "Ben falancaya, "Zeyd, yarın gelecek" dedim de, "Hem beni hem de sözümü tekzîb etmek için, Zeyd kasten gecikti" dersin. O halde söz söyleyene nisbet edilen tekzîb işi, hem bâ harfi ile, hem de "bâ"sız kullanılır. Nitekim Cenâb-ı Hak, hem (Şuara, 141),. hem de (Kamer, 23) buyurmuştur. Söze nisbet edilen tekzîb de böyledir. Fakat sözü söyleyen hakkında kullanılan tekzîb'in "bâ"sız olması, daha çok olan bir durumdur. Nitekim Hak teâlâ, (Saffât. 127) ve (Fâtır, 4) buyurmuştur. Söz hakkında kullanılan "tekzîb"in ise, bâ ile kullanılması durumu daha çoktur. Nitekim Hak teâlâ, (Kamer, 42) ve (Kâf, 5) buyurmuştur.

Yine Cenâb-ı Hak,( Zümer, 32) buyurmuştur. Bunun sebebi şudur: Mef'ûl-ü mutlak, bir masdardır. Çünkü o, failden kaynaklanan şeydir. Zira, döven kimseden, ancak dövme işi sudur etmiştir. Fakat bu dövmenin olabilmesi için, dövülecek bir yerin-mahallin olması ve böylece de o şeyin madrûb (dövülen) ismini alması gerekir. Sonra da fiile mahal olduğu için, yapılan iş açıkça görülürse, açıkça görüldüğü için, bâ gibi bir harfe lüzum kalmaz, böylece de o harf olmaksızın, fiil müteaddi (geçişli) olur. Dövme işinin olabilmesi için, mutlaka bir mahallin (dövülecek şeyin); içme işinin olabilmesi için, mutlaka içilecek bir şeyin bulunması gerektiği bilindiği için, "Amr'ı dövdüm" ve "İçki içtim" denilir. Ama müteaddîlik manası aslında kendinde bulunmayan fiilde, müteaddîlik manası olsun diye, meselâ "uğradım" dediğinde, işte bu harfe ihtiyaç hissedilir. Çünkü "Bulutlar uğradı (gitti)" sözünden bir uğrama manası anlaşılır, ama bundan; kime-neye uğradığı manası anlaşılmaz.

İmdi, fiil eğer açıklık-netlik bakımından dövme ve içme fiillerinden; kapalılık (müphemlik) bakımından da, "uğrama" fiilinden aşağı olursa, harf-i cerre gerek kalmadan fiili kullanmak caizdir. Çünkü o fiil, mürurun (uğramanın) açıklığından daha fazla bir açıklık (netlik) arzetmiş; ama onun zuhuru, "dövme" işinin zuhurundan daha aşağı ve zayıf olduğu için, harf-i cerle kullanılır. İşte bundan ötürü, dövme işinin aleti kılmak müstesna, diyemezsin. Ama, "onu kamçı ve benzeri birşeyle dördüğünde, bunlarda, bâ harfini ziyâde olmaksızın kullanırsın. Dolayısıyla da bir müştereklik arzetmediği müddetçe "ona uğradılar" denilemez.

Ama, "ona dokundum" dediğin gibi, de diyebilirsin. Çünkü mesh (dokunma), eli, birşeyin üzerinde gezdirmek demektir. Bu yönüyle fiil, tıpkı mürur (uğrama) fiili gibi olur. Şükür ise, güzel bir fiildir. Fakat bu, ancak İhsanda bulunana yapılır. O halde, şükürde aslolan, güzel bir fiil olmasıdır. Şükrün başkasına yapılması ise tıpkı, bir alış-veriş gibidir. Ama dövme işi böyle değildir. Çünkü vurma, bir cismi başka bir cisme sertçe dokundurma demektir. O halde dövülen şey, tâ baştan dövmenin manasında vardır. Şükredilen şey ve nesne ise, ikinci derecede şükrün manasına dâhildir.

Bunu iyice kavradığına göre, bilesin ki, söyleyen hakkında kullanılan "tekzîb" (yalanlama), açıktır. Çünkü söyleyen, tasdik veya tekzîb olunan şahıstır. Fakat bu fiil, söz hakkında böyle açık değildir. Binâenaleyh bu gibi yerlerde fiilin bâ ile kullanılması daha çoktur. Bu gibi yerlerde bâ harfinin getirilmesi, müteaddilik manasını sağlamak içindir.

Ayetteki, "Kendilerine hak gelince" ifadesinde bahsedilen gelenin, kim ve ne olduğu hususunda şu iki izah yapılmıştır:

a) Bu, "tekzib edilen o şey gelince..." manasınadır ve "Onlar, hak kendilerine geldiğinde onu yalanladılar ve onu, düşünmeye ve tefekküre bırakmadan yalanladılar" demektir.

b) Geldiği söylenen şey, "Inzâr edici geldi diye hayrete düştüler" (Kaf, 2) ayetinde geldiği bahsedilen şeyin aynısıdır. Buna göre ifadenin takdiri, "Onlara o inzarcı (uyarıcı elçi) geldiğinde, hakkı yalanladılar" şeklinde olur. Birinci mana, bahsedilen hakkın geri dönüş (yani diriliş) olması durumunda uygun olmaz. Çünkü onlar, onu geldiğinde yalanlamıyorlar, aksine, "işte bu, Rahman'ın vaad ettiği şey"(Yasin, 52) diyorlar.

Emr-i Merîc

Ayetteki, "Şimdi onlar şaşkın bir haldedirler" cümlesine gelince, buradaki "merîc" kelimesi, "muhtelif, karışık" manasınadır. Zeccâc ve başkaları şöyle demişlerdir: "Çünkü o müşrikler, bazan "Bu (Muhammed), bir sihirbazdır", bazan "bir şâirdir" diyorlar. Bazan onun kâhin olduğunu, bazan cinnet içinde (deli) olduğunu söylüyorlardı."

Doğrusu şöyle denifmesidir: Bu ilgili ayetlerde bahsedilen ihtilafı anlatan bir kelimedir. Çünkü ayetteki, "Bilakis o kâfirler ... hayrete düştüler"(Kâf, 2) ifadesi, kendisinden vazgeçilen, daha önce geçmiş birşeyin olduğuna delâlet eder ki biz, daha önce bahsedilen o şeyin, onların şek ve şüpheleri olduğunu ve bu ifadenin takdirinin, "Şerefli Kur'ân'a yemin olsun ki, sen bir inzârcısın. Onlar, senin hakkında şüpheye düştüler. Bilakis (hatta) hayrete düştüler... Hatta bu hak onlara gelince, onu yalanladılar.." şeklinde olduğunu söylemiştik. Binâenaleyh kâfirlerin bu durumu şöyle üç dereceyi (kademeyi) ortaya koyar:

Birincisi şek ve şüphe etmektir ki, teaccüb (hayrette kalmak), bunun üzerinde yer altr. Çünkü şekkedene göre, iki durum da eşittir, olabilir. Teaccüb edene göre ise, hayret ettiği o şeyin, meydana gelmeme, doğru olmama tarafı ağır basar. Fakat o bu kademede, onun böyle olmasına kesin hüküm ve karar veremez. Yalanlama ise, teaccübden daha ileridir. Çünkü yalanlayan kimse, iddia edilen şeyin aksine kesin gözüyle bakmaktadır. Binâenaleyh onlar, önce şüphe etmiş, sonra zanna geçmiş, daha sonra da kesin karara geçmişlerdir. Dolayısıyla onlar mehc (şaşkın) bir hale düşmüşlerdir. Bunun böyle olduğunun delili, ifadesinin başındaki fâ-i ta'kîbiyyedir. Çünkü bu durumda, onlar şaşkın ve karışık bir hat üzere oluşları. Önceki şeylere dayanmış olur. Halbuki Zeccâc ve diğerlerinin verdiği manada, böyle birşey olmaz.

Sual: Eğer, "Meriç, karışık manasınadır. Halbuki bu üç kademe, aklın muktezasına göre, biribirinden ayırdedilebilen ve sıralanabilen şeylerdir. Çünkü şüphe eden kimse, sonunda zan derecesine, zanneden kimse de sonunda kesinlik kararlılık derecesine ulaşıyor. Kesinliğin olduğu yerde, zan olmaz; zannın olduğu yerde de şekk kalmaz. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin verdiği manada, ayette bahsedilen karışıklık tahakkuk etmiş olur. Çünkü o müşriklerin bu iddialarında belli bir tertibleri yoktur. Aksine onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, bazan kâhin, bazan mecnûn diyorlar, daha sonra da ona delilik nisbet ettikten sonra, kâhinliği nisbet ediyorlar. Sihiri nisbetten sonra şiiri, şiiri nisbetten sonra sihiri nisbet ediyorlar. İşte esas karışıklık ve şaşkınlık budur. Dolayısıyla ayetin özüne uygun olan durum budur?"

Cevap: Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in emin (güvenilir-doğru) bir kişi olduğunu, aralarında yaşadığı bütün süre boyunca, yalan söylemekten uzak durduğunu bilmelerinden ötürü, onların böyle bir şüpheden, onun doğru olabileceği zannına geçmeye; onun elinde ve dilinde kesin mucizeler zuhur ettiği içinde zân derecesinden, onun doğruluğuna kesinkes hükmetmeye geçmeleri gerekirdi. Binâenaleyh onlar işte bu tertibi, tam tersine çevirince, ortada bir şaşkınlık ve karışıklık meydana gelmiş, karışıklıkla birlikte bir anlama tahakkuk etmiş. Fakat Zeccâc ve diğerlerinin ileri sürdükleri mana, "Hiç şüphesiz siz, çeşitli sözler içindesiniz (tutarsızsınız)" (Zâriyat, 8) ayetine uygun düşer. Çünkü o müşrikler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında, birbirini tutmaz sözler söylüyorlardı. Fakat "şekk", "zan" ve "kesir" "karar" gibi şeyler, farklı şeylerdir. Burada şöyle bir incelik vardır: "Merîc" lafzının, onların zan ve kesin kararları için kullanılması, o kesin kararların doğru olmayışını gösterir. Çünkü doğru olan kesin şey değişmez. Ama onlardan kaynaklanan bu kesin şeylerin ise, değişmesi kaçınılmaz. Binaenaleyh onların işleri muzdarib, birbirine girmiş ve tutarsız haldedir. Ama Allah'ın imana muvaffak kıldığı mü'min böyle değildir. Çünkü onun inancında tereddüd yoktur ve inancında ihtimaller yoktur.

Sağlam Gök Binası

5 ﴿