12

"Gökden de bereketli su indirdik ve onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik ve tomurcukları birbiri üstüne binmiş, uzun boylu hurma ağaçlan (yetiştirdik). (Bunlar), kullarına rızık olmak için(dirler). Biz o (yağmurla), ölü bir memlekete can verdik, işte (kabirden) çıkış da böyledir".

Bu ayetler de, gök ile yer arasında bulunan, diğer bir delile işarettir. Böylece yapılan istidlal, hem gök, hem yer, hem de bu ikisi arasındakilerle olmuş olur. Bu istidlal de, yağmurun gökten indirilip, bitkilerin yerden bitirilimesi meselesidir. Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu İstidlal, biraz önce geçen, "Onda her sınıftan, güzel çiftler bitirdik" (Kâf, 8) ile yapılmıştı. Binâenaleyh aynı istidlalin, "Onunla bahçeler, biçilecek taneler bitirdik" ifadesiyle tekrar yapılmasının hikmeti nedir? Deriz ki: "bitirdik" fiili, bitkilerin bizzat kendileriyle istidlal etmeyi gösteren bir ifadedir ki, "Bitkiler, ağaçlar, büyür-gelişir" demektir. İşte aynen bunun gibi, ölümünden sonra, Cenâb-ı Hakk'ın, gökten indirdiği su vasıtasıyla, büyüme ve gelişme kuvvetini bitkilere yeniden döndürdüğü gibi, insana da büyüyüp-gelişme kuvvetini yeniden döndürmesiyte, insanın bedeni de, büyür-gelişir.

Ayetteki, "biçilecek taneler" ifadesinde takdiri şeklinde olan bir hazîf vardır. Buradaki "hâsîd" kelimesi, "mahsûd" (biçilecek) manasınadır. Yani, "Biz, meyveleri koparılıp toplanan, ama aslı (ağacı) kalan ve yılda yahut iki yılda bir hasad edilip biçilen ekinler yarattık" demektir. Biz, hasad edilen taneleri (tahılları) bitiriyoruz" takdirinde de olabilir. Fakat birincisi daha tercihe şayandır.

Ayetteki, "Uzun boylu hurma ağaçlan..." ifadesi, iki cinsin birbirine karışmasına bir işarettir. Çünkü bahçelerde, meyvesi toplanan ve yeniden ekilmeksizin her sene meyve veren ağaçlar vardır. Fakat hurma ağacı, tozlaştırılır (çiçekleri dölleme) yapılır. Eğer bu tozlaşma olmazsa meyve vermez. O halde bu bağ bahçe, hem ekilip-biçilen tarla, hem de ağaçların bulunduğu bahçe cinsinden karışık birşeydir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, her sene hasadı yapılan ve ekilip biçilen şeyler ve hersene ekilip biçilemeyen ama aslı (ağaçları) sürüp gittiği için meyve veren şeyler yarattığı gibi, meyveleri açısından iki ayrı cins olan şeyler de yaratmıştır. Çünkü meyvelerin bir kısmı "fakihe" (sırf meyve)dir ve kendisinde azık olma özelliği yoktur. Ekilip-biçilen şeylerin pek çoğu ise azıktır. Meyvelerden de, hem meyve hem azık özelliğinde olanlar vardır. Allahü teâlâ ayrıca uzun hurma ağaçları da yaratmıştır.

Ayetteki,"Uzun boylu" ifâdesi, Allah'ın mükemmel kudret ve ihtiyar (irâde) sahibi olduğunu te'kid eder. Çünkü ekilip-biçilen şeyler hakkında eğer, "Bunun ürününün toplanabilmesi, güçsüzlüğünden ve ağacın (bitkisinin) küçüklüğünden (enginliğinden) dolayıdır. Aynen bunun gibi, her sene bunları yenilemeye de ihtiyaç duyulur. Halbuki bahçelerdeki ağaçlar, büyük ve iri oldukları için, ayakta kalırlar ve her yıl meyve verirler" denilirse, buna şöyle cevap verilir: "Uzun hurma ağaçları, zayıf-güçsüz üzüm bağlarından daha kalın ve daha kuvvetli değiller mi? Ama buna rağmen, onlar her yıl birisinin tozlaştırma işini yapmasına muhtaç oldukları halde, üzüm bağları buna muhtaç değildir. Binâenaleyh Allahü teâlâ, ağaçların büyüklüğünden, küçüklüğünden, uzunluğundan, kısalığından ötürü değil de, herseye özelliğini veren zattır.

Ayetteki, "Tomurcuklan birbiri üstüne binmiş..." ifadesi, "tıpkı ekinin başağında olduğu gibi, bunların tomurcuklarının kapçıkları da Üst üste dizilmişlerdir" manasınadır. Bu enteresan bir durumdur. Çünkü uzun uzun ağaçların meyveleri ortadadır, açıktadır, ayrı ayrıdır, ceviz, badem ve sâirede olduğu gibi, herbir meyvenin çıktığı bir asıl (dal) vardır. Halbuki, tıpkı bir başakta olduğu gibi, hurma kapçıkları da tek bir asıl (dal) üzerindedirler.

Kullara Rızık

Daha sonra Hak teâlâ, "Kullarına rızık olmak için" buyurmuştur. Bu hususta, şu iki izah yapılabilir:

a) "Rızk" kelimesi, mef'ûl-ü mutlak olarak mansubtur. Çünkü "bitirme", "rızık verme" fiilinin manasındadır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Kullar için, bitirdikçe bitirdik..." demiştir.

b) Bu kelime, mef'ûl-ü leh olarak mansubtur. Buna göre sanki, "Biz onları, kullara rızık olsun için bitirdik" demektedir.

Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Hak teâlâ, göklerin ve yerin yaratılmasından bahsederken, "tabsira" ve "zikrâ" olarak buyurmuş, aslında bunlar da bir tabsira (delil-hüccet) olduğu halde ve gökte ve yerde tabsira ve tezkire (hatırtatıcı şeyler) olmanın dışında başka faydalar da olduğu halde, meyvelerden bahsederlerken, "Bir rızık olarak" (rızkan) buyurmuştur. Şu halde bu iki ifadede değişik kelimeleri tercih edişindeki hikmet nedir? Deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılabilir:

1) İstidlal şu iki şeyden, yani iade (yeniden diriltmeden ve yeniden diriltmeden sonra "bekâ"dan ötürü yapılmıştır. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), müşriklere, ondan sonra devamlı mükâfaatın veya devamlı cezanın olacağı bir hasrın ve toplanışın olacağını haber vermiştir. Ama onlar bunu inkâr etmişlerdir. Burada iadenin (dirilişin) isbâtı şöyledir: Gökleri ve yeri yaratmaya kadir olan Allah, yok olmalarından sonra bütün mahlûkatı yaratmaya da kadirdir." İkincisine, yani "beka" İçin yapılan istidlal ise şöyledir: Dünyada beka (hayatı sürdürme), azıklarla olur. Gövdeli ve gövdesiz onları orada ebedî kılmaya da kadirdir. Binâenaleyh mahlukat için, bunlardan birincisi bir tabsire ve tezkire olmuştur, ikincisi de hayatın, rızık ile sürüp gideceği hususunda bir tezkira (hatırlatma) olmuştur. Bu ikisi arasındaki farkın böyle olduğunun delili, ilk iki ayetten sonra getirilen, "tabsira" ve "zikrâ" kelimeleridir. Daha sonra da, sudan, suyun indirilişinden, böylece de bitkinin bitirilişinden bahsedilmesidir.

2) Meyvelerin faydası açıktır ki bu da rızık olmasıdır. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, meyvelerin faydasını, "rızkan" diye ifade etmiştir. Apaçık olan gök yüzünün faydası ise, onların zihinlerinden uzak olduğu için, kulların faydası ile ilgili olmamıştır. Öyle ki eğer kullar, ekin ve meyvenin hiç olmadığını, bir an için düşünecek olsalar, helak olacaklarını düşünürler. Ama durumun, tersine olmasının daha uygun oluşuna rağmen, eğer onlar üstlerindeki göğün yok olduğunu farzetseler, "Bunun bize zararı olmaz" diyebilirler. Tersinin daha evlâ olduğunu söylemiştik: Çünkü gök, Allah'ın takdiriyle rızıkların sebebidir. Orada, başka faydalar da vardır. Halbuki meyveler olmasa bile, hayat sürüp gider. Bu tıpkı, meselâ, Allahü teâlâ'nın bir topluma, bıldırcın eti ile kudret helvası indirmesi, yine bir başka guruba da gökten o (meşhur) sofrayı indirmesi gibidir. Binâenaleyh bu demektir ki Allah burada, insanlar için her halükârda görülebilecek durumu zikretmiştir.

3) Ayetteki "rızk" kelimesi, kâfirlerin yalanlamaların, çirkinlik bakımından doruk noktada olduğunu belirtmek için, Kendisinin mün'im (rezzâk) olduğuna bir işarettir.

Çünkü bu, mün'imi yalanlamanın, mümkün olan en ileri derecede çirkin birşey olduğuna işarettir.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ önceki ayette, "Taatımıza dönen her bir kulun kaîp gözünü açmak, (tabsiratan) ve ona ibret vermek (zikra) için" buyurmuş ve kulu, "munîb" (taata dönen) olarak nitelemiş, göğün yaratılışını böyle muhlis kulları için bir tabsira (hüccet) saymış ve mutlak manada bütün kullar için bir rızık" buyurmuştur. Çünkü rızık, herkes için söz konusudur. Fakat ancak munîb olan kullar, o nimet vereni hatırlayıp, O'na şükrederek yer-içerler, diğerleri ise, tıpkı hayvanların yediği gibi yer-içerler. İşte bu sebeple, Cenâb-ı Allah, rızkın, genel olarak bütün kullar için olduğunu belirtir.

Üçüncü Mesele

Allahü teâlâ tıpkı gök yer hususunda, herbiriyle ilgili olarak üç şeyden bahsettiği gibi, bu ayette de, bahçelerin, tanelerin (tahılların) ve hurmaların bitirilmesi gibi üç şeyden bahsetmiştir. O üç şeyin, ilk iki ayet için, uygun düştükleri anlaşılmıştı. Binâenaleyh bu ayette bahsedilen bu üç şey de, böyle midir? Diyoruz ki: Biz, bu üç şeyin, üç cinse işaret olduğunu anlatmıştık. Bu üç cins de,

a) Gövdesi (ağacı) senelerce ayakta kalıp, meyve için herhangi bir işçinin işine muhtaç olmayanlar,

b) Gövdesi (sapı) ayakta kalamayıp, her yıl, yeniden ekilen, işçinin işine muhtaç olanlar,

c) Her yıl özelliği de (kısmen) kendisinde toplayanlar... Tıpkı yeryüzünün özellikleri, üç şeye, yani başlangıçta yayılıp döşenmeye; ikinci safhada, sıra dağlarla ve en ileri safhada da. bitkiler bitirmeye ve süslenip donanmaya münhasır olduğu gibi, meyve ve ekinlerden hiç birisi, biraz önce bahsettiğimiz o üç cinsin dışında kalmazlar.

Ölü Yerin Diriltilmesi

Cenâb-ı Hak daha sonra, "Onunla bitirdik" ifadesine atfederek, "Biz o (yağmurla), ölü bir memlekete can verdik" buyurmuştur ki bu hususla ilgili şöyle iki bahis vardır:

Birinci Bahis: Biz, ekini bitirme ve suyu indirme ile istidlâlda bulunulduğunu söylersek, bu, rızk ile bekâ'nın mümkün olduğunu belirtmek için yapılmış olur. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, "Biz o (yağmurla) ... can verdik" beyanı bekâ'nın delili olduğu gibi, öldükten sonra yeniden dirilmenin de bir delili olduğuna bir işaret olmuş olur. Ki, bunun da böyle oluşunun delili, ayetteki, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" cümlesidir.

İmdi, eğer: "Gökten su indirme (yağmur yağdırma), bekanın ve hayatiyetin beyânı içindir; üstelik Allahü teâlâ bundan sonra hem, "Biz o (yağmurla) ölü bir memlekete zan verdik" hem de, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" demiştir. Böylece, beka hususunda yapılan istidlal, "diriltme"ye dair yapılan istidlalden önce olmuş olur. Halbuki, hayat vermek, hayatiyeti devam ettirmekten önce gelir. Dolayısıyla, o halde senin "istidlal" sözün daha nasıl olur? Bu sebepte, ilk önce Cenâb-ı Hakk'ın, ölüleri diriltici olduğunu, daha sonra onların hayatlarını devam ettiren olduğunu beyan etmek gerekir..." denilirse, biz deriz ki:

İhya (diriltme) delilinin zikredilmesinden sonra gökler ve yer ile, öldükten sonra : diriltme hususunda istidlal etmek yeterli olunca, Cenâb-ı Hak, hayatiyetin devamı delilini zikretmiş, sonra bir istidrâkte bulunarak, "ibkâya dair olan bu delil, nîn de delilidir. Ve bu, daha önce iki kesin delil geçtiği için, buna muhtaç aeğildir" buyurmuş, böylece de işe, bekâ'yı beyân etmekle başlayarak, "Ve onunla bahçeler bitirdik" demiş, daha sonra da ikinci kez "diriltme"yi yeniden zikrederek, Biz o (yağmurla)... can verdik" buyurmuştur. Eğer biz, suyun indirilmesi ve otun, ekinin bitirilmesi ile yapılan istidlalin, haşr'ın mümkün olduğunu beyan etmek için olmadığını söylersek, o zaman, "Biz o (yağmurla)... can verdik" ifadesinin, "onunla bitirdik. " ifadesinden başka olması gerekir. Ama, bizimdir iki görüşü söylememiz halinde ortaya çıkan şey, böyle değildir. Çünkü can vermek, her ne kadar bitirmekten ise de, bununla istidlal iki değişik başka şey için yapılınca, atıf caiz olmuştur. Nitekim sen, "Ticâret için çıktı ve ziyaret için çıktı" diyebildiğin halde, "Ticâret için ve ticâret için gitti" denilmesi caiz değildir. Bu ikincisi ancak, "gitme" "çıkma" başka olduğu zaman caiz olur.

Şimdi biz diyoruz ki: Hayat verme, rızkı bitirmeden başkadır. Çünkü, gökten yağmuru yağdırma sebebiyle, yeryüzü yeşillenir ve yerden çeşitti çiçekler çıkar. Ama bunlar ne gıdadır, ne azıktırlar. Bunlar ancak, yeryüzünün bir zîneti olup, bu durum Ekini de, ağacı da içine alan genel bir durumdur. Çünkü, bu durum her yerde mevcut halde, ziraat ve meyve (ağaç) her yerde bulunmaz. İşte bu diriltme de böyledir.

Buna göre şayet, "o halde bunun daha önce zikredilmesi gerekirdi. Çünkü, rünün yeşermesi, ekinlerin ve meyvelerin olgunlaşıp hasat edilmesinden önce olur. Bir de bu durum heryerde bulunabilir. Ama, ekin ve meyveler böyle değildir" denilirse, biz deriz ki: Ekinleri ve meyveleri bitirmek, daha mükemmel ve daha güzel nimet olduğu için, Allah, önce bunlardan bahsetmiştir.

Tay-ı Te'nisin Kullanılması

İkinci Bahis: Bu bahis, ayetteki ifâdesi ile ilgilidir. Biz diyoruz ki: Kendisiyle müennes bir kelime vasfedildiğinde, (......) kelimesinin sonuna, tâ'yı getirmek de getirmemek de caizdir. Çünkü bu kelime, (meyyit) kelimesinin şeddesiz halidir. "Meyyit" ise, "faîl" vezninde bir kelime olup, "fail" manasındadır. Binâenaleyh, burada, yani faîl kalıbının fail manasına alınması durumunda, tâ'yı zikretmek caizdir. Çünkü, mef'ûl anlamında olan faîl'de, iki tarafta eşittir. Ki, bu Cenâb-ı Hakk'ın "Muhakkak ki Allah, muhsinlere yakındır" (Araf, 56) ayetinde böyledir.

Buna göre şaayet, "Niçin mef'ûl anlamında olan faîl'de, müzekker ile müennes müsavidir?" denilirse, biz deriz ki: Fail ile mef'ûlün arasını açmaya duyulan ihtiyaç, hem manaya hem de lafza nazaran, müzekker mef'ûl ile müennes mef'ûl arasını açmaya duyulan ihtiyaçtan daha fazladır. Bunun mana bakımından böyle olduğu açıktır, ama lafız bakımından olanının isbâtına gelince, fail ile mef'ûl arasındaki farklılık, vezindedir. Harf ise, mef'ûl ile mef'ûlün leh arasındaki muhalefetten daha ileridir.

Bunun böyle olduğu iyi bilindiğine göre, şimdi biz diyoruz ki: Fail kalıbında, fâil vezni harf ile seçilemez.. Çünkü, fail kalıbı, tıpkı "yardım eden, gören" kelimelerinde olduğu gibi fail anlamına; "kırılmış" "esir edilmiş'" kelimelerinde de olduğu gibi mef'ûl anlamına gelir. Binâenaleyh, farklılık sırasında en güçlü durum ve karine hariç, bu iş harf ile seçilemez. Dolayısıyla da, ufacık bir farklılıkla bunlar birbirinden ayırt edilemez.

Bu husustaki sözün özü şudur: Fail, lafzî bir mana için; mef'ûl de, hakikî bir mana için vaz edilmişlerdir. Buna göre adeta birisi, "Mef'ûl lafzını, falan mana için; faîl lafzını, mef'ûl lafzı yerinde kullanınız.." demiş de, böylece faîl, adeta mef'ûl için vaz edilmiş, mef'ûl de, mana için vaz edilmiş olur. Lafzın değişmesi, mananın değişmesine tabi olunca, bir mana mukabili olduğu için, mef'ûl değişmiş; fakat, lafız karşılığında vaz edildiği için, evvelemirde faîl kalıbı değişmemiştir..

Buna göre şayet, "Buradaki ifâde ile, "Ölü arz da onlar için bir ayettir" (Yasin, 33) ayeti arasında ne fark vardır ki, Allah Yasin Sûresi'nde müenneslik tâ'sını getirmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hak Yasin Sûresi'nde, yeryüzünün bu hal ile tavsif etmeyi istemiş te, "ölü arz" buyurmuştur. Çünkü, bu meyte kelimede, fail oluş manası gayet açıktır. Belde de asl olan ise hayattır, hayatiyyettir. Çünkü yer, canlı olup hayatiyet kazandığı zaman meskûn olur. İnsanlar orada oturmaya ve orayı memur etmeye başlarlar. Böylece de orası belde haline gelir. İşte bu sebeple tâ düşürülmüştür. Çünkü faaliyet manası burada vardır. Fail manasına olan faîi'de ise, tâ bulunmaz. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hak'ın, "Güzel bir belde..."(Sebe, 15) ifadesidir. Çünkü burada failiyyet manası açık olduğu için tâ harfi getirilmiştir; zahir olmayan yerde ise tâ getirilmemiştir ki, işte bu, kıymetli bir incelemedir.

Ayetteki, "İşte (kabirden) çıkış da böyledir" ifadesine gelince bu, "Çıkış da, diriltme gibidir.." anlamındadır. Buna göre şayet, "İhyâ-diriltmeye çıkış değil, çıkarma (ihraç) benzetilir!?" denilirse, biz deriz ki: Bu kelamın takdiri, "Biz o suyla ölü bir beldeyi dirilttik de, böylece o belde yarıldı, oradan bitkiler çıktı.. İşte aynen bunun gibi, yer yarılır da, oradan ölüler çıkıverir.." şeklindedir. Bunun böyle olduğunu, ayetteki "Bu akıldan uzak bir dönüştür.."(Kaf, 3) cümlesinde geçen Kelimesinin "dönmek, dönüş" manasına olduğunu söylememiz de destekler. Çünkü Allahü teâlâ, o müşriklere, imkânsız gördükleri bu hususu beyân etmiştir. Binâenaleyh, şimdi onlar müteaddî anlamda olan rec'i, (döndürmeyi) uzak ve imkânsız görmüşlerse, Cenâb-ı Hakk'ın, "Çıkartmak da bunun gibidir..." demesi gerekirdi. Ama, Cenâb-ı Hak, "çıkış da böyledir" dediğine göre onların, (lâzım anlamında) rücûu (dönüş)ü İnkâr ettikleri anlaşılmış olur. İşte bu sebeple de, Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Biz diyoruz ki, burada, bu ikinci görüşe şöylesi bir ince manada bulunmaktadır. Çünkü onlar müteaddî anlamda olan rec'i, idöndürmeyi) inkâr ettiklerine göre, bu, ihraç (çıkartmak) anlamında olur. Halbuki, Allahü teâlâ ise, özellikle hurûç'u (çıkmayı) murad etmiştir. Binâenaleyh bu iki ifâde de, izahtan müstağnî olmasına rağmen, Kur'ân'ın belağati hususunda çok mükemmel bir dikkat çekmek vardır. Ki bu, şöyledir: "Rec” ve ihraç" rücûun ve hurucun (dönüşün ve çıkışın) bir sebebi gibidirler. Sebep bulunmadığında ise, müsebbeb (sonuç) kesinlikle bulunmaz. Ama, sebep bulunur da, bazan bir engelden dolayı netice, meydana gelmez.. Nitekim sen, mecazî de olsa, "Onu kırdım, ama kırılmadı.." dersin. Netice bulunduğunda ise, sebep de haliyle mutlaka bulunur. Ama, netice olmadığında, az önce de bahsettiğimiz gibi, sebep de olmaz.

Bu iyice kavranıldığına göre, bu demektir ki onlar, sebebin varlığını inkâr etmişler ve onu nefyedip kabul edmemişlerdir. Dolayısıyla da, sebep kesinkes bulunmayınca, neticede bulunmamıştır. Bundan dolayı onlar, her iki durumu birden inkâr etmiş ve su hususta aşırı gitmişlerdir. Çünkü, sebebi kabul etmemek, neticeyi kabul etmemek demektir. İşte bu sebeple, onlar nasıl ki, çıkartmayı kabul etmemek suretiyle bu iki hususu toptan reddetmişlerse, Allahü teâlâ da, bu iki hususu, "hurûç-çıkış" ile isbat etmiştir.

Hakk'ı Yalanlayanlar

12 ﴿