5"Tozutup savuranlara, yükü taşıyanlara, kolayca akıp gidenlere, iş bölümü yapanlara yemin olsun ki, şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur". Bu sûrenin başı, kendinden önceki sürenin sonuna uygundur. Çünkü Allahü teâlâ, hasrı delilleri ile beyan edip, "işte bu, bize göre kolay olan bir haşirdir" (Kâf, 44) deyince ve kendilerine Kur'ân'ın okunmasından ve delillerin konulmasından sonra küfürde hâlâ ısrar ettiklerine işaret olarak, "Onların üstünde bir zorba değilsin sen" (Kâf,45) yani, "Onları zorla imana sevkedecek, bunu kabule mecbur bırakacak değilsin" buyurunca, yeminden başka çare kalmamış ve bundan dolayı, "Tozutup savuranlara ... yemin olsun ki şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuştur. Aynı zamanda bu sûrenin başı ile sonu da biribirine uygundur, birbiriyle irtibatlıdır. Çünkü Hak teâlâ sûrenin başında, "Şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuş, sonunda da, "İşte kendilerine vaad edilen günlerinden (dolayı) vay o kâfirlere..." (Zariyat, 57-60) buyurmuştur. Bu ayetlerle ilgili birtakım meseleler var: Daha önce şu hikmeti zikretmiştik: Yeminde, bazı yüce meseleler ve önemli hususlar vardır. Bunu Sâffât Sûresi'nde anlatmıştık. Burada onları tekrarlayacağız. Bu konuda şöyle bazı izahlar var: 1) Kâfirler, bazan Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in delil hususunda gâlib geldiğini kabul ediyorlar ve bunu da münakaşa gücüne bağlıyorlardı. Bazan ileri sürdüğü şeyin doğru olmadığını kendisi de bildiği halde sırf cedel kuvvetiyle durumu kurtarmak için böyle yapmakla itham ediyorlardı. Tıpkı bir insana, hasmının bir delil getirip de, onun ilen süreceği hiçbir hüccet ve mazeret kalmayınca, "O cedel yolunu bildiği için ve benim ise bundan âciz katmam sebebi ile bana baskın çıkıyor. Halbuki o da biliyor ki, gerçek ve doğru benden yanadır" demesi gibidir. Bu durumda, hüccet getiren o kişiye ancak yemin yolu kalır da, "Allah'a yemin olsun ki durum benim söylediğim gibidir. Ben seninle bâtıl yere mücadele etmiyorum!" der. Çünkü o, bir başka delil getirmek suretiyle, bir diğer yola başvurursa, o getirdiği ikinci delil de tam ve mükemmel olsa, hasmı bu sefer de yine, önceki delil için söylediğini tekrar eder. Bu, cedel (münakaşa) ilmini ortaya koymadır. Şu halde böyle bir durumda ancak, ya susmak, ya yemine sarılmak, ya da delil getirmekten vazgeçmeden başka şey kalmaz. 2) Araplar, yalan yeminden kaçınıyorlar ve yoksa yeminin, diyarları ıssız-kimsesiz (harap) hale getirdiğine inanıyorlardı. Hem sonra Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), her şerefli şeye çokça yemin etmiş, bu da ancak onun yüceliğini ve sebatını artırmıştır. Üstelik o Araplar, onun bu şeylere yalan yere yemin etmeyeceğini; ona yeminlerin uğursuzluğunun isabet edeceğini ve bazan ona hoşuna gitmeyecek şeyler gelip çatacağını biliyor, buna böyle inanıyorlardı. 3) Allahü teâlâ'nın ettiği yeminlerin hepsi, yemin biçiminde sunduğu birer delildirler. Bunun misali, kendisine iyilik ve ikramda bulunan bir kimseye "senin o çok nimetlerine yemin ederim ki, sana şükretmeyi (teşekkürü) devam ettireceğim" diyen kimsenin, sözü gibidir. Çünkü bu kimse böylece, teşekkürün devamını gerektiren bir sebeb olan nimetleri zikreder ve bunu yemin yoluyla yapar. İşte bunun gibi, Cenâb-ı Hakk'ın Kur'ân'daki bu yeminleri de yeniden diriltmeye kadir olduğuna dâir birer delildirler. Buna göre eğer, "Allahü teâlâ bunları niçin yemin tarzında sunmuştur?" denilirse, biz deriz ki: Çünkü konuşan kimse, sözüne, dinleyenin, onun büyük birşey söylemek istediğini anlayacağı bir biçimde yemin ederek başlarsa, bu durumda dinleyici konuşana, onun, sözün pek önemli olmadığını bileceği durumda vereceği dikkatten daha fazla dikkat vererek dinler. Bundan dolayı konuşan, sözüne yemin ile başlar, muhatabları onu daha iyi dinlesin diye, delilini yemin şekline sokar. Böylece de, apaçık bir burhan ve sapasağlam bir delil, yemin biçiminde ortaya çıkmış olur. Bu konuda, Sâffât Sûresi'nde geniş izahta bulunmuştuk. Cenâb-ı Hakk'ı, başlangıçlarında, huruf-u mukattaa'nın dışındaki şeylere yemin etmiş olduğu bütün sûrelerde bu yeminler, üç esastan birini isbat içindir. Bu esaslar da, vahdaniyyet, risalet ve haşr olup, imanın kendisiyle tam ve mükemmel olduğu şeylerdir. Allah vahdaniyyeti (tevhidi) isbat için, sadece bir sûrede, Sâffât Sûresi'nde yemin etmiştir. Çünkü Cenâb-ı Hak orada, yeminden sonra, "Hiç şüphesiz sizin tanrınız hakikaten birdir" (Sâffat, 4) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü onlar, "O (Peygamber), ilahları tek bir ilah mı yapmış?" (Sâd, 5) diyerek inkâr ediyorlardı. Yine onlar şirkte de çok ileri gidiyorlardı. Ama sözleri arasında ve bazı durumlarda, tevhid inancını da izhâr ediyorlar, meselâ, "Biz o putlara ancak, bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz" (Zümer, 3) ve "Eğer onlara, gökleri ve yeri kimin yarattığını sorsan, muhakkak ki "Allah" diyecekler"(Lokman, 25) diyorlardı. Onlar gerçekten ilk esası, tevhidi inkârda aşırıya gitmemişler, bundan dolayı da Cenâb-ı Hak, bu hususta delil getirmekle yetinmiş, buna çokça yemin etmemiştir. Bu yeminli sûrelerden ikisinde ise, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in doğruluğunu ve onun gerçek peygamber oluşunu isbat için yemin etmiş olup, bunlardan birinde, tek bir hususa yemin etmiştir. Bu, "Battığı zaman yıldıza yemin olsun ki, arkadaşınız sapmadı" (Necm, 1-2) ayetidir. İkinci ayette ise, iki hususa yemin etmiştir. Bu da, "Kuşluk vaktine ve sükûna vardığı dem geceye yemin olsun ki, Rabbin seni terketmedi, sana darılmadı da..." (Duhan, 1-3) ayetleridir. Bu böyledir, çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in risaletini isbat hususunda yapılan yeminin, çokça olmak üzere, hem huruf-u mukattaa ile hem de Kur'ân adına çokça yapılmıştır. Tıpkı, "Yâ, Sin, hakîm olan Kur'ân'a yemin olsun ki, sen hiç şüphesiz peygamberlerdensin" (Yasin, 1-3) ayetinde olduğu gibidir. Biz, bundaki incelikleri daha önce zikretmiştik. Şöyle ki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in (en baş) mucizesi Kur'ân'dır. Bundan dolayı yeminde delile işaret olan birşey olsun diye, Allahü teâlâ burada Kur'ân'a yemin etmiştir. Diğer surelerde ise, yeminin konusu haşr, ilahî (uhrevî) ceza ve bunlarla ilgili şeylerdir. Çünkü onların bu konudaki inkârları hertürlü sınırı aşmış ve huruf-u mukattaa ile yapılan yeminler, bunu tam göstermez olmuşlardır. Allahü teâlâ beş sûrede, cemî müennes salim kelimeleri kullanarak yemin etmiş, ama hiçbir sûrede cemî müzekker salim kelimeler ile yemin etmemiş ve meselâ, "Salih erkek kullanma yemin olsun ki.,."Mukarrebîne yemin olsunki... gibi bir şey dememiştir. Halbuki müzekker sığalar daha üstündür. Çünkü vâv ve nûn ile yapılan cemî müzekker salim sîğası, çoğunlukla akıl sahibi varlıklar için kullanılır. Daha önce, bu varlıklara yapılan yeminlerin, ancak kendisi hakkındaki durumla apaçık olması halinde ve müşriklerin artık bunu itiraf etmiş olması durumunda tevhidi beyan için olacağını, huruf-u mukattaa'ya ve bizzat Kur'ân üzerine yemin biçiminde bulunduğu için, peygamberlik hakikatini isbat için olmadığını anlatmıştık. Geriye, haşr ve Kıyamet gününün isbat maksadı kalır. Fakat hasrı isbat, sâlih kimselerin sevaba, günahkârların ise azaba duçar olacaklarını gösterir. Bunun yaran da, akıllı kimselere yöneliktir. Böylece bu durum, onların dışındaki varlıklar üzerine yemin edilmesini gerektirmiştir. En doğrusunu Allah bilir. Cenâb-ı Hakk'ın, vahdaniyeti isbat için yemin ettiği sûrede, önce hareketsiz varlıklara yemin ederek, "Saf bağlayıp duranlara yemin olsun ki... "(Saffat. 1) buyurmuştur. Geriye kalan dört sûrede ise, hareketli şeylere yemin ederek, "Tozutup savuranlara..." (Zariyat, 1), "Birbiri ardınca gönderilenlere..." (Mürselât, 1) ve "Söküp koparanlara andolsun ki..."(Naziat, 1) buyurmuştur.Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın, "Yüzüp, Öncül olarak koşanlara yemin olsun ki..." (Naziat. 3-4) ayeti, bu sonuncusunun bu manada olduğunu teyid eder. Bir de, "Andolsun o harıl harıl koşanlara..." (Adiyat, 1) buyurmuştur. Bu böyledir, çünkü "haşr"de, toplanma ve dağılma vardır. Bu ise hareketliliğe en uygun bir durumdur. Yahut da şöyle deriz: Bütün bu dört sûrede Cenâb-ı Hak, beyan edildiği gibi, rüzgârlara yemin etmiştir. Rüzgârlar ise, toplayıp dağıtan şeylerdir. Şu halde dağınık bulutlan peş peşe gönderilen rüzgârlarla biraraya toplamaya kadir olan Allah, bedenin dağılmış parça ve uzuvlarını da, kendi ilahî meşieti ile, tercih edeceği herhangi bir yol ile biraraya getirmeye kadirdir. Ayetteki, "Zâriyât" ile ilgili birkaç görüş vardır: 1) Bunlar, toprağı ve benzeri şeyleri tozutup savuran rüzgârlardır. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onu rüzgârlar tozutup savurur" (Kehf, 45) buyurmuştur. 2) Bunlar, yıldızlardır. Buna göre "zâriyât", "birşey, hızlı gitti" manasında kullanılan (......) fiilindendir. 3) Bunlar meleklerdir. 4) Bu ifade, "Tozutup savuranların Rabbine andolsun ki..." takdirindedir. Birinci görüş daha doğrudur. Bu sûrede yemin edilen dört şeyin, ayrı ayrı şeyler olması mümkün olduğu gibi, dört durumu olan tek bir şey olması da mümkündür: 1) Bunlar, Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'den rivayet edilen şu haberlerdeki gibidir: "Zâriyât, (tozutup savuran) rüzgârlar; hâmilât, (yağmur taşıyan) bulutlar; Câriyat, (akıp giden) gemiler; mukassimât da, rızıklan paylaştıran meleklerdir. Doğruya en yakın olan bir diğer görüşe göre, bu kelimeler, rüzgârların dört değişik sıfatıdır.. Buna göre zâriyât, (tozutup savurarak) bulutları inşâ eden, birararaya getiren rüzgârlardır; hâmilât, yağdığında, büyük sellere sebebiyet verecek kadar olan, su buharlarından oluşmuş bulutlan taşıyan rüzgârlardır. Bu bulutlar, dağlardan daha ağırdırlar. Câriyât ise, böyle yağmurla yüklendikten sonra bu bulutlan sürükleyip taşıyan rüzgârlardır. Mukassimât ise, yağmurları beldelere taksim eden, dağıtan rüzgârlardır. Şöyle de denilebilir: Bu dört kelime, yeniden dirilişin tam ve mükemmel şekli olan dört şey karşılığında zikredilmiş olan dört husustur: Çünkü bedenin dağılmış parçalarının bir kısmı toprağın içinde, bir kısmı denizlerin diplerinde, bir kısmı da havada bulunur ki bunlar bedenlerden kopup ayrılmış çok küçük ve buharımsı cüzlerdir. Buna göre "Zâriyât", yerden savrulup havaya karışmış parçaları toplayan" manasına olur. Çünkü "zâriye", toprağı yerden savurup kaldıran şey anlamına gelir." "Hâmilât-ı zikran" ise, havadaki bu parçaları toplayarak, bir yük olarak onu taşıyan şeylerdir. Çünkü rüzgârlar, toprağı sırtına alıp taşıyamaz, aksine onu, bulutların hilafına, bir yerden bir yere atarlar, savururlar. Çünkü bulut, tozu yüklenir ve onu, kendisinden birşey düşmeyen bir yük gibi onu havada taşır. Câriyât ise, küçük parçaları sulardan derleyip toparlayan şeye işarettir. Çünkü, ağır gemileri denizlerin dalgalarından sahillere taşıyan şey, parçaları da denizlerden karalara taşımaya kadirdir. Şu halde parçaları, yerden, havadan ve denizlerin ortasından toplayıp bir biraraya getirmenin mümkün olduğu ortaya çıkar. Bunlar biraraya getirilince, geriye bunlara bir ruh (can) üfürülmesi kalır. Ruh da Allah'ın emrindendir, işlerindendir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Sana ruhu sorarlar. De ki: "Ruh, Rabbimizin emrinden (işlerinden) dir" (İsra, 85) buyurmuştur. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, yani, "Ruhları bedenlere. Allah'ın emriyle taksim eden, üfleyen o meleklere yemin olsun ki..." buyurmuştur. Cenâb-ı Hak, bu meleklere "mukassimât" (taksim edenler, dağıtanlar) diye anmıştır. Çünkü insan, maddi cüzleri açısından, kesindir ki, birbirinden farklı değillerdir. Zira herkesin bir başı, ayakları vs. var. İnsanlar, sayı ve değer bakımından birbirlerine yakındırlar. Fakat ileri derecedeki farklılık ruhlardadır. Çünkü ruhlardan, iyi olanlar ile kötü olanlar arasında hayli farklılık vardır. Bu farklı (olanları) taksimat da, ancak hür bir taksimata ve hür bir memur tarafından yapılabilir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak böyle buyurmuştur. Ayette mansub olan bu kelimeler, nahiv bakımından hangi yönden mansubturlar? Diyoruz ki: Zerven kelimesinin, mef'ûl-ü mutlak olarak mansub olduğunda şüphe yoktur. Vakran kelimesi ise mef'ûl-ü bih olarak mansubtur. Nitekim Arapça'da "Falanca ağır bir yük yüklendi" denilir. Bunun, mef'ûl-ü mutlak yerini tutan bir isim olması da muhtemeldir. Nitekim Arapça'da, "Ona kamçı vurdu" denilir. Bunu, bu ifadeyi "vâv"ın fethasıyla vakran okuyanların kıraati de destekler. Ayetteki yüsven kelimesine gelince, bu da mahzûf mef'ûl-ü mutlakın sıfatı olarak mansubtur ve takdiri, "Kotay bir akışla..." şeklindedir. Ayetteki, emren kelimesi de, ya tıpkı "Falanca rızkı veya malı taksim etti" denilmesinde olduğu gibi, mef'ûl-ü bih'tir, yahut da, "Falancayı sabren, yani masbûren öldürdü" denilmesi gibi, masdar şeklinde gelmiş bir "hal" olarak mansubtur. Ayette de böyledir, yani bu emren, me'mûren manasınadır. Buna göre ayet, "Ayetteki vikran kelimesi mef'ûl-ü bih ise, niçin cemî olarak getirilip de evkâran denilmemiştir?" denilirse, deriz ki: Çünkü hâmilât ifadesi, anlattığımız gibi, rüzgârların sıfatıdır. Bunlar da, aynı vikr (yük) ile gelirler. Çünkü bir rüzgâr eser, bulutu (bir yere kadar) sürer, sonra onu geçer gider. Derken bir başka rüzgâr eser, onu biraz daha götürür. Çoğu kez de o bulutlar, rüzgârların farklı yönden esişleri sebebiyle, sağa sola yönelirler. Mef'ûl-ü bih olduğunu söylediğimizde, emr kelimesiyle ilgili söz de böyledir. Çünkü me'mûr olan bir grup, aynı şeyi "taksim" ederler, yahut deriz ki: Bu ifadeler, mukadder olarak tekrar etmiş ifadelerdir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki buyurmuştur. Sekizinci Mesele Mükassimât'ın başındaki "fâ"nın getiriliş hikmeti nedir? Diyoruz ki: Eğer bu kelimenin rüzgârların sıfatı olduğunu söylersek, bu "fâ", o işlerin meydana gelişteki sırasını gösterir. Çünkü "zâriyât", bulutlan meydana getirir. Sonra da yağmurları, bölgelere taksim eder. Yok eğer bu ifadelerin, dört ayrı şey olduğunu söylersek, bu "fâ", taksim olunan şeyin sırasını değil, taksimdeki tertibi (sırayı) ifade eder. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki şöyle demektedir: "Savuran rüzgârlarla, sonra yüklü bulutlarla, sonra akıp giden gemiler ile, sonra da taksim eden meleklerle taksimatta bulunurum." Ayetteki, hâmilât ve câriyât kelimeleri, rüzgârlardaki faydaların beyânına işarettir. Karada bulutları var etmek, denizde de gemileri yüzdürmek suretiyle... Sonra "mukassimât" ifadesi de, bulutları taşımaya ve gemilerin hareketine varıp dayanan rızıklara ve Allah'ın taksimatıyla olan rüzgârlara işarettir. Dolayısıyla bazı kimselerin gemilerini, istedikleri gibi hareket eder, ama kâr getirmez; bazılarının gemileri de, onlar habersizken hareket edip giderler, ama kâr elde ederler. Nitekim Hak teâlâ, "Onların gemilerini biz taksim ederiz" (Zuhruf, 32) buyurmuştur. Ahiretin Gerçekliği Cenâb-ı Hak daha sonra "Şüphesiz ki size vaad olunan elbette doğrudur" buyurmuştur. Buradaki (......) edatının, "masdariyye" olması muhtemeldir. Buna göre mana, "Bu vaad gerçektir" şeklindedir. Yine bunun, ism-i mevsul olup, "Vaad olunan o sev elbet doğrudur" manasında olması da muhtemeldir. "Sâdık" kelimesi, tıpkı ifâdesinde olduğu gibi, "Doğruluk sahibi bir vaad" takdirindedir. Böylece masdar, ism-i failin masdar ile sıfatlanması gibi sıfatlanmıştır ki burada, ileri derecede bir te'kid vardır ve tıpkı bir kimsenin, "Falanca baştan aşağı lütuf, baştan aşağı sabırdır" demesi gibidir. İşte "doğru söz' ve "hasmı ezen burhan" vb. birşey diyenin, tıpkı böyle bir te'kid (vurgu) ortaya koymuş olması gerekir. Bunun izahı şöyledir: Bir kimse "Falanca latiftir" yerine "sırf lütuftur" dediğinde, sanki şöyle demek istemiş olur: "Latif, kendisinde lütuf (iyilik yapma özelliği) bulunan kimsedir. Binâenaleyh latifde, hem lütuf, hem de başka şey var demektir. Böylece bu kimse onun lütfunun çok olduğunu beyân etmek istemiş ve onu tepeden tırnağa sırf lütuf kabul etmiştir. İkincisinde de, doğruluk, konuşanın konuştukları hususunda kendisinde bulunan bir sıfat olunca, o sanki şöyle demek istemiştir: Bu söz, kendisine doğruluk sıfatı verilebilmesi için, başka birşeye muhtaç değildir. Aksine bu, kuvvetli bir sebeb olduğundan, ona "sadık" (doğru) denilmesinde yeterlidir. Ayetteki, vaadetti fiilinden olabileceği gibi (tehdid etti) fiilinden de olabilir. İkincisi daha doğrudur. Çünkü inkarcıya karşı, vaadden ziyâde vaid (tehdid) İle olur. Ahiretten Gafil Olanlar |
﴾ 5 ﴿