12"Şüphesiz ki ceza (karşılık) elbette olacaktır. O haleli yollara sahip göğe yemin olsun ki, gerçekten siz kesinlikle ihtilafa düşen bir söz içindesiniz. Ondan döndürülen döndürülür. Kahrolsun o koyu yalancılar ki, onlar, koyu bir cehalet içinde kalmış gafil kimselerdir. Onlar, o ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar". "Dîn", olacak ceza (karşılık) manasınadır. Buna göre, hasrın inkarı ile akıldan uzak görülen, ihtimal verilmeyen şey, vaad olunan şeydir, ki o da, hesap ve ceza, yani ikâbtır, yani haşr inkâr edilmekle bu inkâr edilmek istenmiştir. Binâenaleyh Hak teâlâ âdeta, "Şüphesiz size vaad olunan elbette doğrudur ve şüphesiz ki ceza elbette olacaktır" demek suretiyle, hesabın eksilmez görüleceğini ve ikabın uygulanacağını anlatmak istemiştir. Daha sonra Hak teâlâ "O haleli yollara sahib göğe yemin olsun ki..." buyurmuştur ki, bu hususta birkaç bahis vardır: 1) "Nabuk" kelimesinin, yollar manasında olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, bununla yıldızların yollarının ve uğraklarının (yörüngelerinin ve burçlarının) kastedilmiş olması muhtemeldir. Bununla, yıldızlar ile, gökte oluşan şekillerin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Çünkü yıldızların "semt"inde (tepe noktasında), Ashab-ı Suver'in Tinnîn, akreb ve nesr yolu dedikleri yol, Cevza (ikizler) vb. dedikleri sistemler yer almaktadır. Buna göre bununla, yıldızlarla süslenmiş bir gök kastedilmiş olur ki, "Burçtu göğe yemin olsun ki..." (Buruc, 1) ayeti de böyledir. Habük kelimesinin, gökyüzünün iyi dokunması, yapısının sağlam olması manasına geldiği, Arapça'da sık ve güzel dokunmuş kumaş için "hasenu'l-hubuk" sıfatının kullanıldığı söylenmiştir. Buna göre ayetteki bu tabir, "sağlamlığından ve kuvvetinden ötürü, tıpkı "Dönüş sahibi olan göğe ... yemin olsun ki" (Tarık, 11) ayeti gibi olmuş olur. Bu hususta söylenilenler, bundan ibarettir. 2) Yemin edilen şey hakkında olup, bu da ayetteki, "Gerçekten siz kesinlikle ihtilafa düşen bir söz içindesiniz" cümlesidir. Bu ifadenin tefsiri hususunda, hepsi de sağlam olan, şöyle çeşitli izahlar vardır: a) Bu, "Sizler çeşitli görüşler içindesiniz, yani Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında böylesiniz. Çünkü bazan, "O, emindir", bazan da "O yalancıdır" diyorsunuz. Onun gâh deli, gâh kâhin, gâh sihirbaz, gâh şâir olduğunu söylüyorsunuz" demektir. Bu mana muhtemeldir. Fakat biraz zayıftır. Çünkü böylesi (açık olan) şeyler hakkında yemin etmeye gerek yok. Zira onlar bunu hiç yadırgamadan söylüyorlardı. Dolayısıyla bunu yeminle te'kîde gerek yok. b) Bu ifade, "Siz aynı konuda sebatkâr değilsiniz. Bir görüşte sebat etmeyen,-nancında yakîne erişemez" demektir. Binâenaleyh o kimse, sanki hakkında, 'Göklere yemin olsun ki, inancınızda kesinliğe ulaşmış değilsiniz. Ama inadınızın aşırı oluşundan dolayı, bunda kesin gibi görünüyorsunuz" denilen kimse gibi olur.Bu görüşe göre, ayette şöyle bir incelik vardır: Onlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Sen, doğru söylemediğini kendin de biliyorsun. Ama bize karşı bile bile mücâdele ediyorsun, cedele başvuruyorsun. Biz ise cedeli beceremiyoruz" dediklerinde. Cenâb-ı Hak "Tozutup savuranlara... yemin olsun ki, sen sözünde doğrusun, muannka (bile bile doğrunun aksini inâd eden) bir kimse değilsin" diye cevap vermiş, sonra da, "Aksine ey kâfirler sizler, yemin olsun ki, benim vaadimin peygamberimin) doğru olduğunu kesin biliyorsunuz" buyurmuş, böylece, onlara karşı, işi tersinden ele almıştı. c) Bu, "Sizler, birbiriyle çelişen görüşler içindesiniz. Meselâ haşr hususunda, "ne haşr vardır, ne de diriliş" diyorsunuz, sonra da, "biz atalarımızı bir din üzere bulduk" diyorsunuz. Binâenaleyh ölümden sonra hayat olmadığına, ölenin duyusu-şuuru bulunmadığına göre, atalarınıza muhalefet edince, onlara bundan ne zarar gelir. Bu ancak, ölümden sonra bir azabın olduğunu söyleyenlerin nazar-ı itibara alması gereken bir sözdür. Eğer biz ölünün hoşlanmadığı bir şeyi açığa vurduğunu bilseydik, sizin "ölümlerinden sonra, atalarımızın hatalı olduklarını söylemeyiz" demenizin manası kalmazdı. Nasıl böyle olmasın ki sizler, develerinizi büyüklerinizin kabirlerine bağlıyorsunuz. Tevhid konusuna gelince, yine "Göklerin ve yerin yaratıcısının ancak Allah olduğunu söylüyor, daha sonra da kalkıp, "O, putlarımızın ilahıdır" deyip, şirke düşüyorsunuz. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hakkında da, bir taraftan "O, delidir" diyor, bir taraftan da, "Sen cedel gücün sayesinde bize galip geliyorsun" diyorsunuz. Halbuki deli olan, nasıl böyle muntazam ve mu'ciz (başkalarının söyleyemeyeceği güzellikte bir) söz söyleyebilir?.. İşte bütün bunlar, birbiriyle çelişen hususlardır. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "Ondan döndürülen döndürülür" buyurmuştur. Bu hususta da şu izahlar yapılabilir: a) Bu, mü'minler için bir övgüdür, yani "o çelişkili sözlerden ve birbirini tutmaz iddialardan, ancak (Allah tarafından) döndürülenler döndürülür ve tutarlı doğru inançlara iletilir" demektir. b) Bu bir zemm olup, "Peygamberlerden döndürülen döndürülür." c) "Haşr inancından döndürülen döndürülür." d) "Kur'ân'dan döndürülen döndürülür" manalarınadır. Bu ifade, "mahrum edilen, mahrum edilir" manasında, şeklinde ve "Yalanlanan yalanlanır" manasında (......) şeklinde okunmuştur. Kafadan Atanlar Daha sonra Hak teâlâ, "Kahrolsun o koyu yalancılar" buyurmuştur ki bu, ayetteki "İhtilafa düşen bir söz içindesiniz" ifadesi ile, "birşeyde sebat etmeyen, hiçbirşeye kesin gözüyle bakmayan; aksine zanda bulunan, yalan yanlış uyduran kimselersiniz" manasının kastedildiğine delâlet eder. Buna göre bu ayetin manası, "Koyu yalancılar mel'un olsun, Allah'ın rahmetinden uzak olsun" şeklinde olup, onlar hakkında bir bedduadır. Daha sonra Hak teâlâ, onların sıfatlarını sayarak, "Ki onlar koyu bir cehalet içinde kalmış gafil kimselerdir" buyurmuştur. Bu ifade ile ilgili birisi lafzı, diğeri manasıyla ilgili olarak şöyle iki mesele vardır: Lafzı ile ilgili mesele, ayetteki "sâhûn" kelimesinin, ikinci haber olması ihtimaliyle ilgilidir. Buna göre mübteda, "Onlar" kelimesidir. Kelamın takdiri, "Onlar, koyu bir cehalet içindedirler ve gafildirler" şeklinde olup, tıpkı cahilliği, zalimlikle niteleme niyeti güdülmeden, sırf Zeyd'in bu iki vasfı taşıdığını haber vermek niyetiyle, "Zeyd câhildir, zâlimdir" denilmesi gibidir. "Sâhûn" kelimesinin haber, (cehalet içinde) kelimesinin ise onun zarfı olması muhtemel olup, tıpkı "Zeyd, evinde oturuyor" cümlesi gibi olur. Bu cümlede haber "kâid" kelimesidir, "fî beytihî" ise onun zarfıdır. Aynen bunun gibi, ayetteki "fî-gamretin" ifadesi de, marife bir kelimenin cümle ile tavsîf edilebilmesini geçerli ve mümkün kılan "kehv"in zarifidir. Eğer bu sıfat olmasaydı mahfenin cümle ile tavsîf edilmesi caiz olmazdı. Mana ile ilgili mesele ise şudur: "Hamâs"ın yani koyu yalancının, gafil olma ile ve bâtıla dalma cehalet içinde kalma ile tavsif edilmesi "harrâs"ın zemm ifade eden bir sıfat olduğunu ortaya koymaktadır. Çünkü kendisine ancak zannın ulaştırdığı birşey hakkında yalan söyleyene "harrâs" ismi verildiğinde, bu bir noksanlık sıfatını ifâde etmez. Nitekim Arapça'da, ürünün miktarını ve askerlerin sayısını tahmin edenlere de "harrâs" denilir. Ama bilinen ve kesin olan şeyle ilgili olarak kullanılan bu kelime, "zemm (kınama) ifâde eder. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Harrâslar kahrolsunlar, ki onlar koyu bir cehalet içindedirler ve gafil kimselerdirler" buyurmuştur. Yoksa bu tahminde bulunan kimselere yönelik bir beddua değildir. Ayetteki, "koyu bir cehalet içinde kalmışlardı.." ifadesinden sonra "sâhûn" (gafil kimselerdir) ifadesinin getirilmesi, onların bir cehalet ve batıl içine düştüklerini ve onun içinde geri dönemeyecek şekilde kendilerini unutup, yollarını şaşırdıklarını ifade eder. Cenâb-ı Hak daha sonra "Onlar o ceza gününün ne zaman olduğunu sorarlar" buyurmuştur. Eğer "Zaman, fiillerin zarfı yapılır. Zamanın, bir başka zarf için zarf olması ise mümkün değildir. Burada ise Hak teâlâ, "ne zaman" ifadesini, "gün"ün zarfı yapmış ve "O ceza günü ne zaman?" buyurmuştur. Ve yine Arapça'da, "Zeyd ne zaman gelecek?" denildiğinde, buna cevaben, "Cuma günü" denilir. Ama, "Cuma günü ne zamandır?" denilmez" denilirse, buna şu şekilde cevâp verebiliriz: Bu kelamın takdiri, "Cuma günü zaman olur?" şeklindedir. Buna göre, ifadesinin takdiri de, "Din günü ne zaman olacaktır?" şeklindedir. (......) ya istifham için olan (eyyu) ve zaman anlamına gelen (ânun)'den; yahut da, (......) ve (evân) kelimelerinden meydana gelmiş mürekkeb bir kelimedir. Buna göre Cenâb-ı Hak sanki, "Hangi an, zaman?.." demek istemiştir. Kelime, mürekkeb hale gelince de, mebnî kılınmıştır. Bu, onların ayetteki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Şüphesiz ki ceza, elbette olacaktır" ifadesine karşı verdikleri bir cevap ve suâldir. Buna göre onlar "adetâ, istihza ederek, "O ne zaman olacak kil?" demişlerdir. (......) ifâdsinde, kendisine soru sorulacak kimsenin zikredilmeyişi, çünkü Cenâb-ı Hak, "Falanca ... sorarlar" buyurmamıştır. Onların maksatlarının esasen doğru cevabı olmak olmadığına onların bunu ancak alay ederek sorduklarına delâlet etmek içindir. Şerirlerin ve İyilerin Akıbeti |
﴾ 12 ﴿