17"O gün, kendilerinin ateş içinde azaba uğratılacakları gündür. (Onlara), "Tadın azabınızı. İşte, dünyada çarçabuk gelmesini isteyegetdiğiniz bu idi..." (denilir). Şüphesiz ki, müttakîler, Rabblerinin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde, pınarların başlarındadırlar. Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi. Onlar, gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı..". Şerirlerin Akıbeti Ayetteki, cümlesi, şu iki manaya gelebilir: a) Bu, onların, "o din günü ne zaman?" şeklindeki sorularına karşı verilmiş bir cevaptır. Bu durumda onlar, malûm olduğu için, onu bilmek ve anlamak amacıyla sormadıklarından; işte aynen bunun gibi onlara öğreten, açıklayan, soruyu beyân eden bir şekilde cevap verilmemiştir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, "O gün, kendilerinin ateş üzerinde azaba uğratılacakları gündür" buyurmuştur. Zira onların, bu ikinciyi bilmeyişleri, birinci hususu bilmeyişlerinden daha kuvvetlidir. Halbuki, daha kapalı bir şey ile (burada Zâriyât, 13), cevap vermek caiz değildir. Çünkü birisi, "Zeyd ne zaman gelecek?" dese, cevap veren kimse de, "Arkadaşı geldiğinde" dese, arkadaşının geleceği zaman da bilinmese, bu cevâp yerinde ve doğru olmaz. Böylesi bir cevap, ancak, kelâmın cevap tarzında olması durumunda yerinde olur. Bu da, bir kimsenin, "Sen bana ne kadar söz verdin de caydın.. Bu cayma işi, ne zamana kadar sürecek?!" deyip de, karşı tarafın buna kızarak, "Sana en uğursuz gününün gelmesine kadar.." demesine benzer.. Bu iki cümle, şeklen bir soru ve cevap gibidir. Ama, ne birincisiyle soru, ne de ikincisiyle cevap kastedilmiştir. İşte Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesi de, bir açıklamada bulunma tarzında değil, onların o ilahî tehditleri istihza etmelerine, alaya almalarına mukabil getirilmiş olan bir ifâdedir. b) Bu, "Tadın azabınızı..." ifadesiyle tamamlanan yeni bir cümledir. Buna göre şayet, "Bu, bir takdir yapma neticesine götürür" denilirse, biz deriz ki: Bu takdir kaçınılmazdır. Çünkü, "Tadın azabınızı" cümlesi, ancak yapılacak bir takdir neticesinde, kendisinden öncekiyle alâkalı olabilecek bir ifâdedir. Ayetteki (......) kelimesinin manasının, "... yanacakları" şeklinde olduğu ileri sürülmüştür, ama evlâ olan, bunun manasının, "Onlar, tıpkı altını eritenin, onu ateşe tutması gibi, ateşe karşı tutacaktan" şeklinde olduğunun söylenmesidir. Çünkü, ayetteki, edatına bu mana daha uygun düşer. Eğer fiili ile "yakılacaklar" manası kastedilmiş olsaydı, o zaman, ayetteki bu kelimenin ya "ateş ile", yahut da "ateşte" şeklinde olması daha uygun olurdu. Çünkü, "fitne" kelimesi, "tecrübe etmek, denemek" anlamındadır. Bu ifâdenin, "falancayı denedi, sınadı..." ve "taşın kontrol edilmesi" manasına olduğunun söylenmesi halinde, bu ifadeyle, masdar manası kastedilmiş olur. Nitekim ayette de, "tadın azabınızı.." buyurulmuştur. "Fitne" kelimesi ise, (aslında) imtihan etmek, demektir. Azap İstemelerinin Manası Buna göre şayet, "Kendileri ateş üzerinde azaba uğratılacakları günde, onlara, "Tadın azabınızı..." denilecektir..." şeklinde mana verdiğine göre, "İşte, (dünyada) çarçabuk gelmesini isteyegeldiğiniz bu İdi..." ayeti ne demektir?" denilirse, biz deriz ki, tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, onlardan naklettiği, "Ey Rabbimiz, hesap gününden evvel bizim amel defterimizi acele ver"(Sad. 16) ve "Bin tehdit edegeldiğin şeyi getir" (Hüd, 32) vs. ayetlerinde olduğu gibi, bununla, onların bu işi, sözle acele olarak istemiş olduklarının kastedilmiş olması muhtemeldir. Bunun buradaki delili, "Sana, din gününün ne zaman olacağını sorarlar" (Zâriyât, 12) ifadesidir. Çünkü bu da bir tür, o şeyin, acele olmasını istemedir. Bu ifâdeyle, fiil bakımından o şeyin acele olmasını istemenin kastedilmiş olması da muhtemeldir. Fiil ise, onların inatlarında ısrar etmeleri, açıkça ısrar etmeleridir. Çünkü bu da, "o ilahî azabın, acele gelmesini" temin eden bir husustur. Müttakilerin Akıbeti Cenâb-ı Hak, gururlu, mücrim ve aldanmış kimselerin hallerini beyan ettikten sonra, hakkı bulmuş olan muttaki kimselerin durumunu da beyan etmek üzere "Şüphesiz ki, sakınanlar, müttakîler cennetlerde, pınarların başlarındadırlar" buyurmuştur ki, bu ifâdeyle ilgili şöyle birkaç mesele vardır: Mûttakînin Manası Biz daha evvel, "müttakîliğin" en aşağısının, şirkten korunma, en üstününün de Allah'ın dışında kalan herşeyden korunma gibi muhtelif dereceleri bulunduğunu ve müttakilerin elde edeceği derecelerin en düşüğünün cennet olduğunu; küfürden korunan her mükellefin cennete gireceğini ve oranın nimetleri ile rızıklanacağını anlatmıştık. Cennet Kelimesinin Müfred, Tesniye ve Cemi Getirilmesi Cennet kelimesi Cenâb-ı Hakk'ın, "Sakınanlara vaad olunan cennetin "(Muhammed, 15) ayetinde olduğu gibi, bazan tekil; burada, yani cümlesinde olduğu gibi, çoğul "Rabbinin huzurunda duracağından korkan için de iki cennet vardır" (Rahman, 46) ifâdesinde olduğu gibi, bazan da ikil (tesniye) olarak getirilmiştir. Binâenaleyh, buradaki hikmet nedir? Biz diyoruz ki: Cennetin tekil getirilmesi, köşklerinin, ağaçlarının ve kanallarının (nehirlerinin) birbiriyle bitişik oldukları için, adeta tek bir cennet gibi oluşları sebebiyledir. Bu kelimenin çoğul getirilişinin hikmeti ise, dünyaya (dünyadakilere) nisbetledir.. Halbuki, dünyanın bağ-bahçelerine nisbetle ahiretteki cennetleri sayıyla tahdit etmek mümkün değildir. Bunun ikil (tesniye) olarak getirilmesi meselesine gelince, biz bunu, Rahman Sûresi'nde anlatacağız. Ne var ki burada, şunu diyebiliriz: Allahü teâlâ, vaadde bulunurken, cennet kelimesini tekil getirmiştir. Satın alınabileceğinden bahsederken de, böyle yapmıştır. Çünkü, "Şüphesiz ki Allah mü'minlerden canlarını ve mallarını, cennet mukabilinde satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşır, öldürür veya öldürûrler" (Tevbe, 111) buyurmuştur. Vaadde, ilâvede bulunulabileceğine bir işaret olsun diye de, kendisinin ihsan edip vereceğinden bahsettiği yerlerde de, kelimeyi çoğul getirmiştir. Çünkü cennetler vaadedip sonra da, bir tek cennetten bahsederek "o cennet içindedir.." demesi hali böyle değildir. Çünkü bu "tek cennet" sözü, vaad olunan cennetlerden daha aşağıdır. Ayetteki, (......) kelimesi mûttakinin, çeşmelerin ve gözelerin içinde olmasını ifâde eder. Halbuki insanın, su veya benzeri sıvılar içinde olmasında duyacağı bir lezzet yoktur. Biz diyoruz ki, bunun anlamı, "çeşmelerin başında, arasında..." şeklindedir. Bu ise, nehirlerin arasında, yanında olmakla olur.. Bunun böyle oluşunun delili, ifâdesinin manasının, "Cennetler arasında, cennetler içinde..." şeklinde olmasıdır. Çünkü "cennet" demek, ağaç demektir. Muttaki kimse ise, (ağaçların) bizatihi içinde değil, arasında bulunur. Ayetteki (......) kelimesi hakkında da bu izah, aynen vâkidir. Bunların, marife olmalarına rağmen belirsiz olarak getirilmesi, tazîm içindir. Nitekim Arapça'da, "İşte adam!.." anlamında, "Falanca adamlar adam!.." ifâdesi kullanılır. Nin Manası Ayetteki, "Rablerinin kendilerine verdiğini almış olarak..." ifâdesine gelince, burada, hem şöylesi birkaç mesele, hem de birkaç incelik bulunmaktadır: Birinci Mesele (......)'nin manası nedir? Biz deriz ki: Bu konuda şu iki izah yapılabilir: a) Bu "O müttakiler, Allah'ın kendilerine verdiğini, azar azar alırlar.. Onu tastamam ve toptan alamazlar.. Çünkü, sınırsız olan şeyin toptan verilmesi imkânsızdır" demektir. b) Bu kelimennin manası, "Onlar, memnun olarak, Rablerinin verdiklerini kabul edici olarak" şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak, "Onları kabul eder.." anlamında (Tevbe, 104) buyurmuştur. Bu, Zemahşerî'nin yapmış olduğu bir izahtır. Burada, şöyle üçüncü bir izah ta yapılabilir: Ayetteki (......) kelimesi, sadece oturmaya meskün olmaya delalet eder. ise bir mülk edinmeye delâlet eder. İşte bundan dolayı, birisi bir yere, orayı mülk edinerek girdiğinde, "Falanca belde alındı; falanca kale alındı..." denilir. Yine, az bir para ile bir evi ve bahçeyi alan kimse hakkında, orada her ne kadar maddi anlamda bir alma ve rızâ olmasa bile, "O onu mülk edindi, aldı..." tabiri kullanılır. Bu durumda bu ifâdenin manası, "Onların oraya girişlerinin, emaneten veyahut da, hemencecik geriye alınabilecek bir giriş şeklinde olmadığım; tam aksine burasının, o cennetliğin canı ve malı mukabilinde, Allah'tan satın alınmıştır.." şeklinde olur. Ayetteki, fiili, o müttakilerin, burayı zorla ve fetih yoluyla almayıp; tam aksine burasını, Allah'ın onlara verip bağışladığını beyan eden bir ifâdedir. Bu izaha göre, ifâdesindeki cennetler ve nehirlere râci bir ifâde olmuş olur. Ayetteki, "Çünkü onlar bundan evvel iyi amel edenlerdi" cümlesi, o cennetlerin kendisi mukabilinde alındıkları şeye bir işaret olup, bu, "cennetlikler o cennetleri, ihsanları sayesinde mülk edip aldılar.." demektir ki bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, temlîk lamı ile beyan buyurduğu "güzel hareket edenlere en güzel mükâfaat" (Yunus, 26) ifâdesi gibidir. İkinci Mesele (......) ifâdesi, terkiple hâl olup, bu, "alırlar" demektir. O halde Cenâb-ı Hak, iki lafzın da uyuşmaları ve mananın uygun düşmesi için, daha niçin (......) buyurmuş da, (......) dememiştir? Çünkü (......) ifâdesi, o işin bittiğini; (......) ifâdesi ise, bu işin devam ettiğini ihsas ettiren ifâdelerdir. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın cennette verme işi, her gün yenilenecek, sonsuza kadar devam edip gidecektir. Özellikle biz, (......) kelimesine "kabul etmek" manasını verirsek, daha nasıl "Falanca, Zeyd'in dün kendisine verdiği şeyi bugün kabul ediyor." denilebilir? Biz diyoruz ki: Bizim yaptığımız tefsire göre, böyle bir soru varid olmaz. Çünkü, 'nin manası, "Onlar, Allah'ın kendilerine verdikleri şeyi mülk ediniyorlar, sahipleniyorlar..." şeklindedir. Binâenaleyh, verme işi dün; mülk edinme işi de bugün olabilir. Ama bazı müfessirlerin yaptıkları izaha göre, bunun açıklamasına gelince, biz diyoruz ki: Allahü teâlâ, mü'min kimseye cenneti, o kimse dünyada iken vermiştir. Ne var ki, mü'min, o cennetin meyvelerini henüz elde edememiştir. O halde mü'min, cennete, alıcı durumunda girecektir. Çoğu kez mü'min, Allah'ın (dünyada) kendisine .erdiğinden daha hayırlısını elde edecektir. Bu, onun oraya bu tarzda girmesine ters düşmez. Nitekim bir kimse, "Ben sana korkarak geldim.. Bir de ne göreyim, ben güven içinde imişim!" diyebilir. Sizin bahsettiğiniz husus ise, o cennetliklerin o şeyleri almalarının sadece, daha önce kendilerine verilmiş olan şeylere hasredilmesi dumunda söz konusu olur. Halbuki durum, hiç de böyle olmayacaktır. Onlar, o rennetlere, başka şey hatırlarına gelmeksizin, bu hal üzere gireceklerdir, ama, Allah onlara hatırlarına dahi gelmeyen şeyleri verecektir. Böylece de onlar, her ne kadar Allah'ın kendilerine verdiğini almak için oraya girmişler ise de, Allah'ın kendilerine vereceği (bambaşka) şeyleri almak üzere oraya girmiş olacaklardır. Cenâb-ı Hakk'ın, Şüphe yok ki bu gün cennetlikler mesrurdurlar, bir zevk ve eğlence içindedirler" (Yasin, 55) ayetinin ifâde ettiği, işte Allah'ın kendilerine vereceğini onların almalarını hir husustur. Ki biz bunu, Yâsîn Sûresi'nde anlatmıştık. Zalike'nin Manası Ayetteki, (......) kelimesi neye işarettir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki muhtemel izah yapılabilir: a) Bu, "Onlar girmezden önce..." demektir. Çünkü, Cenâb-ı Hakk'ın ifâdesinde zâten "girmek" manası vardır Buna göre mana, "Onlar, cennete girmezden önce, iyi ameller yapmışlardı.." şeklinde olur. b) Bu, "Allah'ın onlara cenneti vermesinden ve onların da onu almasından önce..." anlamındadır. Bu hususta birkaç izah da şu şekilde yapılabilir: Buradaki ifâdesi, "din günü" ifâdesine bir işarettir. "Din günü" ifâdesi de daha önce geçmişti. Bu husustaki inceliklere gelince, bunların bir kısmı daha önce geçmiş olup, (......) kelimesi bu inceliklerden birisini oluşturur. Çünkü bu, şirkten korunmaya işaret eder bir ifâde olunca, adetâ Cenâb-ı Hak, bununla, "iman edenler" manasımı kastetmiştir Ne var ki iman, amel-i salih ile birlikte iki mutluluğu ifâde eder.. İşte bundan dolayı, bu bir kimsenin, "Onlar, ihsanda bulundular" sözünden daha tam daha mükemmeldir. Müttakî kimse, "Lâ İlâhe ..." deyince, şirkten korunmuş olur. Ama "ihsan" ise bu kimsenin, "İllallah!" demesi durumunda yerine gelmiş olur. İşte bundan dolayı, "takva" kelimesinin, "Lâ ilahe İllallah!" olduğu söylenmiştir. "İhsan" hususunda da Cenâb-ı Hak, "Allah yoluna davet edenden (...) daha güzel sözlü kim vardır.." (Fussilet,33) buyurmuştur, "iyiliğin mukabili ancak iyiliktir" (Rahman, 60) ayetinin tefsirinde, "ihsan"ın Lâ ilahe illallah! kelimesini söylemek olduğu ileri sürülmüştür ki, bu durumda, bu demektir ki, takva ile ihsan birbirinden ayrılmayan, tam aksine, birbirinin ayrılmaz parçaları olan şeyler olduğu söylenmiştir. Gece Kıyamı Ayetteki, "Onlar, gecenin ancak bir kısmında uyurlardı.." cümlesi, o müttakî kimselerin, muhsin oluşlarının bir açıklaması sadedindedir. Nitekim sen, "Matem-i Taî cömert idi, var olanı harcar, gayretini de esirgemezdi.." dersin. Bu konuda birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki zarf olarak mansûb bir kelime olup, takdiri, şeklindedir. Nitekim sen, "Gecenin bir kısmında kalktı..." dersin. Böylece (......) kelimesi, zarf olarak mansûb kılınmış olur. nın haberi de, (......) kelimesi olup, daki zâiddir. Mâ İle Lâm Nefy Edatlarının Farkı Meşhur olan bu olup, bu husustaki bir başka izah da bu ayetin manasının, "uykuyu onlardan kaldırmak" yani uyumadıklarını bildirmek manasıdır. Bu, Dahhâk ve Mukâtil'den nakledilmiştir. Zemahşerf ayetteki mâ edatının, nâfiye (olumsuzluk edatı) olmasını kabul etmemiş ve şöyle demiştir: Bunun nâfiye olması caiz değildir. Çünkü ma edatından sonrakiler ondan önce gelenlerde amel edemezler ve sen, meselâ diyemezsin. Fakat edatından sonr? "pien birşeyin, ondan önce gelen üzerinde amel etmesi caizdir. Nitekim, "Zeyd'i dövmedim" diyebilirsin. Bunun sebebi şudur: Müteaddî fiil, müsbet hâline hamlen, nefiyde de iş yapar. Çünkü sen, "Zeyd Amr'i dövdü" dediğinde, Zeyd'in fiilinin, Amr ile ilgili olduğu sabit olur. Fakat "Onu dövmedi" dediğinde, ondan bir fiil tahakkuk etmemiştir ki, o onunla (mef'ûl ile) ilgi kursun ve bu fiil ona geçsin. Fakat olumsuz olan durum, müsbete hamledilmiştir. Bunun böyle olduğu sabit olduğuna göre müsbete oranla nefiy, tıpkı fiile oranla ism-i fail gibidir. Çünkü ism-i fail, fiilin ameli gibi amel eder. Ancak ne var ki ism-i fail, fiil-i mazi manasında olduğunda amel etmez ve sen diyemezsin, ama "Zeyd, Amr'ı yarın, bugün, şimdi döver." Çünkü mâzî, varlık olarak artık kalmamış, var olacağı da düşünülemez. Dolayısıyla gerçek manada mef'ûle taalluk edemez. Fakat fiil, kuvvetinden ötürü amel etmiştir, ism-i fail ise, zayıflığından ötürü amel edememiştir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: "Dövmedi" ifadesi, olumsuz mâzî içindir. Dolayısıyla burada hem olumsuzluk, hem mâzîlik vardır ve amel etme gücü zayıflamıştır. Ama O "dövmedim" ifadesine gelince, lem edatı her nekadar muzârîyi maziye çevirmiş ise de, sigâ, müzarî sigasıdır. Dolayısıyla burada, tıpkı bir kimsenin tâ ifadesinde bulunan durum mevcuttur. Binâenaleyh amel ettirilmiştir. Bu, Zemahşeıfnin izahıdır. Fakat bu görüşü savunan Zemahşerî, ayetteki "kalîlen" kelimesinin, (......) fiiliyle mansub olmayıp, (......) fiilinin haberi olduğunu ve takdirinin "Az idiler" şeklinde olduğunu söylemektedir. Daha sonra Hak teâlâ, "Gecenin ancak az bir kısmında uyurlardı" buyurmuştur ki bu, "Onlar hiç uyumaz, aksine bütün geceyi ihya ederlerdi" demektir. Buna göre harf-i cerri, teb'îz (kısmen) manasına değil, beyâniyyedir. Bu izaha göre ayette, "iman edip, sâlih ameller işleyenler müstesna, onlar İse ne azdır" (Sad, 24) ifadesinin manası yatmaktadır. Bu böyledir. Çünkü biz, ayetteki "Şüphesiz ki müttakiler cennetlerdedirler" cümlesinde "iman ederler..." manası; "iyi amel edenler (muhsinler)" ifadesinde, "salih amel işleyenler" manası; "az idiler" ifadesinde de, "Onlar ise pek azdır" (Sad, 24) manası yatmaktadır. İkinci Bahis: Meşhur görüşe göre, ayetteki zaide olup, "Az uyurlar" takdirinde, "kaili" kelimesi, mahzûf masdarın (mef'ûl-u mutlak) sıfatıdır. Üçüncü Bahis: "Kalilen" kelimesinin (......)'nın haberi olarak mansub (......)'nın da masdariyye olduğunu söylemek de mümkündür. Buna göe kelamın takdiri "Gece uyumaları az idi" şeklindedir. Bu durumda tâ (......)'nin faili, "hucû" olur ve bu bedel-i istimal faslındandır. Çünkü onların uyumamaları, kendileriyle ilgili birşey olup, bundan dolayı Cenâb-ı Hak sanki, "Onların uyumaları azdı" demiş olur ki bu tıpkı, "Zeyd'in ahlâkı güzeldir" denilmesi gibi olur. İzahın böyle yapılması halinde Bil ki nahivciler bu gibi yerlerde, bunun bedel olduğunda söylemez ve "Zeyd'in yüzü güzel" ifadesiyle ifâdesi arasında fark olduğunu belirterek, birincisinde sıfat, ikincisinde de bedel olduğunu söylemişlerdir. Biz ise bunun bedel-i istimal olduğunu söylersek, bununla bir ıstılahı değil, bir ilgiyi kastettik. Aksi halde, takdim edildiğinde "kalil" kelimesi, nahiv açısından, tehir edildiğindeki gibi olmaz. Öyle ki, "Falanca, uyuması az olandır" ifadesinde, "hucû" bedel değil ama, ifadesinde ise bir bedeldir. Buna göre, (......)'nın, ism-i mevsul olup, "Onlar uyudukları zaman, gecenin az bir kısmı idi" manasındadır. Bu lafız ile ilgili olan açıklamadır. Mana ile ilgili olarak diyoruz ki: Ayet-i kerimede zikrediliş açısından "kalîl" kelimesinin önce getirilişi, sırf seciden dolayı, ayetlerin sonunda, bulunsun diye değildir. Aksine burada şöyle iki önemli husus var: 1) Uyuma onlar için bir rahatlıktır. Halbuki Cenâb-ı Hakk'ın bu ayette anlatmak istediği şey, onların sa'y-u gayretlerini ve Allah için uykusuzluğa nasıl katlandıklarını belirtmektir. Binâenaleyh şayet Cenâb-ı Hak, "Uyurlardı" demiş olsaydı, burada bahsedilen önce onların rahatlıkları olmuş olurdu ve sonra o rahatlığın az olduğu beyan edilmiş olurdu ki, bu durumda bazen dinleyici, sözün mâbâdinden (sonundan) gafil olur ve der ki "Onların muhsin oluşları, uyumalarından ötürüdür. Ama Cenâb-ı Hak önce "kalîl" (az)i söyleyince, zihne ilk yerleşen şey onların az uyudukları hususu olur. Bu inceliği gözeten kimse "Falancanın uykusu az" der de, demez. Çünkü maksadı uykunun azlığını beyan etmektir, yoksa uykusunu azlıkla-çoklukla nitelemek değildir. Çünkü uyku hiç olmasaydı o zaman, az olmadığını söylemek daha evlâ olurdu. Halbuki uykusuzluğun azlığı böyle değildir. Çünkü uykusuzluğun azlığı olmasaydı, zahirde çokluk onun yerini alırdı. 2) Bu incelik, ayetteki ifadesiyle ilgili olup şöyledir: Gündüzün az uyuma işi, herkes için söz konusu olabilir ve herkesten sâdır olabilir. Fakat geceye gelince, o uyku zamanıdır. Onu taat uğrunda ancak, kulluğu kendisine şiar edinmiş, Hakk'a yönelmiş kimseler uyanık geçirir. Buna göre eğer, "hucû" (uyumak), ancak gece olur. Gündüzün uyuma işine, hucû denmez?" denilirse biz deriz ki: Genel bir durumdan bahsedip, bununla özel bir durumu kastetmek güzel bir şeydir. Çünkü biz mesela, "Fasîh konuşan bir canlı gördüm" diyoruz. Ama, hususî birşeyi zikredip, genel durumu kastetmek bazı durumlar hâriç, hiç de güzel olmaz. Dolayısıyla da, diyemeyiz. Bunu iyice kavradığına göre şimdi diyoruz ki: Cenâb-ı Hak bu ayette genel gibi olan birşeyi zikretmiştir ve bundan sonraki ifadenin, "Onlar gecenin bir kısmında tesbihatta ve istiğfarda bulunuyorlardı, yahut da onu uyanık geçiriyorlardı..." şeklinde olması muhtemeldir. Fakat Cenâb-ı Hak, "az uyurlardı" buyurunca hem başkasına, hem de az uyumaya ihtimalli olan genel bir ifadeyi tahsis etmiş olur ki bunun böyle olduğunda şüphe yoktur. Seherde Niyaz Edenler |
﴾ 17 ﴿