10

"İki yay kadar, yahut daha yakın oldu. Kuluna vahyettiği neyse, onu vahyetti".

Bu, "Cebrail (aleyhisselâm) ile Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında, iki yay veya daha az bir mesafe kaldı" demektir ve bu Arapların, kullanışlarına ve örflerine göre (yakınlığı ifade için kullanmayı adet ettikleri üslûba göre) gelmiştir. Çünkü Araplardan, iki reis veya iki büyük kişi, anlaşma yapıp, bunu imzaladıklarında, herbiri yayını çıkarır ve herbiri, yaylan üst üste çakıştırarak (paralel tutarak) gererler. Onların maiyyetlerindeki adamları ise, karşılıklı olarak avuçlarını birleştirir, kulaçlarını gererler. Bundan dolayı bu işe, mübâya'a denilir. Bu izaha, göre, ayette şöyle bir incelik vardır: "Kabe kavseyn" tabiri, bu ikisinin iki büyük varlık sayıldığına; tabiri de, bunlardan birinin diğerine bir üstünlüğü olduğuna delâlet eder. Çünkü halk başkana biat ettiğinde, biat edende kavs (yay) bulunmaz. Dolayısıyla başkan onunla musafaha eder, tokalaşır. Buna göre Hak teâlâ sanki, "O ikisinin iki büyük emir (başkan) olduklarını, dolayısıyla aralarında, iki yay kadar mesafe olduğunu belirtmiştir.

Yahut da "Cebrail (aleyhisselâm), Allah ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) arasında bir elçi idi. Bundan dolayı o, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in tebaası gibi oldu. Böylece de yayını değil de, kulacını gerip uzatan bir biatcı (anlaşmacı) gibi oldu. Bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, Cebrail (aleyhisselâm)'e üstün gören kimsenin görüşüne göredir. Bu görüş, pek azı müstesna, ehl-i sünnetin görüşüdür. Çünkü Cebrail (aleyhisselâm), Allah tarafından gönderilen, uyulması ve saygı gösterilmesi gerekli bir elçi idi. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'in yanında, ona tâbi olan bir zat gibi olur. Bu izah, Cebrail (aleyhisselâm)'i Peygamber (aleyhisselâm)'den üstün gören, ondan daha faziletli olduğunu söyleyenlere göredir.

Burada bahsettiğimize göre, yapılabilecek bir izah da şöyledir: "Kavs", uzaklık manasına olup fiilindendir. Buna göre, diyoruz ki: O uzaklık, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için söz konusu olan bir çeşit uzaklıktır. Zira, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), her ne olursa olsun bir insan; Cebrail (aleyhisselâm) de, her ne olursa olsun bir melektir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) her nekadar, şehvet, gazab, cehalet ve heva-u heves gibi, melek olmaya ters düşen sıfatlardan (o anda) kurtulmuş olsa bile, insan oluşu devam etmektedir. Cebrail (aleyhisselâm) da böyledir. O, her nekadar, görülmeye ve örtünmeye mâni olan, kemâl ve lütuf sıfatlarını (o an için) bıraksa bile, melek olmaktan çıkmamıştır. Dolayısıyla aralarında, ancak gerçek yapılarının meydana getirmiş olduğu farklılıktan başka birşey kalmamıştır. Ama sona ermesi ve zeval bulması mümkün olan diğer sıfatlara gelince, bunlar her ikisinden de kalkmıştır. Derken Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in derecesi yükselmiş, böylece beşeriyyetin (insan oluşun) en üstün ufkuna çıkmış ve Cebrail (aleyhisselâm)'e yaklaşmıştır. Cebrail (aleyhisselâm) de sarkmış, böylece melekiyyenin en alt ufkuna inmiş ve ikisi arasında hakikatleri ve mahiyetlerinden başka hiçbirşey kalmamıştır.

Bu izaha göre, birinci (vahyetti) fiilinin failinin kim olduğu hususunda şu iki izah yapılabilir:

a) Bu vahyi yapan, gönderen, Allahü teâlâ'dır. Buna göre, ayette geçen "abdihi" (kuluna) ifadesi ile ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

1) Bu "kul", Cebrail (aleyhisselâm) olup, ayet, "Allah Cebrail (aleyhisselâm)'e vahyetti" manasındadır. Böyle olması halinde de, son (vahyetti) fiilinin failinin kim olduğu hususunda şu iki ihtimal vardır:

Birincisi: Bunun faili de Allahü teâlâ'dır. Buna göre mana, vahyedilen şeyin şan ve şerefinin yüceliğini göstermek için, "Allahü teâlâ Cebrail (aleyhisselâm)'e vahyedeceğini vahyetti" şeklinde olur.

İkincisi: Bunun faili, Cebrail (aleyhisselâm)'in her peygambere vahyettiği şeyi vahyetti" şeklinde olur. Mananın böyle olmasında, Cebrail (aleyhisselâm)'in, kendisine vahyedilen şeyler hususunda, hiçbirşeye hainlik etmeyen, emîn (güvenilir) bir zat olduğunun beyanı yatmış olur. Bu da tıpkı, "Onu Ruhul-Emîn indirdi"(şuara. 193) ve "O, orada (Allah yanında) (meleklere) itaat edilen ve güvenilir olandır" (Tekvir. 21) ayetleri gibi olur.

2) Bu "kul", yine vahyedenin Allah oluşuna göre, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olup, Hazret-i  Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şanını yüceltmek ve ululamak için, ayet, "Allah, Muhammed'e, vahyedeceğini vahyetti" şeklinde olur.

Manaların Mükemmel Sıralanışı

Yaptığımız tefsire göre bu ayetler, son derece güzel bir tertib içinde olmuş olur. Çünkü Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), başlangıçta insana ait derecelerin en üstününde bulunmuş ki bu, nübüvvet derecesidir. Derken, nübüvvet derecesindeyken Cebrail (aleyhisselâm)'e yaklaşmış, böylece resul olmuş, derken doğrulmuş, kemâle ermiş, ümmetine lütufla yaklaşmış, onların yanına, güzel sözler söylemek suretiyle sokulmuş, böylece de birkaç kez, ümmeti ile Rabbi arasında gidip gelmiştir. Derken, Allahü teâlâ ona, Cebrail (aleyhisselâm)'i vasıta kılmaksızın, vahyedeceği şeyi vahyetmiştir.

b) Birinci "vahyetti" fiilinin failinin Cebrail (aleyhisselâm), Allah'ın kullarından bir kul olan Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e vahyetti. Burada, "Allah" lafzı, daha önce açıkça zikredilmese de, malumdur, vardır (Bunun faili, O, kabul edilebilir). Hak teâlâ'nın, "Onların hepsini toplayıp, sonra meleklere, "Bunlar mı size tapıyorlardı?" diyeceğimiz o gün, onlar, "(Ey Rabbimiz), Seni tenzih ederiz. Bizim velimiz, onlar değil, sensin. Onlar aslında bize değil cinlere tapıyorlardı" (Sebe, 40-41) ayetlerinde, bu lafzın, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) için kullanılamayacağını kesin olarak gösteren bir husus mevcuttur. Bu izaha göre, ikinci "vahyetti" fiilinin faili şu iki şey olabilir:

Birincisi: Bu, Cebrail (aleyhisselâm)'dır ve ayetin manası, bu vahy işinin yüceliğini ve saygınlığını göstermek için, "Cebrail, Allah'ın kulu Muhammed'e vahyedeceğini vahyetti" şeklinde olur.

İkincisi: Bunun faili, Allahü teâlâ'dır ve mana "Cebrail, Hazret-i Muhammed'e, Allah'ın kendisine vahyettiği o şeyi vahyetti" şeklinde olur.

Vahyedilen şeyin ne olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Vahyedilen şey, namaz emridir.

2) Bu, "Peygamberlerden hiçbiri, senden önce, ümmetleri de senin ümmetinden önce, cennete giremeyecekler" hükmüdür.

3) Ayetteki, ism-i mevsûlü, umûmî bir mana ifade eder ve bununla, "Cebrail'in getirdiği vahyettiği herşey" kastedilmiştir. Bu, burada vahyedilen zatın, Cebrail (aleyhisselâm) olması görüşüne göre, doğru bir izahtır. "Kulu" sözü ile, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedilmiş olmasına göre, ilk iki izah daha açıktır.

Burada, Arapça açısından garip, fakat usulcülerce manası meşhur, şöyle bir başka izah daha yapılabilir: Biz bunu soru-cevap üslubuyla açıklayalım: Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'in Allah katından bir melek olup, bir cin olmadığını hangi kıstasla anlayabilmiştir? Hazret-i Hatice'nin bunun için deneme olsun diye, başını açıp saçını gösterdiğinin söylenmesi hususu son derece tutarsızdır. Eğer bu sözü söyleyen, bunu bilmenin (anlamanın), bu gibi şeylerle olabileceğini iddia ediyorsa... Bu eğer bu rivayeti ve Hazret-i Hatice (radıyallahü anh)'nın böyle yaptığını kastediyorsa, buna da birşey demiyoruz. Çünkü onun böyle yapması, yadırganacak birşey değildir. Esas yadırganacak şey, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onun melek olduğunu anlamasının, Hazret-i Hatice'nin bu dvranışıyla meydana geldiğinin iddia edilmesidir. Çünkü şeytan, meselâ Hazret-i Hatice'nin iddia edilmesidir. Çünkü şeytan, mesela Hazret-i Hatice'nin, başını açması halinde de kaybolabilir, böylece de o meleğe benzemiş olur, böylece yine karışıklık ve belirsizlik meydana gelir. (Ne dersiniz?) Bu hususta verilebilecek en doğru cevap şu iki şekilde olabilir:

a) Nasıl Cenâb-ı Hak, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in elinde, sayesinde, onun bir peygamber olduğunu anladığımız mucizeler göstermiş ise, Cebrail (aleyhisselâm)'in elinde de, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, onun Cebrâil (aleyhisselâm) olduğunu anlayabileceği mucizeler göstermiştir.

b) Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, onun bir cin ve şeytan değil de, Allah katından gönderilmiş bir melek olduğuna dair zarurî (kesin) bir bilgi yaratmıştır. Bu tıpkı, Hak teâlâ'nın, Cebrail (aleyhisselâm)'de, onunla konuşanın bizzat Allahü teâlâ olduğuna, onu gönderenin-vazifelendirenin başkası değil, bizzat Rabbi olduğuna dâir zarurî (kesin) bir bilgi yaratması gibidir. Bu iki cevap bilindiğine göre, diyoruz ki: Ayetteki "Kutuna vahyettiği neyse, onu vahyetti" ifadesi hususunda şu iki izah yapılabilir:

1) "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, Cebrail (aleyhisselâm)e vahyettiği şeyi vahyetti." Bu, "Allahü teâlâ, o peygambere, ya bunun bir vahiy olduğunu söyledi (bildirdi), yahut da onda, bu hususa dâir zarurî (kesin) bir bilgi yarattı."

2) Allahü teâlâ Cebrail (aleyhisselâm)'e, onun Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sayesinde bunun bir vahiy olduğunu bileceği şeyi, yani bunun delilini vahyetti. Buna göre, ayetteki (......) edatının, mâ-i masdariyye olup, "Allahü teâlâ, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, melek ile cinni birbirinden ayırdedebilsin diye, kendisine yapılan o vahyetmeyi bilmeyi vahyetti" manasındadır.

Kalbin Tasdiki

10 ﴿