11

"Onun gördüğünü, kalbi yalana çıkarmadı".

Bu ayetle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Ayette bahsi geçen "fuâd" (kalb), kimin kalbidir? Diyoruz ki: Meşhur görüşe göre, bu, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kalbi olup, ayet, "Onun kalbi, gördüğü bu şeyleri yalan (aldatmaca) saymadı" manasındadır. Buna göre "fuâd"ın başındaki elif-lâm "ahd-ı haricî" ifade etmektedir. Çünkü Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den, "Kuluna vahyetti"(Necm,10) "O, en yüksek ufukta İdi" (Necm, 7) ve "Sahibiniz sapmadı..." (Necm, 2) ayetlerinde daha önce bahsedilmiştir. Bu elif-lâm ile, "cins" manasının kastedilmiş olması da muhtemeldir, yani "cins olarak bütün kalbler, bunu yalanlayan, "vehim" ve "hayal" olup, bunlar meselâ şöyle derler: "Havadan daha saydam olup hava görülmediği halde, nasıl olur da Allah veya Cebrail görülebilir? Eğer O (aleyhisselâm), Rabbini gördüyse, O'nu bi' şekil üzere görmüştür ki, bunların hepsi de, görülen o şeyin, ilah olmasına münâfîdirler. Binâenaleyh, şayet, "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Cebrail (aleyhisselâm)'i, "Dihye ya da başka bir şekil üzere görmüş olsaydı, bu demektir ki, Cebrail (aleyhisselâm)'in hakikati değişebilir. Eğer bunun olabileceği kabul edilirse, o zaman da, müşahede edilen şeyler hakkında itimat kalkar..." Biz deriz ki: Allah'ın ve Cebrail (aleyhisselâm)'in, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gördüğü üzere görülmeleri, kalbi olan kimselerce caizdir. Her ne kadar, nefs-i mütevehhime ve mütehayyile (vehmeden ve hayal eden nefs) bunu kabullenmiyor ise de, "onun fuâdı-kalbi" bunu kabulleniyor.

(......) nin Manası

(......) ifâdesi, ne anlamdadır? Biz deriz ki: Bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Zemahserî'nin yaptığı izaha göre, onun kalbi, bunu yalan saymamış ve "Senin gözünün gördüğü şey doğru değildir" de dememiştir. Şayet onun kalbi, böyle söylemiş olsaydı, o zaman, söylediği şey hususunda yalancı olmuş olurdu. Ki, Zemahşeri nin yapmış olduğu bu izah, Müberredin yaptığı izaha yakındır. Çünkü Müberred, bunun anlamının, "Kalbi, gördüğü şey hususunda tasdikde bulundu...".şeklinde olduğunu söylemiştir ki, bu da, "O bir şey gördü, böylece de kalbi onu bu hususta tasdik etti" demektir.

2) Bu kelime, şedde ile mâ kezzebe şeklinde de okunmuştur ki, buna göre ayetin anlamı, "Onun kalbi, "Bu görülen şey, hakikati olmayan bir hayaldir..." demedi..." şeklindedir.

Cevaz İmkânını Nefyetme

3) Bu izah, bizim biraz önce bahsettiğimiz şu hususu destekleyen bir açıklama olup şöyledir: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'i gördüğünde, Allahü teâlâ, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'de, bu işin bir hayal olmadığına dâir kesin bir bilgi yaratmıştır. Ki bu da, "Onun kalbi, bunun yalan olmasını mümkün görmedi" demektir. Çünkü, herhangi bir şeyin vuku bulmasını nefyederek, aslında onun mümkün olmasını nefyetme kasdı çokça vâkî olur. Nitekim Cenâb-ı Hak 'Allah'a hiçbir şey gizli kalmaz.." (Zümer, 6) "Gözler O'nu idrâk edemez..."(Enam, 103) "Rabbin... gafil değildir"(Hud, 123) buyurmuştur. Ki, bütün bunlar, cevâzm nefyini ifâde ederler. Ama, Cenâb-ı Hakk'ın, "Muhsinlerin ecrini zayi etmeyiz.." (Tevbe, 120), "Ameli iyi olanın ecrini zayi etmeyiz.." (Kehf. 30) ve "Kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz..." (nisa, 84) ifâdeleri ise böyle değildir. Çünkü bunlar, vukûun nefyini ifâde ederler.

Gören Kimdir?

Ayetteki, ifâdesindeki "gören", ya onun kalbidir, ya onun gözüdür veyahut da ikisinden başkasıdır. Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu gören, onun kalbidir. Buna göre Cenâb-ı Hak adeta "Onun kalbi, kalbini gördüğü şeyi yalancı çıkarmadı, yalan saymadı" demek istemiştir ki, bu da, "Onun kalbi, bunun cin veya şeytan olduğunu söylemedi, tam aksine, kalbi ile gördüğü o şeyin, sahih ve doğru olduğuna kesinkes inandı" demektir.

2) Bu, onun gözüdür. Buna göre, "Onun kalbi, gözünün gördüğü şeyi yalana çıkarmadı ve gözünün gördüğü şeyin bir hayal olduğunu söylemedi" demektir.

3) "Kalbler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gördüğü şeyi yalana çıkarmadı" demektir. Bu, bizim füad kelimesinin başındaki elif-lâm'ın cins için olduğunu söylememiz halinde vazıh olup, bu da, "Her ne kadar vahim ve, bunun böyle olduğunu itiraf etmeseler dahi, kalbler, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in gördüğü o şeyin doğruluğuna şehâdet etmektedirler" anlamındadır.

Görülen Nedir?

(......) ifadesiyle, görüldüğü belirtilen, o görülen şey nedir? Biz deriz ki, bu, biraz önce geçen ihtilâfa göredir. Bu sözün muhtemel olduğu şey ise, şu üç şıktır:

a) Allahü teâlâ,

b) Cebrail (aleyhisselâm),

c) İlahî ilginç ayet ve mu'cizeler..

İmdi eğer; "Herhangi bir tenkit olmaksızın, kendisinden, Cenâb-ı Hakk'ın bir cihette bulunan bir cisim olduğu neticesi çıkmaksızın, Allah'ı görmeksizin, Allah'ı görmek nasıl mümkün olur?" denilirse, biz deriz ki:

Allah'ı Görmenin Cevazı

İnsan, bir mekânda bulunan bir adam hakkında düşünüp, "Bu, Allahü teâlâ'nın kendisini gördüğü; Allah tarafından görülen şeydir.." dediğinde, bir de, hiç mevcut olmayan bir şey hususunda tefekkür edip, "Bu da Allah Tealâ'nın kendisini gördüğü; Allah tarafından görülen şeydir" dediğinde, bu iki söz arasında bir fark gözetir. Çünkü insanın aklı, birinci sözü doğruladığı halde, ikincisini yalanlar. Bu, onun Allahü teâlâ'nın malûmu olması anlamında değildir. Çünkü, bu kimse şayet, mevcut olan da ma'dum olan (olmayan) da, Allah tarafından bilinir, O'nun malûmudur" diyecek olsa, onun bu sözünde bir bozukluk, bir imkânsızlık olmaz, böyle bir şey hissedilmez. Çünkü Allah âlim olması manasında görücüdür.

Duyuların Bazan Aldanması

Sonra, Allahü teâlâ, görülen şeyin karşısında, bir cihette ve onun mukabilinde olmaksızın da görür. Bu, varlıkları, ancak muayyen bir cihette görebilmesi sebebiyle insanın havsalasının kolay kolay alacağı bir husus değildir. Dolayısıyla vehim, bir cihette olmanın kesin ve zorunlu olduğunu söyler. Bu hususu şu da doğrular: Sen, suda ay'ı görürsün. Halbuki, gerçekte, suya baktığında ay'ı, ancak semânın üzerinde bulunduğu yerde görmektesin ama şu anda sen ay'ı suda görüyorsun.. Çünkü, gözden çıkan şualar, bununla bitişti, dolayısıyla su, bu şuayı semâya yansıttı. Ancak ne var ki senin vehmin, gördüğü şeylerin pek çoğunu, karşısında olarak gördüğü için, arkasında, ötesinde olan şeyi görmeye alışkın değildir. İnsan, o şeyi ancak ona doğru yöneldiğinde görür. İşte bu sebeple o, "Ben ay'ı gördüm" demektedir. Halbuki görme işi, görülen şey, gözbebeğinin karşısında olduğu zaman gerçekleşir. Şu anda, gözbebeğinin mukabilinde, sudan başka bir şey yoktur. İşte buna binâen o, bu durumda, ayı, suda gördüğüne hükmeder. Dünyevî işlerin ekserisi, vehmî ve hissi oldukları için, bu âlemde vehim, akla baskın çıkmıştır. Ahirette ise, vehimler kalkacak, anlayışlar parlayacak ve eşya, mekânda olduğu için değil, var olduğu için görülecek.

Bil ki, Allah'ın görülebileceğini kabul etmeyenlere, Cebrail (aleyhisselâm)'in de görülebileceğini kabul etmemeleri gerekir ki, bunda da, risâleti inkâr yatmaktadır. Bu ise küfürdür. Allahü teâlâ'nın görülmesini inkâr etmekde de, nerdeyse küfür olabilecek bir şey bulunmaktadır. Zira Allah'ın görülmesi hususunda şüphe eden kimse, şöyle demektedir: "Şayet Allah'ın görülmesi mümkün olsaydı, onun görülmesi vacib de olurdu. Çünkü duyu organlarımız sapasağlamdır. Allahü teâlâ da, bir perde arkasında değildir ve o, bir cihette ve bir mekânda olmadığı için de, bizden son derece uzak da değildir. Binâenaleyh şimdi, o görülebilse de, biz onu göremesek, o zaman, müşahedeye dayanan bu duyu yetilerimiz hakkında bir ta'n söz konusu olur. Çünkü bu durumda, yandaşımızda bir dağ olabilir, ama biz onu görmemiş olabiliriz!.." Bu fikri savunana şöyle denebilir: Cebrail (aleyhisselâm)'in, yanında başkaları olduğu halde ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de onu gördüğü halde, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e geldiği doğru ve gerçektir. Şimdi caiz olan şey, mutlaka olması gerekli hâle dönüşmüş olsaydı, onu herkes görürdü.

İmdi eğer: "Orada bir perde vardı" denilirse biz deriz ki, orada bir perdenin olduğunun da görülmesi gerekirdi. Çünkü, onların anlayışlarına göre, görüldüğünde, perde de perdelemiş olmaz. Ayrıca, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Rabbini kalbi ile görüp görme kuvvetinin kalbine konulduğu, yahut gözüyle görüp kalbinin gözüne yerleştirildiğine dair naslar bulunmaktadır. Nasıl böyle olmasın ki, ehl-i sünnete göre, rû'yet, kulun kudretiyle değil, irâde ile olmaktadır. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hak, bir şeyin bilgisini görme yoluyla meydana getirirse, rû'yet; kalb yoluyla îcad ederse, marifet olur. Allahü teâlâ, kalbte algılayan bir kabiliyeti yaratmaya kadir olduğu gibi, gözde de, malûmatı algılayan bir yeteneği yaratmak suretiyle, o şeyin bilgisini meydana getirmeye kadirdir. Bu meselenin vukuu hakkında sahabe arasında ihtilâf vardır. Bir şeyin vukuunda ihtilâf ise, onun olabileceği hususunda ittifakı ifâde eder. Bu mesele, akâid kitaplarında, geçmektedir. Dolayısıyla biz bu konuda uzatmıyoruz.

Sidretü'l-Müntehâ'da Görmesi

11 ﴿