14"Şimdi siz onun bu görüşüne karşı da, kendisiyle mücadele mi edeceksiniz? Andolsun ki, o, onu diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında görmüştü...". Bu, "Siz nasıl onunla mücadele ediyor ve o gördüğü şeyi ayne'l-yakın görmesine rağmen, ona karşı şek ve şüpheler ortaya atıyorsunuz? Halbuki, gördükten sonra, artık şüphe edilemez. O halde bu demektir ki, o, kesindir. Ve bu hususta yakîn sahibidir. Siz ise, ona cinnin isabet ettiğini söylüyorsunuz.." demektir. Uzak İhtimal, Hükmü Engellemez Şöyle de denebilir: Ayetin bu ifâdesi, biraz önce geçen hususu te'kîd eden bir ifâdedir. Zira, bir şeye kesinkes inanan bazan kendisinden başkalarının şüphe etmesini önleyemeyecek bir durumda olur. Cenâb-ı Hak bu hususu, "Andolsun ki o, onu diğer bir defa da Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında görmüştü..." ifadesiyle te'kid etmiştir. Bu böyledir, zira Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yeryüzündeyken onu görünce, bunun cinlerden olduğunun söylenilmesi son derece uzak bir ihtimâl olur. Zira biz biraz önce, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de, bunun gönderilmiş bir elçi olduğuna dair zorunlu bir bilginin meydana getirildiğini beyan etmiştik. Uzak bir ihtimal ise, karar vermeye ve kesin hükme varmaya engel olmaz. Baksana biz, geceleyin uyuyup da, gündüzün uyandığımızda, meselâ bu denizin, biz uyurken kurumadığını suyunun çekilip batmadığını; meselâ bu dağın da yok olmadığını ve başka yere hareket etmediğini kesinkes söyleyebiliriz. Halbuki böyle bir ihtimal söz konusu edilebilir. Çünkü Allahü teâlâ, biz uyurken böyle yapmış, uyandığınızda da onları aynı hale döndürmüş olabilir.. Binâenaleyh, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), onu, altına göğün üzerinde İken Sidretü'l-Müntehâ'da görünce, artık orada ne bir cin, ne de bir insan bulunma ihtimali söz konusu olmaz. İşte Cenâb-ı Hak bu ihtimali de bertaraf ederek, "Şimdi siz, onun, bizzat çıplak gözle olan bu görüşüne karşı da, kendisiyle mücadele mi ediyorsunuz?" buyurmuştur. Hem nasıl, o onu semâda gördüğü halde, bu hususta bir söz söyleme cesaretini bulabiliyorsunuz? bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır: Birinci Mesele (......) ifâdesinin başındaki vâv'ın, beyân ettiğimiz üzere atıf vav'ı olması muhtemel olduğu gibi haliyye vâv'ı olması da muhtemeldir. Ki bu, "Daha nasıl sizler onun, hakkında hiç şüphe etmeyeceği bir biçimde görmüş olduğu o şey hususunda onunla mücadele ediyorsunuz?.." demektir. Bununla birlikte bu konuda bir takım şek ve şüpheler ileri sürme ihtimali kalmaz. Çünkü, bir şeye inanan bir kimse, o şeyde de çoğu kez şüphe edebilir. Ne var ki, bu şüpheler onun üzerine gidip gelir ve bunları cevaplamak da mümkün olmaz. Bununla birlikte, bahsettiğimiz o misâlde de olduğu gibi, durumun böyle olmasında bir kusur bahis mevzu değildir. Çünkü biz, (yukardaki misâlde de olduğu gibi), o denizin altın olmadığı, o dağın atılmış bir yün olmadığı hususunda asla şüphe etmeyiz. Ama birisi bize, bir takım şek ve şüpheler telkininde bulunsa ve "Sen uyurken, Allahü teâlâ onları bu hale (yani denizi altına, dağı da yüne) çevirdi, daha sonra da yeniden eski haline döndürdü" dese, buna cevâp vermeniz mümkün olmaz. Ama ne var ki biz, bunların eski halleri üzere berdevam olduklarında şüphe etmeyiz. ifâdesinin başındaki Ifim'ın aynı ifâdenin başında bulunan vâv'a ters düştüğü söylenemez. Çünkü bu ifâdeyi kullanan kimse, lâm getirmeksizin de diyebilir. Biz diyoruz ki, hâl için olan o vâv, cümle başına gelmiştir. Cümle ise, mübtedâ ve haber, yahut fiil ve failden meydana gelir. Ki, bunların her ikisinin başında da lâzım bulunması caizdir. İniş (......) kelimesi, vezninde olup, "nüzûl-inmek" kökündendir. O halde bu demektir ki bu ifâde, cülus kökünden olan celse kelimesi gibidir. Bu kelime, mutlaka, bir inişin söz konusu olduğunu gösterir. O halde bu iniş, (bu geri gelme), kimden dolayı olmuştur? Biz deriz ki bu hususta bir takım izahlar yapılmıştır ki, bunlar da, (......) kelimesindeki "hû" zamirinin kimle alâkalı olduğuna varıp dayanmaktadır. Bu hususta iki görüş vardır; Birinci Görüş: Bu zamir, Allah'a râci olup, "O Allah'ı, diğer bir defa da gördü.." demektir. Bu izah, ayetindeki görülen şeyin, Allah olduğu görüşüne dayanır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Rabbini, kalbiyle iki kez gördüğü de ileri sürülmüştür. Böyle olması halinde bu "iniş"in, şu iki şeyden olmuş olması muhtemeldir: a) Allah için.. Buna göre de şu iki izah yapılabilir: 1) Bu, Allah'ın hareket ve intikâlde bulunabileceğini caiz görenlerin iddiasıdır ki, bu batıldır. 2) Bu inme işi, maddî değil manevî yaklaşma şeklinde olmuştur. Çünkü Allahü teâlâ, kulu kendisini görmeksizin, kuluna, rahmet ve lütfü ile yaklaşır. İşte bundan ötürü, Hazret-i Musa (aleyhisselâm), "Rabbim (kendini) bana göster.,"(Araf,143) demiştir ki, bu, "Seni görmem için, azamet ve celâl perdelerini kaldır ve kuluna rahmet ve lûtufla yaklaş.." demektir. b) "Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah'ı ikinci kez gördü..." demektir. Bu durumda da bu, şu iki manaya gelebilir: 1) "Hazret-i Peygamber, hevâ u heves ve nefs binitinin sırtına bindi, oturdu, (onları gemledi)..." demektir. İşte bundan dolayı hevâsınin sırtına binen kimseye "Yeryüzünde azdı ve büyüklük tasladı..." denilir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Firavun, yeryüzünde büyüklük tasladı" (Neml, 4) buyurmuştur. 2) Ayetteki o "nezleten" kelimesiyle, zıddı, yani "çıkma, yükselme" mânâsı kastedilmiştir. Cenâb-ı Hak sanki "O, onu bir başka çıkışta gördü..." demek istemiştir. Cenâb-ı Hak, "çıkarken.." yerine, "inerken" ifâdesini kullanmayı tercih etmiştir; zira, ahiretteki çıkışın, inişi yoktur. İşte bunun, dünyada olan kimse tarafından yapıldığı bilinsin diye, "nezleten" buyurulmuştur. İkinci Görüş: Bu zamir Cebrail (aleyhisselâm)'e ait olup, "Hazret-i Peygamber, ikinci kez inişinde Cebrail'i gördü.." demektir. Mânânın böyle olması halinde, bu inme işinin, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ait olması da muhtemeldir. Çünkü Miraç gecesi ile ilgili haberlerin birinde vârid olduğuna göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Cebrail (aleyhisselâm)'in önüne geçti ve Cebrail (aleyhisselâm) ona, "Şayet bir parmak ucu kadar yaklaşacak-olsam yanar kül olurum.." dedi . Daha sonra Hazret-i Peygamber Cebrail (aleyhisselâm)'in yanına dönüp geldi ki, bu hal, âyette, "nezleten" kelimesiyle ifâde edilmiştir. Buna göre şayet, "Peki o halde daha nasıl "bir başka" buyurmuştur?" denilirse, biz deriz ki, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) namazla ilgili olarak, birkaç kez gidip geldi. O halde bu demektir ki, her defasında Cebrail (aleyhisselâm)'in önüne geçiyor ve yine her defasında Cebrail (aleyhisselâm)'in yanına geliyor. Bu inme işinin, Cebrail (aleyhisselâm)'e ait bir iş olması da muhtemeldir. Bu iki husus da nakledilmiş olup, buna göre (......) tabirinin mânâsı açıktır. Çünkü, Cebrail (aleyhisselâm)'in birçok inişi vardır. Aslî suretinde olduğu halde Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in yanına inişi, iki defa olmuştur. Sidra Cenâb-ı Hak, "Sidratü'l-Müntehâ'nın yanında..."buyurmuştur. Meşhur olan görüşe göre Sidra, üzerinde sedir ağacının meyvesine benzeyen meyveler bulunduğu halde, yedinci kat gökte olan bir ağaçtır. Bunun semanın altıncı katında olduğu da ileri sürülmüştür. Bir haberde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in "O ağacın meyveleri, Hecer mevkiinin küp gibi olan meyveleri gibidir. Yapraklan ise, fil kulakları gibidir" buyurduğu vârid olmuştur. Sidratü'l-Münteha tabirinin, "en ileri derecede duyulan hayret ve şaşkınlık" mânâsına geldiği ve "es-sederet" kelimesinden olduğu da ileri sürülmüştür. es-Sederetu kelimesi de, tıpkı tekebe kelimesinin râkib kelimesinden müştak olması gibidir. Bu ifâde, akıl, daha fazlasının olmayacağı bir biçimde hayret ettiği zaman kullanılır. Halbuki Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şaşmamış, kaybolmamış (kendinden geçmemiş) ve gördüğünü iyice görmüştür. (......) ifâdesinin başındaki İnde burada, ya mekân zarfı, ya da zaman zarfıdır. Biz diyoruz ki, meşhur olana göre, bunun zarf-ı mekân olması ve takdirinin de, "Hazret-i Peygamber, Cebrail'i veya başkasını, Sidratü'l-Müntehâ'nın yakınında gördü" şeklinde olmasıdır. Bunun, zarf-ı zaman olabileceği de ileri sürülmüştür. Nitekim Arapça'da, "Gün doğarken namaz kıldım" denilir. Buna göre, ayetin takdîrî, "o onu, en ileri hayret esnasında gördü..." şeklinde olup, bu, "O onu, aklı olanların akıllarının şaştığı bir zamanda gördü.." demektir. Görmek, ilimlerin en ileri derecesidir. O vakit de, cehalet ve şaşkınlık vakitlerini en ileri derecede olduğu bir vakit dilimidir. O halde bu demektir ki, "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) akıllıların şaşması normal olan bir vakitte dahî şaşmadı." Allah en iyisini bilendir. Allah'ı Gördü Mü? Biz, ayetin mânâsının, "Peygamber, Allah'ı gördü..." şeklinde olduğunu söylersek, o zaman, "Sidratü'l Müntehâ'nın yanında..." ifâdesi nasıl anlaşılmalıdır. Biz deriz ki, bu hususta da şu görüşler ileri sürülmüştür: 1) Allah'ın mekânda bulunabileceğini ileri sürenlerin iddiası ki, bu bâtıldır. Biz bunun bâtıl olduğunu, Secde Sûresi'nde tafsilatlı bir biçimde anlatmıştık. 2) "Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Sidratü'l-Müntehâ'dayken onu, Allah'ı gördü" demektir... Çünkü zarf, daha önce de verdiğimiz misâlde de olduğu gibi, bazen gören kimseye ait olan bir zarf olur. Nitekim "Hilâli, ayı gördüm" denilir. Bunun üzerine bunu söyleyene, "Onu nereden gördün?" denilir de, bunun üzerine o, "Çatıdan" veya "Falanca ağacın yanından" der. Biz bu görülen şeyin Cebrail (aleyhisselâm) olduğunu söylememiz hâlinde, bu iki maddenin izahı gayet açıktır. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Sidratü'l-Müntehâ'da Cebrail ile beraber olması ise daha açıktır. Müntehâ'ya İzafetinin Sebebi Sidra kelimesinin el-müntehâ'ya izafeti, ne tür bir izafettir? Biz deriz ki, bu hususta da şu izahlar yapılabilir: 1) Bu, bir şeyin mekânına izafe edilmesi kabilindendir. Nitekim Arapça'da, "Falanca beldenin ağaçları soğuktan uzamıyor"; "Cennetin ağaçları kurumazlar, meyveden de hiç hâli olmazlar" denilir. Bu durumda müntehâ kelimesi, Cebrail (aleyhisselâm)'in aşamayacağı yere işaret etmiş olur. Bunun, hiçbir ruhun aşamayacağı bir yer olduğu da ileri sürülmüştür. 2) Bu, bir yerin, o yerde oturana izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da "Fıkıh kitabı..." "karanlık yer., "denilir. Bu izaha göre, Müntehâ, Sidra'nın yanında olmuş olur, ki bunun da takdiri, "ilimlerin nihayete erdiği yerdeki Sidre'de şeklinde olur. 3) Bu, mülkün mâlikine izafeti kabilindendir. Nitekim Arapça'da, "Zeyd'in Zeyd'in ağaçları" gibi ifâdeler kullanılır. Buna göre, "kendisine varılan – müntehi ileyh, mahzûf olup, takdiri, (......) şeklindedir. Nitekim Cenâb-ı Hak "Onun nihayet (ilm)i ancak Allah'a aittir"(Naziat, 44) buyurmuştur. O halde bu demektir ki, "müntehâ ileyh" Allahü teâlâ'dır. Bu durumda, Sidre'nin bu kelimeye muzaf oluşu, tıpkı şeref vermek ve ululandırmak için, "beyt"in Allah'ın izafeti, (Beytullah - Allah'ın evi) gibidir. Nitekim Cenâb-ı Hakk'ı tesbih ederken de, gayelerin gayesi" ve "Ey arzuların varıp dayandığı zât!" denilir. Cennetü'l-Me'va |
﴾ 14 ﴿