4

"Kur'ân'ı O Rahman öğretti. İnsanı O yarattı. Ona beyânı O öğretti".

Bil ki bu sûrenin, kendinden önceki sûre ile, şu iki şekilde münasebeti olduğu söylenebilir:

1) Allahü teâlâ önceki sûreye, İzzetine, ceberrûtuna ve heybetine delalet eden bir mucize ile, yani ayın İkiye bölünmesi mucizesi ile başlamıştır. Çünkü ayı ikiye bölebilen, dağlan ve insanları yerle bir etmeye de kadirdir. Rahman Sûresine ise, rahmetine ve erhamürrâhimîn oluşuna delâlet eden bir mucize ile başlamıştır ki bu da Kur'an mûcizesidir, Çünkü kalblerin şifası, sağlığı, günahlardan arınması ve uzak durmasıyla olur.

2) Allahü teâlâ, önceki sûrede, "Benim azabım ve İmamlarım nasûmış (bir düşün)" ayetini, birden fazla tekrar etmiştir. Bu sûre de, "O halde Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz" ayetini defalarca zikretmiştir. Çünkü daha önce de anlattığımız gibi, o sûre, Hak teâlâ'nın, heybetini anlattığı bir sûredir. Bu İse, rahmetini ortaya koyduğu bir sûredir. Hem sonra bu sûrenin başı ile, önceki sûrenin sonu bir münasebet arzetmektedir. Çünkü Hak teâlâ o sûrenin sonunda, "Kudret sahibi, mülkü çok yüce olan (Allah'ın) yanındadırlar (onlar)" buyurmuştur ki "Kudret sahibi" oluşu, heybet ve azametine bir işarettir. Bu sûre başında ise, "er-Rahman" demiştir ki bu, "O Allah, kâfir ve facirler için ileri derecede azîz ve intikam sahibi (zü'ntikâm) bir muktedirdir; ama İyiler, muttakîler ve mû'minler için Rahman'dır, nimetler sahibidir, onların hatalarını bağışlayandır" manasına gelir.

Bu ayetin tefsiri ile İlgili birkaç mesele var:

Rahman Lafzı Hakkında

"Rahman" lafzı ile ilgili bir kaç bahis vardır ve bunlar, ancak "Allah" lafzını inceleyip-ortaya koyduktan sonra iyi anlaşılacak hususlardır. Dolayısıyla diyoruz ki:

Birinci Bahis: "Allah" lafzının, başındaki elif-lâm ile birlikte, mümkinât (mahlûkât) âlemini yaratan O yüce zatın, alem (özel) ismi olduğunu söyleyenler vardır. Buna göre, yine bu görüşte olanlardan "Rahman kelimesinin de, Cenâb-ı Hakk'ın özel ismi olduğunu söyleyenler ve bu hususta, "İster Allah'a duâ (kulluk) edin, ister Rahman'a... Hangisi ile duâ ederseniz edin, nihayet en güzel isimler O'nundur" (isra, 110) yani bu iki isimden hangisiyle dua etseniz olur" ayetini delil getirmişlerdir.

Yine bunlardan bir kısmı, meselâ birisinin "Ya Allah" diyebileceği gibi "Ya Rahman" da diyebileceğini söyleyerek, bu ayete tutunmuşlardır. Bütün bunlar tutarsız izahlardır, hele bir kısmı iyice tutarsız.

Elif lâm'lı olarak Allah lafz-ı celîlinin alem olduğu görüşü de zayıftır. Çünkü eğer onların dediği gibi olsaydı, bu lafzatullahın başındaki hemze, kelimenin aslından oturdu, dolayısıyla da hemze-i vasıl kabul edilmesi caiz olmazdı. Bu sebeple de ve denip, Ahmed ve İsmail kelimelerinin başındaki hemze, vasıl halinde kaldırılmadığı gibi, denilmeliydi. Halbuki aksine bu hususta doğrusu, şu iki görüşten biridir:

Birinci Görüş: Biz, ya mümkinât âleminin yaratıcısı olan zatın, alem isminin, "İlah" veya "lâh" olduğunu; daha sonra el-Fazl, el-Abbas, el-Hasen ve el-Halîl kelimelerinde olduğu gibi, başına elif-lâm getirilerek kullanıldığını söyleyebiliriz. Bu izaha göre, başkasını "ilâh" diye adlandıran kimse, tıpkı çocuğu için bu kelimeyi kullanıp da böylece, hernekadar caiz olma hususunda, kendinden önce başkalarının da alem ismi olsa da, çocuğuna Muhammed ve Ahmed gibi isimler veren kimse gibidir. Çünkü çocuğuna "Ahmed" adını veren kimseye, başkasını bu isimle adlandırmasına manî olan, itaati gerekli bir kanun yoktur ve bunun için, bu ismi kendisine veya çocuğuna verme hususunda bir başkasına manî olma hakkı yoktur. Fakat kendisine itaat edilen bir padişahın ismi olması böyle değildir. Çünkü o padişah kendisine, bir isim seçtiğinde, hakimiyeti devam ettiği müddetçe, idaresi altında bulunanlardan hiçbir kimse ne kendisini, ne çocuğunu o isimle isimlendirme cesaretini gösteremez. Hele de bu kimse köle olursa, ne kendisini, ne de çocuğunu padişahın adıyla adlandıramaz. Allahü teâlâ, itaat edilen, emirleri dinlenen bir meliktir. Kendisi dışında kalan herkes O'nun idaresi ve emri altındadır. Binâenaleyh kendisi için bir isim seçtiğinde, kullarının o ismi atmaları caiz olmaz. Şimdi kim, Allah'a ait olan ismi, bir başkasına vermiş ise, haddi aşmış demektir. Binâenaleyh müşrikler de, isim verme bakımından haddi aşmışlar, mana bakımından da sapıtmışlardır:

İkinci Görüş: Yahut da diyebiliriz ki, "ilah" veya "lah", tapılan kimsenin adıdır. Başındaki elif-lâm ise, ta'rîf (belirlilik) ifade eder. Şimdi ilgili bu mana Allahü teâlâ'dan başkası hakkında imkânsız olunca, başka varlıkların bu ismi almaları da imkânsız olur. Buna göre eğer, "Bir kimse oğluna bu ismi verse, caiz olması gerekir" denilirse, biz deriz ki: Bu çâiz olmaz. Çünkü böyle bir isim verme hadisesi, o kimsenin bir alem olsun diye değil de, oğlunu, bu kelimenin taşıdığı "tapılma" manasından ötürü, bununla isimlendirdiği zannını uyandırır.

Birinci Bahis eğer, "Bir kimsenin "kerîm" (cömert) ve vedûd (seven-şefkatli) kelimeleriyle adlandırılması caizdir" denilirse, biz deriz ki: İsim olabilecek bir şeyi, alem olmaya, yahut da zikirlerde kutlanılan lafızlarda düşünülen manadan ötürü İsim olarak veriyor, bu da bir yanlış anlaşılmaya götürmüyorsa, caizdir. Dolayısıyla birisinin kerîm ve vedûd gibi adları alması ve birisini bunlarla adlandırması caizdir, ama halik (yaratıcı) yahut kadîm (ezelî) gibi kelimeleri bu sadedde kullanması caiz değildir. Çünkü bu gibi isimlerin kullanılışı, sadece alem olarak alınıp, taşıdıkları manaları nazar-ı dikkate alınmadığı için caiz olmuştur. Fakat sayesinde halkın (yaratmanın) varlığı veya yokluğu söz konusu olan, Kudret gibi, kendisiyle beraber bulunan bir manadan ötürü, bu kelimelerin alem olarak verilmesi halinde, bu caiz olmaz. Ne var ki, "Allah" ismi, işte bu kabildendir. Dolayısıyla bu ismi, ma'bûd olmayan için kullanmak caiz değildir. O halde gerçek olan bu iki görüşten birisidir. Ama onların, "Allah lafzı, başındaki elif-lâm ile birlikte alemdir" şeklindeki görüşleri doğru değildir. "Allah" lafzı hakkındaki bu bahsi ve buna dayanan hususları anladığında bil ki "Rahman" kelimesinin, alem için olduğunu söylemek, bundan daha zayıftır. "Yâ er-Rahmân" denilebileceğini söylemek, hepsinden daha zayıftır.

İkinci Bahis: Cenâb-ı Allah hakkında, "Allah" ve "er-Rahmân" isimleri, tıpkı ilk isim ve İlk isimden sonra, vasfı galibin (en belirgin vasıta) isim olarak kullanılması gibidir. Bu tıpkı, Ömeru'l-Fâruk, Aliyyü'l-Murtazâ, Musa er-Rızâ ve halifelerin isimlerinde, onların en belirgin vasıfları olan sıfatlarında bulunup gördüğümüz benzeri şeyler gibidir. Bu sıfatlar, çok kullanılıştan ötürü, adetâ vasıf olmaktan çıkmışlardır. Öyle ki ilgili şahıs artık onunla muttasıf olmasa, ondan bu vasıf ayrılmış olsa bile, yine bu sıfat, tıpkı onun alemi gibi kullanılmaya devam eder. İşte bu vasıfların, bu kimselere has olarak kullanılması gibi, rahman (en merhametli) sıfatı da, Allah'ın alem isimlerinden biri haline gelmiştir. Fakat bu isim ve sıfatlarda, vad' (ilk defa koyup kullanmak) caizdir. Çünkü insanların iktidar ve azamet açısından eşit olduklarını izah etmiştik. Ama vad' Allah hakkında caiz değildir.

Şayet, "Birileri "rahman" sıfatım, mesela bir Yemâmeli'ye ad olarak vermişlerdir" denilirse, biz deriz ki: Bu tıpkı kimilerinin ilah lafzını, Allah'dan başkasına, aslında bâtıl bir inanç olduğu halde, sırf dil yönünden geçerli oluşuna bakarak, haddi aşmak ve küfürde bulunmak için vermesi gibidir.

Üçüncü Bahis: Allahü teâlâ'nın, biri önceden, biri de sonradan olmak üzere iki rahmeti vardır. Önce olanı, sayesinde mahlukatı, yarattığı rahmeti, sonra olanı ise, yarattıktan sonra mahlûkata, rızık, akıl, zekâ ve şâire şeyleri verdiği rahmeti... Binâenaleyh Allahü teâlâ, önceki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca, "rahman"; sonraki rahmeti nazar-ı dikkate alınınca, "rahîm"dir. İşte bundan ötürü; "Ya Rahmane'd-dünya, ya Rahîme'l-âhiret" denilir. O halde Allahü teâlâ, ilk önce rahmetiyle mahlukatı yarattığı için "Rahmân'dır. Binâenaleyh bu rahmet, başka hiç kimsede bulunmadığına ve hiç kimse hiç kimseyi yaratmadığına göre O'ndan başkasına Rahman denilmesi caiz değildir. Ama Allah'ın sâlih kulları, insanın takâtına göre, Allah'ın bazı huyları ile ahlâklanıp, mesela açları doyurup, çıplakları giydirdiğinde, sayesinde böyle doyurma ve yardımlaşmanın meydana geldiği ilahî rahmetten o salih kullarda bazı şeyler bulunduğunda, bunlara da "rahîm" (çok merhametli) denir. Biz bütün bu hususları. Fatiha Sûresi'nin tefsirinde anlattık. Fakat burada anlattıklarımızın, orada anlattıklarımıza ilave edilmesini istedik. Bu yüzden burada bunları tekrar ettik. Çünkü bütün bunlar, Fatiha'da anlattıklarımızın tafsilatı gibidir.

İki İrab İhtimali

Bu ayette "Rahman" kelimesi mübteda olup, bir fiil cümlesi olan "Kur'ân'ı öğretti" ifadesi haberidir. "Rahman" kelimesinin, mahzüf bir mübtedânın haberi olduğu; takdirinin ise "O (Allah), Rahman'dır" şeklinde olduğu; daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın bu cümleden sonra, yeni bir cümle ile, "O Kur'ân'ı öğretti" buyurduğu söylenmiştir. Ama birinci izah daha doğrudur. Zayıf olan ikinci görüşe göre, "er-Rahmân" tek başına ayet olur.

Üçüncü Mesele

Ayetteki, "Kur'ân'ı öğretti" ifadesi, ikinci bir mef'ûlü (kime öğretildiğini) gerektiren bir cümledir. Binâenaleyh bu mef'ûl nedir? Diyoruz ki: Buna şu iki bakımdan cevap verebiliriz:

a) Ayetin başındaki (öğretti) kelimesinin, "alâmet kıldı" manasında olduğu ileri sürülmüştür. Buna göre, Allah Kur'ân'ı, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in peygamberliğinin alameti ve bir mucizesi yapmıştır. Bu izah, daha önce de beyan ettiğimiz gibi, Hak teâlâ'nın bir önceki sûrede geçen "ve ay yarıldı" ayetiyle yakın bir münasebet ve ilgi arzeder. Çünkü Hak teâlâ, o (Kamer) sûresinin başında bunu, heybetine işaret eden bir mucize olarak zikretmiştir. Bu heybet de, Allah'dan başka hiç kimsenin ikiye bölemeyeceği birşeyi ikiye bölmesidir. Bu sûrede ise, rahmetine işaret olan bir mucizeye yer vermiştir ki bu da, Allahü teâlâ'nın, Kendisi dışında hiç kimsenin yayıp veremeyeceği şekilde, İlimleri ve hakikatleri yaymastdır. İşte bunlar, Kur'ân'da bulunan ilimlerdir.

Bu izaha göre, burada şöyle bir cevap daha verilebilir: Allahü teâlâ, o Kur'ân'ı öğrenilebilir bir şekilde kılmıştır. Bu ifade, bu manada olmak üzere, tıpkı "Biz Kur'ân'ı zikir (düşünülmesi için) kolaylaştırdık" (Kamer, 17) ayeti gibi olur. Bu izaha göre, buradaki (öğretti) kelimesi, mecazî manada olur. Nitekim Arapça'da, eğer öğreten kimseye infakta bulunur, öğretmesine karşı da ücretini verirse, o da ona öğretir" denilir.

b) Buradaki ikinci mef'ûl, Cebrail (aleyhisselâm) ve diğer meleklerdir. Çünkü Allahü teâlâ, Kur'ân'ı önce onlara öğretmiş, sonra da Cebrail (aleyhisselâm)'i, kulu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirmiştir. Nitekim Hak teâlâ bu hususu, "(O Kur'ân'ı), Ruhu'l-emin (Cibril), senin kalbine indirdi" (Şuara, 193-194) ayetiyle belirtmiştir. İkinci mef'ûlün, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) olması da muhtemeldir. Mananın böyle olması halinde bu ifadede, Kur'ân'ın, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in sözü değil de, Allah'ın sözü-kelâmı olduğuna bir işaret olmuş olur.

Burada bir üçüncü izah da şöyle olabilir: Bu, "Allah, Kur'ân'ı insana öğretti" manasınadır. Bu, Allah'ın in'amının daha tam ve mükemmel olmasını anlatması bakımından, doğruya en yakın olan manadır. Çünkü bu sûre, daha kapsamlı-genel bir nimetin beyanı ile başlamaktadır.

Dördüncü Mesele

Niçin ikinci mef'ûl hazfedi İm iştir? Deriz ki: Bu şu şahsa değil de, bu şahsa ait olmadığına, bu öğretme nimetinin genel ve şümullü olduğuna bir işarettir. Nitekim Arapça'da, kime yedirdiğini belirtmeden, sırf o adamın keremine (cömertliğine) işaret olsun diye "Falanca yemek yedirir" denilir.

Kuran'ın Manasını Anlama

"Öğretme (ta'lîm)" ne manayadır? Deriz ki: Bunun İkinci bir mef'ûlünün olduğunu söylememiz halinde, ayetteki bu ifade, "Bu Kur'ân'ı ona anlatmak" demektir. Eğer, "Allahü teâlâ, "Onun tevilini Allah'dan başka kimse bilemez" (Al-i imrân, 7) buyurduğu halde, daha nasıl bu anlatılan, bunu anlayabilmiştir?" denilirse, biz deriz ki: Kim, o ayetteki (Allah'dan başka) lafzı üzerinde vakıf yapmaz da "ve raalhûn" (ilimde kök satmış olanlar) kelimesini, müfredi müfrede atıf kabilinden, "Allah" lafzı üzerine atfederse, (mana "Allah'dan ve rasîh âlimlerden başka kimse bilemez" şeklinde olur) ve bu soru söz konusu olmaz. Fakat "Allah" lafzında vakıf yaparda, cümlenin cümleye atfı kabilinden ifâdesini, "Onun te'vilini bilmez" cümlesine atfederse, şöyle der: Allah Kur'ân'ı öğretti. Çünkü büyük ve önemli bir kitabı öğrenen, içinde anlayamadığı yerler bulunduğu halde, genel hatlarıyla kitabı anlamış olur ve o iyice anlayamadığı şeyleri imkân dâhilinde bilirse, "Falanca, hernekadar kitabın yazarının muradını tastamam bilmese bile, falan kitabı bilryor ve gücü yettiğince onu anlıyor" denilir. İşte Kur'ân'ın öğretilmesi konusundaki durum da böyledir.

Yahut da bunu "Onun te'vilini Allah'dan başka kimse bilmez" O'nun dışındaki kimseler, Allah öğretmediği müddetçe, kendiliğinden bilemez" diye izah edilebiliriz. Böylece bu mana, Allah'ın kitabının, zekâ ve ilim kuvvetine dayanarak, içindeki mana ve hikmetlerin çıkarılabilen diğer kitaplara benzemediğine bir işaret olur.

Hak teâlâ daha sonra, "insanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti" buyurmuştur. Bununla ilgili bir kaç mesele var:

Ayetler Arası Münasebet

Ayetin tertibi ve münasebeti hakkında şu iki izah yapılabilir:

1) Daha önce de belirttiğimiz gibi, Cenâb-ı Hak, "Kur'ân'ı öğretti" ifadesi ile, "insanı yaratmadan önce Allah meleklere Kur'ân'ı öğretti" manasını kastetmiştir. Böylece Allahü teâlâ, mukarreb meleklere, Kur'ân'ı gerçek manada öğretmiştir. Bunun delili, "Şüphesiz o şerefli bir Kur'ân'dır, korunmuş bir kitab (olan Levh-i Mahfuz'dadır). Ona ancak tertemiz olanlar dokunabilir" (Vakıa, 77-79) ayetleridir. Hak teâlâ daha sonra, o meleklere öğretmesinin peşisıra, Kur'ân'ı insanlara indirmesine bir işaret olsun diye, "Bu, alemlerin Rabbinden bir indirmedir" (Vâkıa, 80) buyurmuştur. İzahın böyle yapılması halinde, ayetin nazmında şöyle ilave bir güzellik ortaya çıkmaktadır: Çünkü Allahü teâlâ, hem ulvî hem de süflî (yerde ve gökte olan) bir takım şeylerden bahsetmiştir. Ulvî olanlarla süflî (yersel) olanları, dengeli olarak zikretmiştir. Ama ayetlerin sonuna kadar, ulvî olanları hep süflî olanlardan önce zikretmiştir. İşte bu sebeple Kur'ân'ı önce ulvî (göksel) olanlara öğrettiğine bir işaret olsun diye, buyurmuş; süflî olanlara bunu öğrettiğine bir işaret olsun diye de, "O insana beyân; öğretti" buyurmuştur. Yine Hak teâlâ, ulvî olanlara işaret olarak, "Güneş ve ay..." (Rahman, 5) buyururken, bunların mukabili olarak süflîlerden, "Ağaçlar ve otlar... "(Rahman, 6) buyurmuştur. Daha sonra da "Allah göğü yükseltti" buyurmuş, bunun mukabilinde de, "Yeri de bütün mahlûkat için alçalttı" (Rahman, 10) buyurmuştur.

2) Kur'ân'ın öğretilmesinin önce zikredilmesi, bu işin daha mükemmel bir nimet verme olduğuna bir işarettir. Cenâb-ı Hak, bundan sonra, Kur'ân'ı nasıl öğrettiğini belirtmek üzere, "İnsanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti" buyurmuştur ki bu tıpkı bir kimsenin: "Falancaya edebi ben öğrenim. Onu bu işe ben teşvik ettim ve malımı onun için harcadım" demesi gibidir. Buradaki, "Onu bu işe ben teşvik ettim ve malımı onun için harcadım" ifadeleri, ilk cümlenin bir açıklaması olmuş olur. Cenâb-ı Hak, çok büyük bir nimet olduğu için, Kur'ân'ı öğrettiğini önce zikretmiştir.

İkinci Mesele

Bu sûre ile, Alak Sûresi'ndeki benzeri ifadeler arasındaki fark nedir? Çünkü Hak teâlâ orada önce, "Yaratan Rabbinin adıyla oku" buyurmuş, sonra da, "Senin en kerîm Rabbin, kalem ile (yazmayı) öğretendir" (Alak. 1-4) buyurmuş ve böylece yaratmayı, öğretme işinden önce zikretmiştir, (niçin)? Diyoruz ki: Cenâb-ı Hak, Alak Sûresi'nde, Kur'ân'ı öğrettiğini açıkça ifade etmemiştir. Dolayısıyla bu, sanki buradaki, "İnsanı O yarattı" ifadesinden sonra, "Ona beyanı O öğretti" ifadesiyle belirttiği bir öğretme gibi olmuş olur.

İnsandan Burada Maksat?

Ayette geçen "insan" ile kim kastedilmiştir? Deriz ki: Bununla bütün insanlar (cinsi) kastedilmiştir. Bununla Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'in kastedildiği ileri sürüldüğü gibi, Hazret-i Adem'in kastedildiği de söylenmiştir. Fakat ayetteki, "Onu (Allah) yarattı" lafzını nazar-ı dikkate aldığımızda, ilk mana daha doğru olur. Çünkü "yarattı" ifadesine, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) de, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm) de, diğer peygamberler (ve insanlar) da girer.

Beyanın Manası

"Beyan" nedir ve onun öğretilmesi nasıl olur? Deriz ki: Kimi müfessirler, "beyan"ın, konuşma (kabiliyeti) manasına olduğunu söylemişlerdir. Buna göre Allahü teâlâ insana, konuşmayı ve kendinde (içinde) olan fikirleri ve hisleri başkalarına anlatabilmeyi öğretmiştir. Zira bu sayede insan, diğer canlılardan temayüz etmiş olur. O halde, " O yarattı" ayeti, insanın o özel kalıbını yaratıp takdir etmesine; "Ona beyanı O öğretti" ayeti de, insanın, ilmi sayesinde başkalarından ayrıldığına bir işaret olur. Daha evvel bahsettiğimiz, "Buradaki, beyandan murad, Kur'ân'dır. Cenâb-ı Hak, bu ifadeye, ifadesiyle, mücmel olarak bahsettiği şeyi, anlatmak için getirmiştir" şeklindeki izahımız, bunun dışında kalmış olur ve bu tıpkı, misal verdiğimiz gibi olur. Çünkü birisi, "Falancaya edebi ben öğrettim. Onu bu işe ben teşvik ettim..." diyebiliyordu. Bu izaha göre, "beyan", içinde bulunan şeylerin kastedildiği bir masdar olur. Çünkü Kur'ân manasında "beyan" lafzının, Kur'ân hakkında kullanılması, Kur'ân'da pek çok geçer. Nitekim Hak teâlâ, "İşte bu, insanlar için bir beyandır" (Al-i İmran, 138) buyurmuştur. Allahü teâlâ Kur'ân'a, "beyan" gibi "furkan" adını da vermiştir. O halde "beyan", hak ile bâtıl arasını ayırdetme demektir. Binâenaleyh, Kur'ân manasında "beyan" kelimesinin kullanılması doğrudur.

Dillerin Menşei

Cenâb-ı Hak, "Ona beyanı O öğretti" ifadesinde, her iki mef'ûlü de açıkça zikretmiş, fakat bu iki mef'ûlü, "Kur'ân'ı öğretti" ayetinde ki, "insana Kur'ân'ı öğretti" manasının kastedildiğini söylersek, bu durumda mef'ülün hazfedilişinin, öğretme nimetinin büyüklüğünden dolayı olduğunu da söyleriz. Cenâb-ı Hak böylece, bu öğretme işini, kime öğrettiğinden ve yaratmadan bahsedişinden önce zikretmiş olur. Daha sonra da, o öğretme işinin nasıllığını detaylı bir biçimde ele alarak, 'insanı O yarattı. Ona beyanı O öğretti" demiş ve bunu böylece beyan etmiş olur. Ama, "Kur'ân'ı öğretti" ayeti ile, Allah'ın Kur'ân'ı meleklere öğretişinin kastedildiğini söylersek, böyle buyurmasının maksadı, insanlara, nimetlerini sayması, onlardan nimetlerine şükretmelerini istemesi ve onları Kendisini yalanlamaktan menetmesidir. Cenâb-ı Hakk'ın o Kur'ân'ı meleklere öğretmesi işinde ise, insanın kendine yönelik bir faydanın olduğu ortaya çıkmış olmaz. Ama, Kur'ân'ı, insana öğretmesi ise, açık bir nimettir. İşte bu sebeple Cenâb-ı Hak, "Ona beyanı O öğretti" buyurmuştur ki, bu, nimetini o insana sayıp dökme kabilinden, "insana O öğretti" demektir. Aynısını, Alak Sûresi'nde de yaptı. Çünkü, bir keresinde kime öğrettiğine yer vermeksizin, önce "kalem ile öğretti" demiş, daha sonra da, yeniden (kimi öğrettiğini belirterek), "İnsana bilmediğini öğretti" buyurmuştur ki, işte "beyan" budur. Bütün dillerin tavkifi olduğu ve o dillerin Allah'ın öğretmesiyle öğrenildiği hususunda bu ayetle istidlal edilebilir.

Kainat O'nun Emrinde

4 ﴿