6

"Güneş de ay da hesapladır. Nebat da, ağaç da (ona) secde ederler".

Bu ifadelerin, daha öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Allahü teâlâ'nın Rahman olduğu sabit olup, bir şifâ ve rahmet demek olan Kur'ân'ına da işarette bulununca, nimetlerini zikretmiş ve bu işe de, insanı yaratması ile başlamıştır. Çünkü, insanın yaratılması, diğer bütün nimetlerin, sayesinde tamamlandığı bir nimettir. Zira, insan yaratılmamış olsaydı, hiçbir şeyden istifâde edemezdi. Daha sonra Cenâb-ı Hak, anlama nimetini, "Ona beyânı O Öğretti" ifadesiyle beyân etmiştir. Bu ifâde de, insanın var oluşu itibariyle söylenmiş olan bir ifâdedir. Çünkü insan var olmasaydı, ne fayda, ne de istifâde tahakkuk etmezdi.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, malûm olanlar sınıfından belli olan iki nimetini zikretmiştir ki, bunlar, semavî nimetler türünün en bariz olanlarıdır. Ki, işte bunlar, güneş ve aydır. Güneş olmasaydı, karanlık hiç gitmezdi. Ay olmasaydı, pekçok açık nimetler elde edilemezdi. Ama, bu ikisi dışında kalan yıldızlar böyle değildir. Çünkü, bunların nimet oluşları, bu ikisinin nimet oluşlarının açıkça anlaşılması gibi, açıkça anlaşılamaz. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu iki şeyin hareketlerindeki en mükemmel faydanın, değişmeyen bir hesap sayesinde gerçekleştiğini beyân etmiştir. Çünkü güneş, bir yerde sabit olsaydı, bundan hiç kimse yararlanamazdı. Eğer onun hareketi insanlar tarafından bilinmemiş olsaydı, onlar, ziraatlarında ve vakitlerinde (ondan) faydalanamazlardı. Çünkü, hemen hemen her şey, mevsimlere bina edilmiştir.

Daha sonra Cenâb-ı Hak, güneş ile aya mukabil, yerde olan iki açık nimetini de beyân etmiştir ki, bunlar da gövdeli ve gövdesiz olan bitkilerdir. Çünkü rızkın temeli, bunlara dayanır. Eğer bitkiler olmasaydı, Allah'ın dilemesi hali müstesna, insanoğlunun rızkı olmazdı. Biz, bitkilerin, rızkın temeli olduğunu söyledik; çünkü rızkın, ya bitkisel, yahut da et, süt ve diğer parçalar gibi, hayvansal olur. Şimdi, bitkiler olmasaydı, hayvanlar yaşayamazdı. O halde, aslolan bitkilerdir. Bu da, birisi, buğday, arpa, büyük ağaçlar ve meyvelerin asılları gibi, bir gövde ile kaim olanlar, diğeri de toprağın üzerine tutunmuş baklagiller, kuru otlar ve hayvanların gıdası olan taze otlar... gibi, gövdesi olmayanlar diye ikiye ayrılır.

2) Allahü teâlâ, Kur'ân'dan bahsedip, Kur'ân'da. kendisiyle beraber başka bir delile muhtaç olunmayacak delili yeterli bir delil olunca, bundan sonra, "Güneş de ay da hesapladır. Nebat da, ağaç da (O'na) secde ederler" buyurmuştur. Bu şuna işaret eder: Allahü teâlâ bazı temiz ruhları Kur'ân'daki deliller ile başka delillerden müstağni kılmakla beraber O'nun dış dünyada da birtakım delilleri vardır. Cenâb-ı Hak, özellikle bu ikisinden bahsetmiştir. Çünkü, bunların hareketlerinin bir hesap ile oluşu, bir Fâil-i Muhtar (Allah)'ın olduğuna, bu ikisini hususî bir tarzda hizmete soktuğuna delâlet eder.

Şimdi, bu dünyada bulunan tabiatçı, felsefeci vb. kimseler biraraya gelseler, bu ikisinin hareketinin yavaşlılık ve hızlılık açısından belli bir güzergâh, belli bir cihet ve belli bir miktar üzere olduğunu isbât üzere ittifak etseler, onlardan hiçbiri muradına eremez ve neticede gerçeğe dönüp "Bunları, Allah dilediği .gibi hareket ettirir" demekten başka çare bulamaz. Allahü teâlâ, aklî delillerin, Kur'ân'daki nakîî delilleri te'yid ettiğine bir işaret olsun diye, yerden, gökten ve bu ikisi arasındaki şeylerden bahsetmiştir.

3) Daha önce dediğimiz gibi bu sûre Astronomi ilmine ait bir mucize ile başlayınca, onun peşinden Kur'ân zikredilmiştir. Ta ki -işaret ettiğimiz vecihler-nübüvveti inkâr edenlere cevap teşkil etsin. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, peygamberine kitap indirmiş, onu, insanlara en şerefli bir kitap ile, peygamber olarak göndermiş, bunun üzerine kimi inkarcılar, "Gökten, bir kütlenin yere inmesi nasıl mümkün olur ve yerde bulunan şey de, semâya doğru nasıl yükselebilir?" demişler de, Cenâb-ı Hak da, "hareketlerinin tabiî (tabiat tarafından) değil, hür ve irâde sahibi bir muharrik (hareket ettiren) tarafından olduğuna işaret olsun diye, "Güneş de ay da hesapladır" buyurmuştur. Halbuki onlar da, bu hususta bize muvafakat edip, "dairesel, periyodik bir hareketin, tabiî ve kendiliğinden olması mümkün değildir" demektedirler. Şimdi biz diyoruz ki, güneşi ve ayı periyodik olarak hareket ettiren zât, melekleri de, yukarıdan aşağıya dikey olarak indirebilir.

Sonra, o gövdesi olan ve olmayan bitkiler, onların, "ağır cisimler, yukarıya doğru çıkamazlar" iddialarına rağmen, yukarıya doğru dikey olarak çıkmaktadırlar ki, işte bu, Allah'ın kudret ve iradesiyle olmaktadır. Aynen bunun gibi, meleğin hareketinin de, tıpkı yıldızların hareketi gibi, dairesel olması mümkündür.

Güneş ve Ay Hesapla İşler

Ayetteki, "hesapla..." ifadesine gelince, bu ifâde de, onların, "Kur'ân, aramızdan (kala kala) ona mı indirildi?.." (Sad. 8) şeklindeki iddialarına verilen cevâba bir işaret vardır. Bu böyledir, zira Allahü teâlâ, güneş ve ayın hareketleri için belli bir güzergâh, belli bir yön ve belli bir miktar seçmiş olduğu gibi, lütfuyla da, ilgili melek için belli bir zaman ve belli bir güzergâh seçebilir. Ayetin tefsiriyle ilgili birkaç bahis vardır.

Birinci Bahis: Doğrudan doğruya Allahü teâlâ'yı ilgilendiren bir hususu, O'nun tarif edişindeki hikmet nedir? Çünkü O, "Güneş de ay da hesapladır" buyurmuş, tıpkı, "İnsanı O yarattı", "Beyanı ona O Öğretti" buyurduğu gibi, ya, "O ikisini Allah, hesapla hareket ettirdi" yahut "O ikisini Allah, hesapla emre amade kıldı" veyahutta, "O ikisini Allah, hesapla hareket ettirmiş..." dememiştir (niçin)? Biz deriz ki, burada söyle birkaç hikmet bulunur:

a) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, insanı yaratmasının ve ona beyânı öğretmesinin, onun yararlanabileceği rızık, vs. şeyleri yaratmasından daha tam ve daha mükemmel olduğuna bir işarettir. Çünkü Cenâb-ı Hak, birincilerin failinin ve yaratıcısının bizzat kendisi olduğunu açıkça ifade etmiş, burada ise, bunu açıkça ifade etmemiştir.

b) Cenâb-ı Hakk'ın buradaki "Güneş de ay da hesapladır" ifadesi, "büyüklükte bu gibi olanlar böyledir" anlamındadır. Ve bu, tıpkı bir kimsenin, "Ben sana, o binleri, o yüzleri defalarca verdim. Senin için birler, onlar çokça gerçekleşti, ama sen şükretmedin" demesi gibi olur ki, bu da, "Tarafımdan ve bağışlarımdan senin için (pekçok şey) tahakkuk etti, gerçekleşti" demektir. Ne var ki, Cenâb-ı Hak, bu bağışını, çok olduğu için açıkça belirtmemiş (kendisine nisbet etmemiş)tir.

c) Daha önce biz, Cenâb-ı Hakk'ın, "Güneş ve ay..." ifâdesinin, naklî delili te'kîd eden aklî bir delile işaret olduğunu, kendisine baktığında onun O'ndan olduğunu bileceğini ve kabul edeceğini aklî bir delile işaret olsun diye, açıkça, "Ben yaptım..." dememiş olduğuna bir dikkat çekmedir. Ama, naklî delile gelince, doğrudan doğruya Kendisiyle ilgili olan işleri açıkça ifâde etmiş, belirtmiştir.

Hüsban

İkinci Bahis: (......) ifâdesindeki bâ, hangi anlamda, müteallakına taalluk etmektedir? Biz deriz ki, bu, tefsirinden ortaya çıkmaktadır. Tefsirinin beyânı da, daha önce geçti. Ve bu mana, bir başka izah ile de ortaya çıkmıştır. Şu halde biz diyoruz ki: Ayetteki, husbân ifadesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir:

a) Meşhur olana göre, bu ifâdeyle, doğrudan doğruya "hesap" anlamı kastedilmiştir. Nitekim Arapça'da denilir. Böyle olması halinde, başındaki bâ harfi, "musâhebe" (beraber olmak) için olmuş olur. Nitekim sen, "Hayırla beraber, hayırla içice geldin" anlamında, dersin. İşte "güneş ve ay da, hesaplarıyla içice, hesapları da kendileriyle beraber olarak, hareket ederler" demektir ki, bu manaya göre bu ifâdenin bir benzeri de, "Şüphesiz ki biz herşeyi bir takdir ile yarattık. Ve bizim emrimiz, birdir, bir göz kırpması gibidir..." (Kamer, 49-50) ve "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir" (Ra'd, 8) ayetleridir. Bu bâ harfinin, "istiâne" için olması da muhtemeldir. Böyle olması halinde bu ifâde, tıpkı senin "Allah'ın yardımı ile galib geldim" ve "Allah'ın muvaffakiyle, üstün geldim ifâdesindeki gibi olmuş olur. Aynen bunun gibi, ay ile güneş de, Allah'tan olan bir hesap sayesinde akıp giderler.

b) el-Husbân, yörünge demek olup, ayetteki bu ifâde, o yörüngeyi, değirmenin yörüngesine benzetmek için yer almıştır. Çünkü yörünge, dönüp de dolayısıyla değirmenin taşını döndüren şeydir. Bu izaha göre de, ifâdenin başındaki bâ harf-i cerri, istiâne için olmuş olur. Nitekim Arapça'da, alet edevat hakkında, meselâ "Kalem ile, onun sayesinde yazdım" gibi ifâdeler kullanılır. Bu izaha göre, güneş ile ay, yörüngeleri sayesinde dönmüş, hareket etmiş olurlar. Böylece de bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Her biri bir felekte yüzerler"(Yasin,40) ayeti gibi olmuş olur.

Üçüncü Bahis: "Bunlardan herbiri mi "husbân" ile hareket ediyorlar, yoksa ikisi mi tek bir husbân'la hareket ediyorlar? Burada kastedilen nedir?" şeklinde meşhur olan soru tarzına göre biz diyoruz ki, ikisi de muhtemeldir. Çünkü biz, ikisini de nazar-ı dikkate aldığımızda, herbirinin başhbaşına bir hesabı (husbân) olmuş olur ve bu, tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Her biri bir felekte..."(Yasin, 40) ayeti gibi olur; "Hepsi aynı felek üzerindedir..." manasında değildir. Ve yine, bu ifâde, tıpkı, "Onun nezdinde her şey bir ölçü iledir"(Rad, 8) ayeti gibi olmuş olur. Ama biz, Cenâb-ı Hakk'ı nazar-ı dikkate alıp O'nun açısından düşündüğümüzde, tümü için tek bir hesap vardır. Hepsinin tek bir hesabı vardır. Cenâb-ı Hak, hepsinin hesabını, tek bir hesap ile hesap etmiştir. Bunun misâli de şudur: Bir kimse, "bizzat kendisinin mirasını, vereselerden herbiri için, belli bir pay alması suretiyle, tek bir hesapta taksim eder. Daha sonra, ilgili şey, ilgililer nezdinde farklılık arzeder de böylece de bir kısmı altıda bir, bir kısmı şu kadar vs. alır. İşte, tek hesap meselesi budur.

Ayetteki, "Nebat da, ağaç da (ona) secde ederler" ifâdesine gelince, bu hususta da birkaç bahis vardır:

Affın İşlevi

Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk'ın, önceki cümleleri atıfsız olarak getirip de, buradan itibaren ki ifâdeleri atıf vâv'ı ile getirmesinin hikmeti nedir? Biz deriz ki: Bu, sözlerin iki türe ayrılması içindir. Bu böyledir, zira, verdiği nimetleri karşısındakine sayıp döken kimse, bazan, araya atıf harfi sokmaksızın, aynı ahenk ile zikreder. Ve meselâ, "Falanca sana çokça in'âmda bulundu. Fakir iken, seni zengin kıldı. Zelil iken, seni azîz kıldı. Zayıf iken, seni kuvvetli hale getirdi" der, bazan da, bu nimetleri, atıf harfiyle birbirine ekler ve bu atıf harfi de, bazan vâv, bazan fâ, bazan da "sümme" olabilir. Böylece de, "Falanca sana ikramda bulundu. Ve sana, in'âmda bulundu. Ve sana, ihsan etti" der, daha sonra da, "Seni terbiye etti" derken, sana öğretti derken seni zengin kıldı der, daha sonra da, "Sana verdi, sonra seni zengin kıldı daha sonra da, insanların kendisine çokça başvurulanı haline getirdi der. İşte aynen bunun gibi, Cenâb-ı Hak, bu nimetleri tadâd etme işini, bu iki tür ifâdenin ikisiyle de birlikte belirtmiştir.

İmdi, eğer: "Biraz daha açıkla ve mâna bakımından, bu iki tür ifâde arasındaki farkı ortaya koy..." denilirse, biz deriz ki: Atıf harfi olmaksızın söylediği şey ile, o adeta, pekçok nimetin beyânını kastetmiş, böylece de, sözü uzatmaksızın, her tür nimeti içine alsın diye, atıf harfini getirmemiştir. İşte bu sebepten dolayı, bu çeşit ifâde, genelde, ilgili nimetlerin, üçden veya ikiden fazla olması halinde kullanılır. Çünkü, eğer bu tür kelâmı, iki nimeti ifâde etmek için getirir de, meselâ, "Falanca, sana mâl verdi ve seni kızıyla evlendirdi..." der, böylece onun bu sözünde, nimetlerin pekçok olduğuna, fakat numune için iki nimetle yetindiğine bir işaret bulunmuş olur. Ama, atıf harfi ile söylediği, dile getirdiği nimetlere gelince, o adetâ, böylece, o nimetlerin herbirinin yalnız başına bir nimet olduğuna dikkat çekmeyi; bedel ve tefsir olma zannını ortadan kaldırmayı istemiş olur. Çünkü bir kimsenin, "Sana in'âmda bulundu. Mal verdi..'" şeklindeki ifâdesinde yer alan, "mal verdi" ifâdesi, birinci kısmın tefsiri olmuş olur ve bu ifâdede, aynı anda iki nimetin ayrı ayrı bahsi geçmemiş olur. Ama, atıf harfi ile söylediği ifâde tarzı ise, bunun aksinedir.

Şayet, "Eğer durum, senin bahsettiğin gibi olsa, ve o da, ilk nimeti vâv ile zikretse, daha sonra, söz sonuna kadar uzadığındaysa, sözü aynı şekilde söylemiş olsaydı, belagata daha yakın olmaz mıydı? Üstelik, Cenâb-ı Hakk'ın kelâmının da bu şekilde gelmesi, Allah'ın beyan eden tarzının daha beliğ olduğuna delil olarak yeter... Ve bu hususun, bir incelemeyle, araştırmayla ortaya konulacağı, açık ve zahir olan tafsîlî bir delili de olup, bu da şöyledir: İlgili söze, onu söyleyen kimse bazan, kısa tutmak niyetiyle başlar da, ya soru soranın çok soru sorması, yahut konuşan kimsenin konuşmasının inceliklerine daha fazla muttali olunması isteğinden, yahut da, bu ikisinin dışındaki benzeri sebeplerden dolayı, muktezâyı hal, sözü uzatmayı gerektirir. Bazan da, sözü uzatma ve tafsilatlı açıklama yapma niyetiyle söze başlar da, böylece, ya dinleyenlerin yahut da konuşanın meşguliyetinden dolayı, esas olanla yetinmeyi gerektiren ve insanların konuşmalarında olabilecek benzer şeyler zuhur eder, arız olur" denilirse, biz deriz ki: Allah'ın kelâmının faydaları, Kendisi için değil de, kulları içindir. Binâenaleyh, bu sûrede ise, maksat o olduğu için, nimetlerin en mükemmelini, yani insanın yaratılmasına işaret etmekle başlamış, daha sonra da, çoklukla alakalı olan şeyleri getirmiştir. Sonra, insanın ilmi, kendi cinsinden olan kimselerin konuşmalarının (açıklanmamış) maksadını bilecek derecede kâmil değildir. Binâenaleyh, ya bu söz, Allah'ın kelâmı olursa nasıl olur?) Böylece Allahü teâlâ, yeni bir faydayı anlatmaya, bedel, tefsir ve tafsîl zannını gidermek, herbirinin başlı başına kâmil bir nimet olduğunu bildirmek için söze başlamıştır.

Sekiz Nimet

Buna göre şayet, "Durum böyle olunca, o halde daha, atfın, ne öncesine ne de sonrasına değil de, bu kelâma ve onunla başlamaya tahsis edilmesinin hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Bu, bu iki tür kelâmın dengeli ve eşit olması içindir. Çünkü, Cenâb-ı Hak, Kur'ân öğretme, insanı yaratma ... vs. gibi sekiz tür nimetten bahsetmiştir. Bunlardan dördünü vâv'sız, dördünü de vâv ile getirmiştir. Hak teâlâ'nın, "Onda meyveler, tomurcuktu hurmalar (var)... "(Rahman, 11) ve "Samanlı daneler, hoş kokulu nebatlar var" (Rahman,12) ayetleri, yeryüzünün nimetlerini tafsilatlı bir biçimde anlatmak içindir.

Hem sonra Cenâb-ı Hakk'ın bu sekizi seçişinde, şöyle bir incelik var: Yedi, bir tam (kâmil) sayıdır. Sekiz ise, yedi artı fazlası demektir. Böylece bunda, Allah'ın nimetlerinin sayılamayacak derecede olduğuna bir işaret bulunmuş olur. Çünkü kâmil olandan fazla olan, belli ve açıklanmış sayılmaz. Böylece Cenâb-ı Hak, nimetlerin bu sayıya münhasır olduğunu bildirmek gayesiyle değil, sayılamayacak kadar çok olduklarına işaret için, bunlardan sekizini zikretti.

Necm

"Necm" ne demektir? Deriz ki: Bu hususta şu iki izah yapılabilir:

a) Necm, gövdesi olmayan bitki demektir.

b) Yıldız manasınadır. Birinci mana daha açıktır. Çünkü Cenâb-ı Hak bu kelimeyi "şecer" (ağaç) kelimesiyle birlikte ve "Güneş ve ay" mukabilinde zikretmiştir. Böylece de, iki semavi varlığa karşılık, iki yeryüzü varlığını zikretmiş olur. Bir de ayetteki, "(O ikisi) secde ederler" ifadesi, ayetteki "necm" ile, gökteki yıldız manasının kastedilmediğine delâlet eder. Çünkü bunu bu manaya alanlar, onun batıya doğru (batarak) secde ettiğini söylerler. Ama bu izaha göre, güneş ve ay da batıya doğru secde ederler, yani batarlar. Bu durumda da, ayette özellikle bunların secdesinden bahsedilmesinin bir manası kalmaz. Ama biz, "necm" ve "şecer"in yer ile İlgili şeyler olduğunu söylediğimizde, o zaman deriz ki: Ayetteki, "o ikisi secde ederler" ifadesi, "Bu ikisinin gölgesi secde ederler" manasınadır. Böylece de secde etme işi, burada güneş ile aya değil de, bu ikisine tahsis edilmiş olur.

Nebat ve Ağacın Secdesi

Bunların secde etmelerinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılabilir:

a) Bu, biraz önce de söylediğimiz gibi, "onların gölgeleri secde ediyorlar" manasınadır.

b) Bu ikisi Allah'a boyun eğerler. Dolayısıyla hep yerden bitip çıkıyorlar. Allah'ın izniyle bu çıkışa ve boyun eğişe devam ediyorlar. Böylece de Cenâb-ı Hak, güneşi ve ayı dairevî bir şekilde hareket etmeye, bu bitkileri de, yukarıya doğru, dikey harekete memur kılmıştır.

Bu sebeple de bitkinin hep yerinde duruşu, secdeye teşbih edilmiştir. Çünkü secdede olan, sabit ve hareketsizdir.

c) Hernekadar gözle görülmese de, bu bitkiler, gerçekten secde ederler ve bu tıpkı, anlaşılamasa bile, herbirinin Allah'ı tesbih edişleri gibidir. Nitekim Hak teâlâ, "Herşey Allah'ı tesbih eder. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız" (İsra, 44) buyurmuştur.

d) Secde, alnı yere koymak, yahut da başın yere doğru olması demektir. Gövdeli ve gövdesiz bitkilerin başları da gerçekte yere doğru, ayakları ise, göğe doğrudur. Çünkü canlıların, gıdalarını almaları başları sayesinde olur. Bitkilerin ise gıdaları almaları kökleri sayesinde olur. Bir de baş olmadan hayat olmaz. Bitkilerin de köklerine bir arıza girdiğinde, taptaze olarak ayakta kalmazlar. Ama dalları ve tepeleri kesildiğinde, hayatiyetlerini sürdürebilirler. İşte bundan ötürü dallara, "ağacın başlan" denmiştir. Çünkü insandaki baş, en üstte olandır. İşte bundan ötürü bitkilerin de üst taraflarına baş denmiştir. Bunu iyice anladığına göre, gövdeli ve gövdesiz bitkilerin başlan, hep yere doğrudurlar. O halde bunların secde edişleri, hakikî manada değil, bir tesbih olacaktır.

Üçüncü Mesele

Necm kelimesinin şecer'den önce getirilmesinde, "eş-şemsü ve'l-kameru (güneş ve ay) ifadelerine, lafzî bakımdan bir uyum bulunduğu gibi, mana bakımından da söyle bir incelik yatmaktadır: Necm'in secde etmesi daha açık olarak anlaşılır, çünkü böyle gövdesiz bitkiler, tıpkı secde eden insan gibi, yere serilip-sarılmıştır ve bu tıpkı güneşin hesabla ilgisinin daha yakın olması gibidir. Çünkü güneşin hareketlerini hesap etmek, takvimcilere göre, ayınkini hesap etmekten kolaydır. Çünkü takvimcilere göre, yıldızların hareketlerinden bahseden kitaplarda, güneşin seyrini hesap etmek, ayınkini hesap etmekten kolaydır.

Semanın Yükseltilmesi

6 ﴿