HADID SURESİ

29 ayet olup, Medine'de nazil olmuştur.

1

"Göklerde ve yerde ne varsa, Allah'ı tesbih etmektedir. O, gâlib-i mutlak, sâhib-i hikmet olandır".

Tesbih ve Takdis

Bu ifâdeyle ilgili birkaç mesele vardır:

"Tesbih", Allah'ın, kötü şeyleri işlemekten uzak olduğunu söylemektir. "Takdîs" de böyle olup, bir kimse yerde veya suda yol alıp uzaklaştığında ve uzaklaştırdığında kullanılan deyimlerine râcîdir.

Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, kötü şeylerden münezzeh olduğunu söylemenin şümulüne, zâtının, sıfatlarının, fiillerinin, isimlerinin ve hükümlerinin uzak olduğunu söyleme de girer. Zâtının uzak olmasına gelince, bu şöyledir: O'nun zâtı, mümkin olmanın mahal ve mekânı değildir. Çünkü, kötülük, ademdir, yokluktur. Ve, yokluğu da, böylece mümkin hale getirmedir. Sonra, mümkin oluşu nefyetmek, çokluğu (kesreti) nefyetmeyi iktizâ eder. Kesrenin olmadığını söylemek de, cisim ve araz olmayı, zıddının, eşinin ve benzerinin bulunmasını nefyetmeyi, dolayısıyla da, mutlak vahdeti ve birliği gerektirir.

Sıfatları hususuna gelince, O'nun cehaletten münezzeh olduğunu, ilmi ile bütün malûmatı kuşattığını, her türlü makdûrata kadir olduğunu, sıfatlarının değişmekten münezzeh olduğunu söylemekle olur. Fiilleri hususuna gelince, bu da O'nun fail oluşunun, bir madde ve misâle (örneğe) varıp dayanmamasıdır. Çünkü daha önce de belirttiğimiz gibi, O'nun dışında kalan her şey, "mümkin"dir. Dolayısıyla her madde ve her misâl, O'nun fiilidir. Bu sebeple, her mümkin, O'nun fiilidir. Binâenaleyh şayet, O'nun fail oluşu bir maddeye ve bir misâle muhtaç olsaydı, o zaman teselsül gerekirdi.

Yine, O'nun fiilleri bir zamana ve bir mekâna bağlı değildir. Çünkü, her zaman, son bulan cüzlerden mürekkebtir. Böylece, o zaman O, mümkin varlık olmuş olur. Her mekân da, çeşitli mekân türlerinden meydana gelmiş bir mümkin varlıktır. Böylece, zaman ve mekândan her biri de "mümkin" ve "muhdes" olmuş olur. Dolayısıyla, şimdi O'nun fail oluşu bir zamana ve mekâna muhtaç olmuş olsaydı, o zaman ve mekânın fâiliyeti bir başka mekân ve zamana muhtaç olurdu..., böylece de teselsül gerekirdi.

Yine, O'nun fiilleri, herhangi bir menfaati celbetmeye, herhangi bir zararı da defetmeye varıp dayanmaz. Aksi halde O, zâtı bakımından eksik ve başkası vasıtasıyla kemâle eren bir varlık olurdu. Ki bu muhafdir.

O'nun isimleri hususuna gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, "En güzel isimler Allah'ındır; o halde Allah'a onlarla duâ edin" (A'râf, 180) buyurması gibidir. Ve, hükümleri konusuna da gelince, Allah'ın şeriat kıldığı her şey, bir maslahata, bir ihsana ve bir hayra mebnîdir. Bunların birer lütuf, iyilik ve güzellik olması ise, Allah'ın üzerine vâcib olan hususlar olmayıp, tam aksine ihsanının gereği olan şeylerdir. Özet olarak, buradan, O'nun hükmünün, teklifinin herkes için gerekli olduğunun, hiç kimsenin O'nun üzerinde bir hükmünün, teklifinin bulunmadığının, dolayısıyla da, O'na hiç kimse için, asla herhangi bir şeyin vâcib olmadığının bilinmesi gerekir. İşte, "tesbîh" maddesiyle ilgili genel külli esas budur.

ve Farkı

Bazı sûrelerin başında, mazî sigasıyla, "tesbih etti"; bazılarında ise, muzari sigasıyla "tesbih ediyor, eder" şeklinde gelmiştir ki bu, bu nesnelerin tesbih etmelerinin, herhangi bir vakte tahsis edilmediğine, tam aksine mazide de hep tesbih edici olduklarına, gelecekte de tesbih ediciler olacaklarına bir işarettir. Bu böyledir, zira bu şeylerin tesbih edici olmaları, kendi mahiyetlerinin, ayrılmaz bir vasfıdır. Dolayısıyla, o mahiyetlerin de bu tesbih etmekten ayrılmaları imkânsız olur. Biz, bu tesbih edicilik vasfının o nesnelerin mahiyetlerinin ayrılmaz bir niteliği olduğunu söyledik, çünkü Vâcibü'l-vücûd olan Allah'ın dışında kalan her şey, "mümkin" varlıktır. Her mümkin varlık ise, Vâcibü'l-vücûd'a muhtaçtır. Vâcibü'l-vücûd'un vâcib olması ise, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, O'nun zâtının, zâtı, sıfatları, fiilleri, hükümleri ve isimleri konusunda her türlü kötü şeyden tenzih edilmesini gerektirir. Böylece, bu tesbih ediciliğin mazîde mevcut olduğu, gelecekte de mevcut olacağı ortaya çıkmış olur. Allah en iyisini bilendir.

Üçüncü Mesele

Bu fiil, bu sûrede olduğu gibi, bunun lâm harf-i cerriyle (Fetih, 9) ayetinde olduğu gibi, bazan da harf-i cersiz müteaddîolur. Esası ise, harf-i cersiz müteaddî olmasıdır. Çünkü, fiilinin anlamı, "Onun, kötü şeylerden uzak olduğunu söyledim" demektir. Şu halde buradaki lâm, "Ona nasihat ettim" ifâdesindeki lâm gibidir, yahutda, sırf O'nun rızası için tesbihi vücûda getirdi, anlamında, anlamı kastedilmiştir.

Dördüncü Mesele

Zeccâc, ayette bahsedilen tesbih ile, sözlü olan tesbihin kastedildiğini iddia etmiş ve bu hususta, şu iki delili getirmiştir:

1) Allahü teâlâ, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder. Fakat siz, onların tesbihini iyi anlamazsınız" (Isrâ, 44) buyurmuştur. Şimdi eğer, "tesbih" sözü ile yaratılan şeylerin yaratana delâleti kastedilmiş olsaydı, onlar bunu anlarlardı.

2) Allahü teâlâ, "Dağları ve kuşları, Dâvud ile birlikte tesbih etmek üzere, râm etmiştik" (Enbiya, 79) buyurmuştur. Dolayısıyla tesbih, yaratılan şeylerin yaratıcıya delâletinden ibaret olsaydı, bu husus, Dâvûd (aleyhisselâm)'a tahsis edilmezdi. Bil ki, bu söz, şu iki hüccetten dolayı zayıftır:

Birinci Hüccet: Bu maddelerin Cenâb-ı Hakk'ın zâtını, sıfatlarını ve fiillerini her türlü kötü şeyden tenzih etmeye delâletleri, en ince hususlardandır. İşte bundan dolayı insanlar, bu hususta ihtilâf etmişlerdir. Binâenaleyh, ayetteki, (Isrâ, 44) ifâdesi, belki de, bu delâletleri bilmeyen toplumlara bir işarettir. Şu halde, Cenâb-ı Hakk'ın İyi anlamazsınız" (isra, 44) ifâdesi bir işarettir; eğer bu, belli bir topluma işaret değilse, bu demektir ki bu, herkese yapılmış olan bir hitaptır. Demek ki, Cenâb-ı Hakk adeta, "Bütün onlar bunu anlayamadılar" demiş olur ki, bu.O'nu, bazı kimselerin anlamasına aykırı değildir.

Dağların Tesbihinin Mahiyeti

İkinci hüccet de, zayıftır. Çünkü vermesi, böylece de o dağın (Dâvûd (aleyhisselâm)'la) tesbihatta bulunması muhtemeldir. Ama, cansız olduklarını kesin olarak bildiğimiz bu cansız varlıkların, o tesbihi söylemesine, Allah'ı tesbih ettiklerinin söylenilmesi ise, imkânsızdır. Çünkü biz, cansız varlıklardan muhkem ve sağlam fiillerin sudur edebileceğini caiz görürsek, Allah'ın fiilleri ile, meselâ O'nun alîm ve hayy olduğuna istidlalde bulunmamız imkânsız olur ki, bu küfürdür. Tam aksine, gerçek şu ki, sözlü yapılan tesbih, ancak Allah'ı tanıyan akıllı varlıktan sudur eder. Böylece bu kimse bu sözüyle, Rabbini tenzihte bulunmuş olur ki, bu manadaki tesbihin, cansız varlıktan sudûru doğru olmaz. Dolayısıyla, canlı ve cansız, akıllı ve akılsız varlıklardan meydana gelen, genel anlamdaki tesbihin, mutlaka şu iki hususun biri ile tefsir edilmesi gerekir.

1) "O şeyler, tesbihatta bulunuyor" ifâdesi, "Onlar, O'nun ululuğuna, tazimine ve tenzihine delâlet ediyor" manasındadır.

2) Bütün mümkin varlıklar, O'na boyun eğmiştir. O, onlarda, istediği gibi tasarruf eder. O'nun fiiline ve meydana getirmesine manî olan hiçbir varlık yoktur.

Bu ön bilgileri iyi anladığına göre şimdi biz diyoruz ki: Şayet biz, bu ayette bahsi geçen "tesbih"i, sözle yapılan tesbih anlamına alırsak, (......) ifâdesindeki ile, (kişi, akıllı zât) anlamı kastedilmiş olur ki, arşın taşıyıcı melekleri bunlardandır. Çünkü Cenâb-ı Hakk, "Eğer kibirlenmek isterlerse, Rabbinin nezdinde bulunan melekler tesbihte bulunurlar" (Fussilet, 38) buyurmuştur. Mukarrebler de bunlardandır, nitekim meleklerden naklen: "Seni tenzih ederiz. Bizim yârimiz onlar değil, Sensin... dediler"(Sebe, 41) buyurmuştur. Diğer melekler de bunlardandır. Nitekim onların "Seni tenzih ederiz. Seni bırakıp da başka veliler edinmemiz bize yakışmaz" dediklerini (Furkan.18) Allahü teâlâ nakletmektedir.

Yeryüzündeki tesbih edicilere gelince, meselâ peygamberler bunlardandır. Nitekim Zünnûn Yunus (aleyhisselâm) "Senden başka hiçbir Tanrı yoktur. Seni tenzih ederim..."(Enbiyâ,87), Musa (aleyhisselâm) ise, "Seni tenzih ederim. Tevbe ettim sana..."(Araf, 143) demiştir. Sahâbe-i kiram da tesbihatta bulunmuşlardır. Nitekim "Sen pâk ve münezzehsin. Bizi ateşin azabından koru...(Al-i İmran, 191) buyurulmuştur.

Ama, biz bu tesbih edişi, manevî manadaki tesbih anlamına alırsak, Cenâb-ı Hakk'ın da, "Hiçbir şey hariç değil, hepsi O'na hamd ile tesbih eder" (İsra. 44) buyurduğu gibi, göklerin unsurları, yerin, dağların, kuzuların, demirlerin, ağaçların, debelenen canlıların, cennetin, cehennemin, Arş'ın, Kürsî'nin, Levh-i Mahfuz'un, Kalem'in, o nûr ve zulmetin zerreleri, zât, sıfat, madde ve arazların hepsi Allah'ı tesbih etmekte, O'nun celâline boyun eğmekte, O'nun tasarrufuna itaat etmektedir. İşte, bu tesbih, "Göklerde ve yerde olan herşey Allah'a secde eder... "(Neml, 49) ayetinde geçen secde ile kastedilendir.

Azîz-u Hakîm

(......) cümlesine gelince bu, "O, hiçbir şeyin kendisine karşı gelemeyeceği bir kadirdir" demek olup, buradaki "el-azîz" sözü, kudretinin mükemmel oluşuna; el-hakîm sözü de O'nun, cüz'iyyât ve külliyâta dair hiçbir şeyin O'nun ilminin dışında kalamayacağı bir âlim olduğuna, veyahutta, O'nun, yaptığı işleri hikmete ve doğruya uygun ve muvafık olarak yapan bir zât olduğuna bir işarettir. Cenâb-ı Hakk'ın "kadir" olduğunu bilmek, "âlim" olduğunu bilmeden önce gelince, hiç şüphesiz, Cenâb-ı Hakk, bu ayette de "el-azîz" ismini "el-hakîm" isminden önce getirmiştir. Bil ki, "O, gâlib-i mutlak, sâhib-i hikmet olandır" ayeti, el-azîz'in sadece O olduğuna delâlet eder. Çünkü bu ifâde, "haşr" ifâde eder. Nitekim Arapça'da, "Âlim, başkası değil, Zeyd'dir" manasında, denilir. Ki, bu da O'ndan başka ilâhın olmamasını gerektirir. Çünkü O'ndan başkası, ne azizdir, ne de hakîmdir. Böyle olmayan ise, ilâh olamaz.

Tek Hâkim

1 ﴿