2

"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Hem diriltir, hem öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir".

Bil ki, gerçek anlamda melik, zâtı ve bütün sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağni olan, ama, kendisi dışında kalan O her şeyin zâtları ve sıfatları hususunda kendisine muhtaç olduğu zâttır. Binâenaleyh, işte bu iki sıfatı taşıyan, sadece Cenâb-ı Hakk (c.c)'tir O'nun, zâtı ve sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan her şeyden müstağni olması hususuna gelince, şimdi O şayet, zâtı hususunda başkasına muhtaç olmuş olsaydı, zâtı gereği, "mümkin" oturdu, böylece de "muhdes" bir varlık olurdu da "vâcib" varlık olamazdı. O'nun, selbî ve izafî (nisbî) olan bütün sıfatları hususunda, Kendisi dışında kalan herşeyden müstağni olduğu hususuna gelince, bu da şöyledir: O'nun için farz olunacak her sıfat, bu sıfatlar ister selbî isterse îcabî (sübutî) olsun, Cenâb-ı Hakk'ın hüviyyeti (kimliği), bu sıfatları tahakkuku hususunda ya yeterlidir, veya yetersizdir. Eğer O'nun hüviyeti, o hüviyetin sürekliliğinden dolayı bu hususta yeterli ise, o sıfatlar da, ister selbî olsun, isterse sübutî olsun, devam eder. Eğer böyle olmazsa, hüviyetin kâfi olması gerekir. Bu durumda da, o hüviyetin, o sübuti ve selbî sıfatlardan ayrılmaması gerekir.

Ayrıca, bu sübutî ve selbî sıfatların bulunması, başka bir şeyin sübûtuna ve selbine dayanır. Bir şeye dayanana dayanan ise, o şeye dayanıyor demektir. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın hüviyeti, o sıfatların sübutîlik veya selbîlik illetinin tahakkukuna dayanmış olur. Halbuki başkasına dayanan şey ise, zâtı gereği mümkin varlıktır. Böylece de zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, zâtı gereği mümkinü'l-vücûd olmuş olur ki, bu bir "hulf'tür (yani, mukaddimelerden birinin, neticede kullanılması). Böylece, Cenâb-ı Hakk'ın, ne zâtı, ne de selbî ve sübutî sıfatlarından herhangi birisi hususunda başkasına muhtaç olmadığı sabit olmuş olur. O'nun dışında kalan her şeyin, O'na muhtaç olması hususuna gelince, bu da şöyledir: O'nun dışında kalan her şey, mümkin varlıktır. Çünkü, Vâcibü'l-vücûd, birden fazla olamaz. Mümkin varlık içinse, muttaka bir müessirin olması gerekir. Vâcibü'l-vücûd ise, işte bu tek olandır.

Bu demektir ki, O'nun dışında kalan her şeyi ister cevher ister araz olsun, o cevher ister ruhanî (manevi) isterse maddî olsun, O'na muhtaçtır. Kimi insanlar da, vâcibü'l-vücûd'un tesirinin, mâhiyetlerinde değil de, varlıklarını vermede olduğu görüşünü savunmuşlardır. Binâenaleyh bu görüşe göre, Vâcibü'l-vücûd, siyahı sadece var edendir, yaratandır. Ama onun, o siyahı, (sıfat olarak) siyah kılması ise, imkânsızdır. Onlar sözlerine devamla şöyle demişlerdir: Çünkü, eğer siyahın siyah olması fail ile olsaydı, o faile bağlı olsaydı, o failin yok sayılmasından siyahın da siyah olarak kalmaması gerekirdi ki, bu imkânsızdır.

Bunun üzerine onlara şöyle denilebilir: Böyle olması halinde, sizin, o varetmenin de fail ile olmadığını söylememiz gerekir. Aksi halde, o failin, yokluğunun farzedilmesinden, bu var oluşunda bulunmaması gerekir. Şimdi onlar, şayet, "Failin tesiri, var etmede değil, mahiyyeti vücûdla mevsuf kılmadadır" derlerse, biz deriz ki bu, şu iki bakımdan kabul edilemez:

1) Mahiyetin vücudla tarif edilmesi, sübutî bir şey değildir. Çünkü, eğer sübutî bir şey olsaydı, mahiyet de var etme de, o failin olmuş olurdu. Bu durumda da, o mahiyetin var edişle nitelenmesi, buna ilâve bir şey olmuş olurdu, böylece teselsül gerekmiş olurdu ki, teselsül muhaldir. Mahiyetin, var oluşla tavsif edilmesinin sübutî bir şey olmadığı zaman İse, o failin, mahiyyette ve o var edişte tesirinin olmadığının tam aksine tesirinin, mâhiyetin varlık ile mevsûf oluşunda bulunduğunun söylenilmesi imkânsız olurdu.

2) O nitelenişin, sübutî bir iş olmasının takdir edilmesi halinde de, onu o failin eseri kılmak imkânsızdır. Aksi halde, o failin eseri kılmak imkânsızdır. Aksi halde, o failin, yokluğu farzedilmesi halinde, o nitelenişin devam etmesi gerekirdi. Böylece, onların ileri sürdükleri o şüphenin, tamamlanması ve karar kılması halinde, hem tesirin hem de müessirin kökünden nefyi gerekeceği ortaya çıkmış oldu. Tam aksine, bu mâhiyetlerin ancak o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri ile mevcut olmaları gibi, o mahiyetler de yine ancak, o Vâcibü'l-vücûd'un tesiri ile mahiyet olmuşlardır. Bu hakikatler zuhur edince, aklî delillerle de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Göklerin ve yerin mülkü O'nundur" ifâdesinin doğruluğu ortaya çıkmış olur. Hatta, O'nun mülkünün kemâline nisbetle, semavat ve yerin mülk oluşu, zerreden dahi çok çok azdır. Bundan da öteye, bu, O'nun mülkünün mükemmel oluşuyla, asla mukayese bile edilemez. Çünkü, göklerin ve yerin mülk oluşları, sonlu bir mülkiyettir. Halbuki, O'nun mülkünün kemâli ise, sonsuzdur. Sonlu olan ise, hiçbir zaman, sonsuz olanla mukayese edilemez. Ne var ki, Cenâb-ı Hakk, elle tutulur, gözle görülür bir şey olduğu için, göklerin ve yerin mülk oluşundan bahsetmiştir. İnsanların ekserisinin aklı zayıftır, onlar nadiren mahsusât (duyularla algılanan) aleminden makulât (akıl Ne idrâk edilen) âlemine yükselebilirler.

Enfüsî (Sübjektif) Deliller

Cenâb-ı Hakk (c.c), afakî (sübjektif) delillerden olmak üzere, göklerin ve yerin mülkünden bahsedince, bunun peşinden enfüsî delilleri getirerek, "Hem diriltir, hem öldürür. O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifâdeyle ilgili iki mesele vardır:

Birinci Mesele

Mufesirler bu hususta şu iki şeyi söylemişlerdir:

a) "Allah, öldükten sonra dirilmek (ba's) için, ölüleri diriltir. Dünyada iken de canlıları öldürür."

b) Zeccâc ise şöyle der: "O nutfelere can verir, böylece de onları, anlayan, konuşan, akıllı şahıslar haline getirir; derken onları daha sonra öldürür."

Bence bu hususta, şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: Ayetin bu ifadesi ile. Öldürüp diriltmenin, belli bir zamana ve belli şahıslara tahsis edilmesi kastedilmemiştir. Tam aksine bunun manası, "Diriltmeyi ve öldürmeyi yaratmaya kadir olan" emek olup, tıpkı Mülk Sûresi'ndeki, "Ölümü ve hayatı yaratan O'dur..."(Mülk, 2) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hakk'ın anlatmak istediği, Kendisinin, bu iki mahiyeti (şeyi) var etme hususunda mutlak manada tek olduğunu, bu iki hususta Kendisine karşı gelebilecek olanın ve bu iki şeyi geri çevirebilecek olanın olmadığını bildirmektir. Bu durumla mananın içine, müfessirlerin o ilk iki İzahı da girer.

İkinci Mesele

"Hem diriltir, hem öldürür" ifadeleri, "O diriltir, o öldürür" takdirinde olmak üzere, mahallen merfudurlar. Bu ifâdelerin, "O diriltci ve öldürücü olduğu halde, göklerin ve yerin mülkü O'nundur" takdirinde, hâl olarak mansub olmaları da mümkündür.

Bil ki Allahü teâlâ. ilk önce âfâkî delillerden, ikinci olarak da, enfüsî delillerden bahsedince, her ikisini de içine alan bir cümle söyleyerek, "O, her şeye hakkıyla kadirdir" buyurmuştur. Bu ifadenin hikmetleri (incelikleri), Mülk Sûresi'nin başında anlatılmıştır.

Kemal Sıfatları

2 ﴿