4

"(O peygamber) onlardan, henüz kendilerine katılıp erişmemiş bulunan diğerlerine de (kitabı ve hikmeti öğretir). Allah azizdir, hakimdir. Bu, Allah'ın dilediğine vereceği bir lütfudur. Allah büyük fazl-u kerem sahibidir".

Ayetteki "diğerlerine" ifadesi, geçen ayetteki "ümmîler" ifadesine atfedilmiş olup, "o peygamber onlardan başkalarına da peygamber olarak gönderilmiştir" demektir. Müfessirler şöyle derler: "Bunlar, hangi milletten olursa olsun, arabın dışında kalan diğer bütün milletlerdir." Bu görüşü, İbn Abbas (radıyallahü anh) ve bir gurub müfessir belirtmişlerdir. Mukâtil ise, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, evvelkilere ulaşamayan topluluklardan, onlara tâbi olanları kastettiğini söylemiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki: Bu husustaki bütün görüşler varıp şu neticeye dayanır; Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den sonra, kıyamete kadar, İslâmiyet'e girecek olan herkes hakkında bu ayet geneldir. Dolayısıyla ayette geçen "ümmî" sözü ile araplar, "diğerleri" sözü ile de onların dışında kalan milletler kastedilmiştir. "Âharîn" ifadesi, mecrûr olan "ümmiyyîn" üzerine matuf olduğu için, mecrûrdur. Yine bu ifade, geçen ayetteki (onlara) zamirine ma'tûf olarak mansub da sayılabilir. Bu durumda mana, "O peygamber, ümmîlere ve yine onlardan olan diğerlerine kitap ve hikmeti öğretir" şeklinde olur. Cenâb-ı Hakk, müslüman oldukları zaman, artık o ümmîlerden sayılacakları için bu "diğerleri"nin de "ümmiler"den olduğunu söylemiştir. O halde, cinsleri-ırkları farklı bile olsa, bütün müslümanlar tek bir ümmettir. Nitekim Hak teâlâ, "Mü'min erkekler ve mü'min kadınlar, birbirinin dostu ve yardımcısıdır"(Tevbe,71) buyurmuştur. Ama peygamberi tasdik etmeyen ve onun dinine girmeyenlere gelince, hernekadar o peygamber, tabliğ (çağrı) açısından herkese gönderilmiş ise de, ayetteki, "... diğerleri" ifadesine dahil olmaktan çok uzaktırlar. Çünkü Hak teâlâ önceki ayetinde "Bu, onları arındırır, onlara kitap ve hikmeti öğretir" buyurmuştur. Halbuki mü'min olmayanlar, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, kendilerine kitap ve hikmeti öğrettiği kimseler cümlesinden değildirler. Allahü teâlâ, her bir insanda, Kendisine boyun eğme ve muhtaç olma eseri bıraktığı için "azîz"; bütün mahlûkatta, birliğine şâhid olan şeyler yarattığı için de "hakîm"dir.

Hak teâlâ "Bu, Allah'ın dilediğine vereceği bir fazlıdır. Allah büyük fazl-u kerem sahibidir" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), Allah'ın buradaki "fazl" ile, arap olmayanları ve onların nesillerini Kureyş'e (arab'a) katmasını kastettiğini söylemiştir ki bu, "Onlar iman ettiklerinde, fazl derecesi bakımından, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı görüp müşahede edenlere katılırlar ve onlar bu "fazl" hususunda o evvelkilere ortak olurlar" demektir.

Mukâtil ise, ayetteki, "Su, Allah'ın ... bir fazlıdır" ifadesi ile, İslâmiyet'i kastettiğini ve onu dilediğine vereceğini söylemiştir. Mukâtil b. Hayyan da, buradaki "fazl" ile, peygamberliğin kastedildiğini, Hak teâlâ'nın peygamberliği dilediği kimseye vereceğini, dolayısıyla bu peygamberliği Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e nasib ettiğini söylemiştir. Ayetteki, "Allah büyük fazl-u kerem sahibidir" cümlesi, biraz önce de geçtiği gibi, "dünyada kitab ve hikmeti öğretmesi suretiyle bütün mahlukata büyük lütuf sahibidir. Ahirette de yapılan ibadetlere çok mükâfaat vermek suretiyle de kerem sahibidir" demektir.

Allah'ın Hükmünden Yüzçevirenler

Hak teâlâ daha sonra, Tevrat'taki hükümlerle amel etmekten ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmekten yüz çeviren o yahudilere bir benzetme yaparak şöyle buyurmuştur:

4 ﴿