| 6"Onları gördüğün zaman, gövdeleri (görünüşleri) hoşuna gider. Eğer (söz) söyleseler dinlersin. Onlar, giydirilmiş kütükler gibidirler. Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine sanırlar. Asü düşman onlardır. O halde onlardan sakın. Allah onları kahretsin! Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar. Onlara, "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar etsin" denildiğinde, başlarını çevirirler. Gördün ki onlar, gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar. Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha istiğfar etmemişsin, onlar için birdir, (Çünkü) Allah onları kesinlikle affetmez. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez". Bil ki Cenâb-ı Hakk, "Onları gördüğün zaman..."buyurmuştur. Bu, "Abdullah b. Übeyy. Muğîs b. Kays ve Cedd b. Kays (gibilerini) gördüğünde..." demektir. Çünkü bunlar, cüsseli ve yakışıklı idiler. Dolayısıyla bu gösterişli oluşlarından ötürü, görünüşleri hoşa gidiyordu. Abdullah b. Übeyy, iri yapılı, yakışıklı ve güzel konuşan birisi idi. Birşey konuştuğunda, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onu dinlerdi. İşte bu husus, ayetteki, "Eğer (söz) söyleseler dinlersin..." ifadesiyle anlatılmaktadır ki bu, "Eğer onlar, "Şüphesiz sen, Resûlüllah'sın" derlerse, sen onların bu sözlerine itibar edersin" demektir. Ayetteki, (dinlersin) ifadesi, meçhul olarak, (......) (sözü dinlerin) şeklinde de okunmuştur. Hak teâlâ bu kimseleri, "huşub'a yani elbise giydirilmiş odun kütüklerine benzetmiştir. "Huşub" kelimesi, tıpkı, bedene (ç. büdn) esed (ç'üsd) kelimeleri gibi, çoğul olarak hüşb şeklinde okunduğu gibi, semere (sümür) kelimesi gibi, hüşüb şeklinde, medere ç. meder gibi, haşeb şeklinde de okunmuştur ki huşb şeklindeki okuyuş, İbn Abbas (radıyallahü anh); harekeli şekil ise, ehl-i Hicaz'ın lehcesidir. "Kütük", düşünüp anlayamaz. Münafıklar da aynen böyledir. Binâenaleyh münafıklar, anlamayı ve basiret sahibi olmayı istememeleri açısından, tıpkı bir kütük gibi kabul edilmişlerdir. Ayetteki müsennede sözüne gelince, Arapça'da "Ona meyletti, yöneldi" manasında, "yöneltti, meylettirdi" manasında tabirleri kullanılır. Dolayısıyla o yöneltilen şey, "müsned" olmuş olur. Ayetteki kelimenin şeddesi ise, tekid için getirilmiştir. "Huşub", bir bakıma meyve veren ve büyüyen ağaçlara benzediği için, müsennede sözüyle tavsif edilmiştir. Her Sesi Kendi Aleyhinde Sanır Daha sonra Cenâb-ı Hakk, o münafıkları korkak diye tavsif etmiş ve onları bu vasıflarından dolayı ayıplayarak, "Zuhur eden her sesi, kendi aleyhlerine sanırlar" buyurmuştur. Mukâtil şöyle der: Asker içinde biri bağırdığında, bir hayvan bağından kurtulup, bir ses çıkardığında, yahut da bir yitik için ilan verildiğinde, münafıklar, kalblerine sinmiş o korkudan ötürü, kendilerinin kastedildiğini ve kendilerine seslenildiğini zannederler. Bu böyledir, çünkü onlar, Allahü teâlâ'nın, kendilerinin sır perdelerini açacağı, sırlarını ortaya koyacağı korkusu içinde olup, her an başkalarına bu işin geleceğini beklemektedirler. Daha sonra Cenâb-ı Hakk, peygamberine onların düşman olduklarını bildirerek, "Asıl düşman onlardır. O halde onlardan sakın" yani "Sırlarını onlara güvenme, onların görünüşlerine aldanma. Çünkü onlar, başkalarıyla mukayese edildiklerinde, düşmanlıkta had safhaya ulaşmış kimselerdir" buyurmuştur. Ayetteki, "Allah onları, kahretsin. Nasıl olup da (hakdan böylesine) döndürülüyorlar" cümlesi, geçen ifadeyi açıklayan bir cümle olup, münafıklar için bir bedduadır ve Allah'ın kendi zatından onlara lanet etmesini, onları rüsvay etmesini isteyen ve mü'minlere böyle beddua etmelerini öğreten bir ifadedir. ifadesi de, "Hakdan nasıl döndürülüyorlar" demek olup, bu, onların cehaletlerinden, dalaletlerinden ve kendilerinin hak üzere oldukları kuruntusundan bir teaccüb, bir hayrettir. Resulün Şefaatçiliğini Küçümseme Cenâb-ı Hak "Onlara, "Gelin, Allah'ın peygamberi sizin için istiğfar etsin" denildiğinde..." buyurmuştur. Kelbî şöyle demiştir: "Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, münafıkların vasıflarını bildirince, münafıkların mü'min akrabaları, onlara gidip, "Yazıklar olsun sizel Münafıklığınız ortaya çıktı ve rezil-rüsvay oldunuz. Kendinizi mahvettiniz. Bari, Resûlüllah'a gidip, münafıklıktan artık vazgeçtiğinizi ona söyleyip, sizin için istiğfar etmesini rica ediniz" dediler. Ama o münafıklar buna aldırmadılar, bu hususta inad ettiler. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu." İbn Abbas (radıyallahü anh) da şöyle demiştir: "Abdullah b. Übeyy, pek çok adamıyla, Uhud'dan savaşmadan geri dönüp, müslümanlardan ayrılınca, müslümanlar ona buğzetmeye başladılar, onu sert dille eleştirdiler ve kulağı duya duya hoşlanmayacağı sözler söylediler. Bunun üzerine kardeşleri, Übeyy'e, "Keşke Resûlüllah'a gitsen de, o da senin için istiğfar etse ve senden hoşnud olsa" dediler. O da, "Ben ona gitmem, benim için istiğfar etmesini istemem" dedi ve yüzünü dönüp gitti. İşte o zaman bu ayet nazil oldu." Ekseri müfessirlere göre ise, Abdullah b. Übeyy, "Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, oradan en hakîr ve zayıf olanı çıkaracaktır" (Münafikûn, 8) ve "Allah'ın peygamberinin etrafında bulunanları beslemeyin" (Münafikûn, 7) dediği için, istiğfar talebinde bulunmaya çağırdı ve ona "Gel, Resûlüllah, senin için istiğfar etsin" denildi de, o da, "Ne dedin! Ne dedin!" dedi. İşte ayetteki, "Başlarını çevirirler" ifadesiyle onun bu tavrı kastedilmiştir. Bu kelime şeddesiz olarak, şeklinde de okunmuştur. Şeddeli okunuşu ise teksiri (işin çokça yapıldığını) göstermek içindir. Tek bir kişi kastedilerek, zamir cemi getirilebilir. Bu, arap şiirinde çokça rastlanan bir durumdur. Çünkü Cerîr, "Allah, sizin, verdiği ahde bağlı olan kimseler olduğunuzu sanan kimsenin iyilik ve hayrını vermesin... (Farkında değildir ki), olan olmuştur..." demiştir. Cerîr bu ifadesiyle, tek bir kadına hitab etmiştir. Ayetteki, "Gördün ki onlar gururlarına yediremeyerek, halâ yüz çeviriyorlar" ifadesine gelince, bu, "Onlar, Resûlüllah'ın kendileri için istiğfar etmesinden yüz çeviriyorlar.." demektir. Allahü teâlâ, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in onlar için mağfiret talebinde bulunmasının da onlara bir fayda vermeyeceğini belirterek "Onlar için ha istiğfar etmişsin, ha istiğfar etmemişsin, onlar için birdir" buyurmuştur. Katâde bu ayetin, "Onlar için ister istiğfar et, ister etme... Yetmiş kez de istiğfar etsen... " (Tevbe, 80) ayetinden sonra nazil olduğunu söyleyerek şöyle demiştir: "Çünkü bu ayet nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Rabbim beni serbest bıraktı. Dolayısıyla, ben yetmişten fazla istiğfarda bulunurum" buyurdu. Bunun üzerine Hak teâlâ, "Allah onları kesinlikle bağışlamaz. Şüphesiz Allah fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur. İbn Abbas (radıyallahü anh), "Cenâb-ı Hakk'ın bu ayetle münafıkları kastettiğini söyler. Bazı kimseler de, "Bu ayette Allahü teâlâ'nın beyan (açıklama) manasındaki hidayetin yanısıra, başka hidayetin de sahibi olduğunun izahı yatmaktadır. Bu hidayet de, hidayete ereceğini bildiği kimseler hakkında, hidayete erme fiilini yaratmasıdır" demişlerdir. Bunun manasının, "Fasık oldukları için Allah onları hidayete erdirmez" şeklinde olduğu da ileri sürülmüştür. Mu'tezile ise, "Onlar fasık olup, saptıklarında, Allah onları hidayete erenler diye adlandırmaz" manasını vermiştir. Ayetle ilgili birkaç bahis var: Birinci Bahis: Cenâb-ı Hakk niçin o münafıkları, kendisinden istifade edilen başka şeylere değil de, "huşubun musennede" (giydirilmiş kütükler)e benzetmiştir?" Deriz ki: Bu teşbih, başka teşbihlerde bulunmayan, şöyle pek çok ince manaları ihtiva etmektedir: 1) Keşşaf sahibi, şöyle demektedir: "Münafıklar, iman, hayır ve güzel namına ne varsa, hepsinden uzak birer kalıb oldrukları için, duvara dayandırılmış kütüklere-kerestelere benzetilmişlerdir. Bir de kütükten-keresteden istifade edildiğinde, bu ya tavanda, ya duvarda, ya da yararlanılan başka yerlerde kullanılırlar. Böylece o münafıklar, kendilerinden istifade edilmeyişleri açısından bu kütüklere benzetilmişlerdir. Bu ifade ile, duvara yaslandırılmış kerestelerden yontulup-yapılmış putların kastedilmiş olması da mümkündür. Böylece münafıklar, şekillerinin güzeliği, ama faydalarının azlığı hususunda bunlara benzetilmiş olurlar. 2) "Huşubun musennede" aslında, kendinden istifade edilmeye elverişli, taze dallardır. Bunlar daha sonra böyle kupkuru, kabasaba hale gelmişlerdir. Kâfir ve münafık da aslında aynen, şöyle veya böyle olmaya elverişli varlıklardı. Ama sonra bu özelliklerini kaybetmişlerdir. 3) İnsanlardan kâfir olanlar, kütüktürler, odundurlar. Nitekim Hak teâlâ, "Siz cehennem odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz" (Enbiya. 96) buyurmuştur. Huşubu müsennede de odundur. 4) Duvara yaslandırılmış kütüklerin birisi bir tarafa, diğeri diğer tarafa doğru iki ucu vardır. Münafıklar da böyledir. Çünkü münafığın iki tarafı vardır. İç (batınî-asli) ucu kâfirlere doğru, dış (zahirî) ucu müslümanlara doğrudur. 5) "Huşubun müsennede"nin dayandığı şey, cansız varlıklar ve bitkilerdir. Münafıkların dayanıp-güvendikleri şeyler de böyledir. Çünkü münafıkların dayandıkları, putperest müşriklerdir. Putlar da ya cansızlardan, ya bitkilerden yapılmışlardır." İkinci Bahis: Allahü teâlâ münafıkları önce huşubun müsennedeye (dayandırılmış veya giyindirilmiş kütüklere) benzetmiş, daha sonra da bu teşbihe ters düşen birşeyi beyan buyurmuştur. Bu da, "Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Asıl düşman onlardır" ifadesidir. Halbuki kütükler, asta zanda bulunamazlar (ne dersiniz)? Diyoruz ki: Müşebbeh (benzetilen) ile müşebbehün bih kendisine benzetilenin, her bakımdan birbirlerine benzemesi şart değildir. Dolayısıyla bu münafıklar, istifade edilmeyiş açısından kütüklere benzetilmişlerdir. Yoksa onlar, sesleri ve benzeri şeyleri duyup-duymama açısından kütüklere benzetilmiş değillerdir. Üçüncü Bahis: Cenâb-ı Hakk, herbiri de biraz önce bahsi geçenler zümresinden olmalarına rağmen, "Allah kâfirler güruhunu", yahut "münafıklar güruhunu" yahut da, "kibirlenenler güruhunu hidayete erdirmez" buyurmayıp, "Fasıklar güruhuna hidayet etmez" buyurmuştur (niçin)? Deriz ki: Bu, güruhlardan herbiri, "fasıklar"a dâhildirler ve ayet, "Allah, fasıktan, yani kâfirleri, münafıkları ve müstekbirleri hidayete erdirmez" manasındadır. | 
﴾ 6 ﴿