8"Onlar "Resulüllah yanında bulunanları desteklemeyin, böylece dağılıp gitsinler" diyen kimselerdir. Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Fakat o münafıklar anlamazlar. Onlar, "Eğer Medine'ye dönersek, andolsun en şerefli ve kuvvetli olan, en hakir ve zayıf olanı mutlaka çıkaracak" diyorlardı. Halbuki şeref, kuvvet ve galibiyet Allah'ındır, peygamberlerinindir müminlerindir. Fakat münafıklar bilemezler'. Allahü teâlâ, kötü sözlerini haber vererek, onların şöyle şöyle diyenler olduklarını bildirmiştir. Dağılıp gitsinler demektir. Bu ifade, yiyecekleri bittiğinde kavim için kullanılan ifâdesinden olmak üzere, "Böylece yiyecek şeyleri kalmasın..." şeklinde de okunmuştur. Müfessirler şöyle demişlerdir: Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in ücretlisi, savaşların birinde Abdullah b. Übeyy'in ücretlisi (adamı) ile bir savaşta dövüştü. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'in adamı, Abdullah b. Übeyy için, hoşlanmayacağı sözler sarfetti, onun hakkında sert sözler kullandı. Abdullah da, yanında bir takım kimseler varken öfkelenip, "Ama, Allah'a yemin ederim ki, eğer Medine'ye dönersek, daha şerefli ve güçlü olanlar, hakir ve zayıf olanları mutlaka oradan sürüp çıkaracaktır" dedi. "Daha şerefli ve güçlü" ifadesiyle kendisini, "hakir ve zayıf" ifadesiyle, (hâşa) Resulüllah'ı kastetti. Kavmine dönüp, muhacirleri kastederek, "Şu heriflere yardımda bulunmazsanız, şüphesiz onlar, memleketinizden çekip giderler. Öyleyse onlar Muhammed'in etrafından sökülüp gitsinler diye, onlara infakta bulunmayın" dedi. İşte bunun üzerine bu ayet nazil oldu. Ayetteki, (......) kelimesi, yâ'nın fethası ile şeklinde de okunmuştur. Hasan el-Basrî ve İbn Ebî Able, nûn ile ve "e'azz" ve "ezeli" kelimelerinin nasbi ile okumuşlardır. Cenâb-ı Hak, "Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır" buyurmuştur. Mukâtil bu ifadeye, "Rızıkların, bitkilerin ve yağmurların anahtarları (kaynakları) Allah'ındır" manasını vermiştir ki bu, "Rezzâk olan Allah'dır" demektir. Bu tıpkı, "De ki; Sizi gökten ve yerden rızıklandıran kimdir?.." (Yunus. 31) ayeti gibidir. Me'ânî âlimleri, "Allah'ın hazineleri" tabirine, "Allah'ın makdûratı" (kadir olduğu şeyler) mahlûkatı manasını vermişlerdir. Çünkü çıkarmayı istediği herşey, bu makdurât içine dahildir. Cüneyd, "Allah'ın gökteki hazineleri, gayblar âlemi; yerdeki hazineleri ise, mahlukattn kalbleridir. Çünkü Allah allamu'l-guyûb ve mukallibe'l-kulûb'dur demiştir. Hak teâlâ'nın, "Fakat o münafıklar anlamazlar" ifadesi, "O münafıklar birşeyin olmasını istediğinde, Allah'ın işinin, o şey için "ol" demesi olduğunu; o şeyin de hemen olacağını bilemezler" demektir. Ayetteki "Onlar "Eğer Medine'ye dönersek..” diyorlardır" ifadesi, "Eğer bu savaştan Beni Mustalık savaşından Medine'ye dönersek" demektir. Cenâb-ı Hakk, bu sözlerini kendilerine reddederek, kabul etmeyerek, "Halbuki izzet (şeref, kuvvet ve galibiyet) Allah'ındır, peygamberinindir, mü'minlerindir." buyurmuştur ki bu, "Güç ve kuvvet Allah'ın, aziz kılıp desteklediği Resulünün ve mü'minlerindir" demektir. Cenâb-ı Hakk, peygamberine (sallallahü aleyhi ve sellem), yardım etmek suretiyle, onu ve taraftarlarını aziz (üstün-galib) kılmış, onların dinini, diğer dinlere galib getirmiş ve peygamberine, bunun böyle olacağını haber vermiştir. Ama münafıklar bunu bilememişlerdir. Eğer onlar bunu kestirselerdi, böyle söz söylemezlerdi. Keşşaf sahibi, ifâdesine şu manayı vermiştir: "Zillet, hakirlik ve horluk, nasıl ki şeytan için, şeytanın kâfir ve münafık dostları için ise, izzet (şeref) de işte sadece ve sadece Allah'a, Resulüne ve mü'minlere mahsustur." Üstü eski-püskü olan salına hanımlardan birinin şöyle dediği nakledilir: "İslâm olmam, bana yetmez mi? İslâm öyle bir izzettir ki onunla beraber zillet olmaz. Öyle bir servettir ki onunla beraber fakirlik olmaz." Ali b. Hasan (radıyallahü anh)'dan şu rivayet edilmiştir: Bir adam onu "İnsanlar sende bir şaşkınlık olduğunu iddia ediyorlar" deyince, o, "Bu şaşkınlık değil, aksine izzettir. Çünkü bu, beraberinde zillet olmayan izzet, fakirlik olmayan bir zenginliktir" dedi ve bu ayeti okudu. Ariflerden biri bu ince manayı anlatmak için şöyle demiştir: "İzzet, kibirden başka birşeydir. Mü'minin kendi kendisini zelil hale düşürmesi helal olmaz. O halde izzet, insanın, kendisini iyi tanıması ve dünyevi bir takım maksadlar için şahsiyetini ayaklar altına almaktan korumasıdır. Kibir ise, insanın kendini tanımaması ve kendini haketmediği makamın üzerine çıkarmasıdır. O halde izzet, şekil bakımından kibre benzer ama, hakikati (özü) açısından kibirden farklıdır ve bu tıpkı, tevazünün, zillet ile karıştırılması gibidir. Halbuki tevazu, övgüye değer bir sıfattır. Zillet, alçaklık, şahsiyetsizlik ise, kötü bir sıfattır. Kendisinde kibre benzer bir durum olduğu halde izzet (şeref-şahsiyet), kınanmayan aksine övülen bir sıfat olduğu için, Hak teâlâ, "İşte bu (azab) yeryüzünde haksız yere kibirlenmenizden dolayıdır" (Ahkâf, 20) buyurmuştur ki burada izzet sıfatının "hak" ile "haklı olmak" ile kazanılacağına gizli-ince bir işaret vardır. Açıklığa-alçalmaya meyletmeksizin tam tevazu çizgisinde durmak, onu korumak, büyük bir ateş üstünde kurulmuş izzet köprüsü üzerinde durmak demektir. Buna göre eğer, "Cenâb-ı Hakk önceki ayetin sonunda, "Münafıklar anlamazlar" buyururken, sonraki ayetin sonunda "münafıklar bilemezler" buyurmuştur, bunun hikmeti nedir?" denilirse, biz deriz ki: Cenâb-ı Hakk, birinci ayetle onların, akıl, anlayış ve zekâlarının azlığını; ikinci ayetle ise, onların ahmaklık ve cehaletlerinin çokluğunu anlatmak istemiştir. "anlamazlar" ifadesi, ya gibi babından, yada, babındandır. Birincisi, fıkhın (anlamanın), zorlukla elde edildiğini anlatır; ikincisi ise, kolaylıkla elde edildiğini anlatır. O halde, birincisi, 'ilâcı (kesbiliği), ikincisi ise mizacî (fıtrîliği) ifade eder. |
﴾ 8 ﴿