7"(Boşanan o kadınları) gücünüzün yettiği kadar, ikamet ettiğiniz yerin bir kısmında oturdun. (Evleri), başlarına dar getirmek için, onlara zarar vermeyin. Eğer onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını verin. Eğer sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin. Aranızda bu hususta güzelce müşavere edin. Eğer zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın emzrinr. (Hali-vakti) geniş ulan. Nafakayı genişliğine göre versin. Rızkı dar verilmiş olanlar do-, nafakayı Allah'in kendisine vurduğu kadarından versin. Allah hiçtir kimseye, ona verdiğinden fazlasını yüklemez. Allah güçlükten sonra bir kolaylık ihsan eder". Ayetteki, "(Onları) oturtun" ifadesi ve daha sonra gelenler, "Kim Allah'dan korkarsa.." (Talak, 5) ayetinde geçen takva (korku) şartını açıklayan ifadelerdir. Buna göre, sanki, "Boşanmış kadınlar hakkında, nasıl takva ile muamele edilir?" denilmiş de, bunun üzerine böyle cevap verilmiş. Keşşaf sahibi şöyle der 'deki "min" harf-i cerri zâid olup (manada bir tesiri olmayıp), mana "Siz nerede oturuyorsanız, onları da orada oturtun" şeklindedir." Ebu Ubeyde, ifadesine, "vus'atınıza göre" manasını verirken; Ferrâ, "takatiniz oranında..." manasını vermiştir. Ebû İshâk da, "Arapça'da "mal sahibi oldum" manasında, denilir" demiştir. Ayetteki bu kelime, hem vav'ın fethası, hem de kesresiyle okunmuştur. O halde "vücd", vus' ve takat (güç ve kudret) demektir. Ayetteki, ifadesi, "mesken(ler) ve nafaka hususlarında cimri davranmak ve işi yokuşa sürmek suretiyle, o kadınlara zarar vermeyi yasaklayan" bir ifadedir. Hak teâlâ'nın, "Eğer onlar hamile iseler, hamilerini doğuruncaya kadar, nafakalarını verin" ifadesi, talak-ı bâin ile boşanmış kadının hükmünü beyan eden bir ifadedir. Çünkü ric'î talak ile boşanmış kadın, hamile olmasa da, nafakayı hakeder. Eğer bu kadın üç talak ile boşanmış, yahut "hul' " yapmış (mal karşılığı boşanmış ise), hamile olması durumu hariç, böylesi kadın için nafaka yoktur. İmâm Malik ve Şafiî'ye göre de, talak-ı bâin ile boşanmış kadının, nafaka değil sadece, mesken hakkı vardır. Hasan el-Basrî ve Hammad'dan rivayet edildiğine göre, Fatıma bintl Kays ile ilgili şu hadisten ötürü, böylesi kadının ne nafaka, ne de mesken hakkı vardır: "Fatıma'nın kocası, onu bâin talak (kesin talak) ile boşadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Artık senin ne mesken, ne de nafaka hakkın var" buyurdu. Cenâb-ı Hakk'ın, "Eğer sizin için emzirirlerse, onlara ücretlerini verin" ay "Daha önce de geçtiği gibi, emzirme hakkı ve ücretini verin" demektir ki bu, "her nekadar o çocuğun doğmasından ötürü gelmiş ise de, süt, o kadının mülkü olduğunun delilidir. Aksi halde kadın buna karşılık ücret alamazdı. Bu ifade de aynı zamanda, emzittirme ve nafaka vermenin, çocuklardan ötürü kocanın; onları tutma, koruma, terbiye etme ve ona kefil olmanın kadının hakkı oluşunun delili vardır. Aksi halde kadın, ücretin tamamını değil de bir kısmını alabilirdi. Hak teâlâ'nın, "Aranızda bu hususta güzelce müşavere edin" ifadesine gelince, Ata, Cenâb-ı Hakk'ın, buradaki "maruf" ile, lütuf-ihsan, manasını kastettiğini söyler. Mukâtil ise, bunun, ana-babanın karşılıklı anlaşmalarını ifade ettiğini söyler. Müberred de bu ifadeye, "Taraflar birbirlerine ma'rufu emretsinler" manasını vermiş ve ayetteki hitabın, eşlere (karı-kocaya) olduğunu söylemiştir. Binâenaleyh buradaki maruf ile, erkeğin hanımı ve ona vereceği nafaka hakkında kusur etmemesi; kadının da, o çocuk ve onu emzirme hususunda kusur etmemesi kastedilmiştir. (......) kelimesinin izahı daha önce geçmişti. Bunun, "Kadının güçlük hissettiğinde, erkeğin, çocuğunu emzirme hususunda, o kadınla müşavere etmesi" manasına geldiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hak "Eğer (ücret konusunda) zorluğa uğrarsanız, bu durumda o çocuğu bir başka kadın emzirir" buyurmuştur. Daha sonra da "(Hali-vakti) geniş olan nafakayı genişliğine göre verir" ifadesiyle, bu infakın miktarını beyan etmiş. Hali-vakti yerinde olanlara, emziren kadınlara buna göre davranmalarını, ücretini ona göre vermelerini; hali-vakti yerinde olmayanlara da, hallerine göre ücret vermelerini emretmiştir. Bu, tıpkı, "Zengin olan kudretince, darda bulunan halince... "(Bakara. 236) ayeti gibidir. Cenâb-ı Hak, "Allah hiçbir kimseye ona verdiğinden yani ona verdiği rızıktan fazla mükellefiyet yüklemez" buyurmuştur. Süddî bu ifadeye, "Allah, fakiri zengini tuttuğu mükellefiyetin aynısıyla mükellef tutmaz" manasını vermiştir. Zorluktan -Sonra Kolaylık Hak teâlâ"Allah güçlükten yani darlık ve sıkıntıdan sonra bir kolaylık, yani bir zenginlik, bolluk ve genişlik ihsan eder" buyurmuştur. Çünkü o zaman, müslümanlar genellikle fakr-u zaruret içinde idiler. Bundan dolayı Allahü teâlâ onlara, bu darlıktan sonra bir kolaylığın olacağını bildirmiştir ki bu, onlar için umdukları şeyi müjdelemek gibi bir şeydir. Ayetle ilgili şöyle bir kaç bahis vardır: Birinci Bahis: ne manayadır? Deriz ki: Bu, min-i ba'ziyye olup,"Eğer sizin sadece bir eviniz varsa, o boşadığınız kadını, bu evinizin bir kısmında, bazı yerlerinde oturtun" demektir. İkinci Bahis: ifadesinin i'rabtaki yeri nedir? Deriz ki: Bu ifadesinin, bir atfı beyânı, bir tefsiri olup, mana: "Onları, gücünüze göre olan meskenlerinizin bir yerinde oturtun" şeklindedir. Üçüncü Bahis: Sizce her boşanan kadının nafaka verilmesi gerektiğine göre, ayetteki, "Eğer onlar hamile iseler..." şartının hikmeti ve manası nedir? Deriz ki: Bunun hikmeti şudur: Doğurma müddeti eğer uzarsa, doğurma süresi geçtiği için, artık nafaka verilmesi gerektiği sanılabilir. Dolayısıyla Allah bu ifadeyle, böyle bir yanlış zannı ortadan kaldırmıştır. "Rabbisinin ve O'nun peygamberlerinin emrinden uzaklaşıp azmış olan, nice memleket(ler) vardır ki Biz onları en çetin bir hesaba çektik ve akıllara şaşkınlık verecek bir azaba düçâr ettik, işte o diyarlar yaptıklarının vebalini tatmış ve işlerinin sonu bir hüsran olmuştur. Allah, bunların benzerleri için de, pek çetin bir azab hazırladı. O halde, ey iman etmiş olan akl-ı selim sahipleri, Allah'dan korkun. Allah size gerçek bir zikir indirmiştir. îman edip de sâlih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak için bir de peygamber göndermiştir. O (peygamber), Allah'ın her şeyi açık açık gösteren ayetlerini size okuyup durmaktadır. Kim Allah'a iman eder ve sâlih amellerde bulunursa, onu altından ırmaklar akan cennetlere, hepsini de içlerinde ebediyyen kalmak üzere yerleştirir. Allah ona gerçekten ne güzel rızık (mükâfaat) vermiştir! Allah yedi göğü ve onlar kadar da yeri yaratmış olandır. (Allah'ın) emri, bunlar arasında durmadan iner. Allah'ın gerçekten her şeye kadir olduğunu ve ilmiyle her şeyi kuşatmış olduğunu bilmeniz içindir bunlar..." (Talak, 8-12). Ayetteki, ile ilgili izah daha önce geçmiş olup, Hak teâlâ aslında, içinde yaşayan ahaliyi kast ederek, bu memleketleri, "Rabbisinin emrinden uzaklaşıp azmış" ifadesi ile, azgınlık ile tavsif etmiştir. Bu tıpkı, "O beldeye sor' (Yusuf, 82) ayetinde olduğu gibidir. İbn Abbas (radıyallahü anh) kelimesine "Rabbisinden yüz çevirmiş" manasını verirken; Mukâtil, "Rabbinin ve peygamberlerinin emrine muhalefet etmiş..." manasını vermiştir ifadesi, "Allah ve memleketlerin halkını, dünyadaki yaptıklarına göre hesaba çekip cezalandırmıştır" demektir. "Azab" manası, "şaşkınlık verecek bir azaba düçâr ettik" ifadesinden anlaşılmaktadır ki bu da, "çok çetin ve büyük bir " demektir. Bu manaya göre Cenâb-ı Hakk, hesab çekişini, "azab etmesi" ile açıklamıştır. Kelbî de ayette bir takdîm-te'hir olup, takdirinin, "Dünyada onları azaba düçâr ettik, âhirette de çok çetin bir hesabla sigaya çektik" şeklinde olduğunu; buradaki hesabla, âhiret hesâb ve azabının kastedildiğini söylemiştir. "İşte o diyarlar yaptıklarının vebalini tatmış" yani yaptıklarının çetin azabını ve küfürlerinin cezasını tatmışlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh) buradaki "vebal..."e, "küfürlerinin neticesini görüp tattılar" manasını vermiştir. "(Bunların) işinin sonu, yani azgınlarının neticesi, bir hüsran, yani bir âhiret iflası ve ziyanı, olmuştur." Bu mana, Hak teâlâ'nın, "Allah bunların benzerleri için de pek çetin bir azab hazırladı" cümlesinden anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hakk bu beyanı ile, Mekke kâfirlerini, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'i yalanlamaktan, dolayısıyla da kendilerinden önceki ümmetlerin başına gelen şeylerin aynısının başlarına gelmesinden korkutmuş, uyarmıştır. Cenâb-ı Hakk'ın, "O halde ey akl-ı selim sahipleri Allah'tan korkun" hitabı mü'minlere yönelik bir hitab olup, Allah'ı ve Resulünü inkârdan korkun" demektir. Ayetteki, "Allah size, bir zikir, bir resul indirmiştir" cümlesi ile ilgili şu iki izah yapılabilir: a) Allah size bir zikir (hatırlatma) indirmiştir ki bu zikir, peygamberdir. Allah, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), onların dinleri ve ahiretleri ile ilgili şeyleri bu kimselere hatırlattığı için, kendisine "zikir" adını vermiştir. b) Ayetin takdiri manası, "Allah size bir zikir (Kur'ân) indirdi ve bir peygamber gönderdi" şeklindedir. Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki resul (peygamber) ile Cebrail kast edilmiştir ve bu, bir zikirden bedeldir. Çünkü Cebrail Allah'ın ayetlerini okur (hatırlatır). Binâenaleyh onun inişi, zikrin (Kur'ân'ın) inişi demek olur." "Zikir" kelimesiyle bazan da "şeref" manası kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk bu manada, "Şüphesiz ki o senin için ve kavmin için bir zikirdir" (Zuhruf, 44) buyurmuştur. Bu ifade ile bazan, "Kur'ân" manası da kastedilir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, bu manada,"Biz o zikri indirdik" (Nahl, 44) buyurmuştur. Ayetteki, "resul" kelimesi, "O (zikir), peygamberdir" ki size "Allah'ın ayetlerini apaçık olarak okumaktadır" şeklinde de okunmuştur. Ayetteki, "mübeyyinât", "mübeyyenât" şeklinde de okunmuştur. Buradaki, "Ayetler", hüccetler-deliller manasınadır. Kelimenin "mübeyyinât" şeklinde okunması halinde mana, "ilahî emir ve yasakları, helâl ve haramları açıklayan ayetler..." şeklinde olur, "mübeyyenât" şeklinde okunması halinde ise, Allahü teâlâ, ayetlerini açıklamış olduğunu ve kendi katından geldiğini beyan etmiş olur. Hak teâlâ, "İman edip de salih amellerde bulunanları, karanlıklardan nura çıkarmak için..."yani, "küfrün karanlığından, imanın nuruna (aydınlığına); şüphenin karanlığından, hüccetin nuruna; cehennemin karanlığından, ilmin nuruna çıkarmak için (peygamber göndermiştir) buyurmuştur. Ayetle ilgili birkaç bahis vardır: Birinci Bahis: Ayetteki "... akl-ı selim sahipleri, Allah'tan korkun" hitabının, Cenâb-ı Hakk'ın, "Rabbinizin ve O'nun peygamberinin emrinden uzaklaşıp azmış olan, nice memleket(ler) vardır.." ifadesiyle ilgisi var mıdır, yok mudur? Biz deriz ki: "Allah'tan korkun" hitabı "memleket" kelimesiyle, "ora halkı"nın kastedildiğini söyleyenlerin görüşünü destekler. Çünkü bu ifâde, Cenâb-ı Hakk'ın bu hitabının, akıl sahiplerine olduğunu gösterir. Aklı olmayanlara hitap edilmez. Cenâb-ı Hakk'ın, "nice memleket(ler)" ifadesinin, hem terkib'i, hem de terğîb'i ihtiva eden bir ifade olduğu da ileri sürülmüştür. İkinci Bahis: İman, gerçekte, "takva"nın ta kendisidir. Halbuki, iman etmiş olan akl-ı selim sahipleri, ister istemez müttakiler zümresindendir. Binâenaleyh, daha nasıl bunlara, "Allah'tan korkun.." diye hitap edilebilir? Biz deriz ki: Takvanın, çeşitli derece ve kademeleri vardır. O halde, bu demektir ki, takvanın ilk basamağı şirkten korunmadır. Geriye kalan basamakları ve dereceleri ise, şirkin dışında kafan günahlardan korunmadır. Binâenaleyh, iman ehline, "muttaki olmaları" emrolunduğunda bu emir, "şirk" açısından değil, küçük ve büyük günahlar açısından verilmiş olan bir emir olur. Üçüncü Bahis: Allah'ı tasdik eden herkes, karanlıklardan nura çıkmış olur. Durum böyle olunca, ayetteki, yerine,"... kâfir olanları çıkarmak için..." denilmesi gerekmez miydi? Biz deriz ki, bu ifade ile "iman edenleri çıkarması için..." ibaresi kastedilmiştir; zira, mazı sigasıyla muzari sigası kastedilebilir. Nitekim, meselâ Cenâb-ı Hak (Al-i İmran, 55) buyurmuştur ki, bu takdirindedir. Ayetteki ifadeye, "İman etmelerinden sonra kendileri için ortaya çıkan bir takım karanlıklardan, iman edenleri çıkarması için..." şeklinde de mana verilebilir. Ayetteki, "Kim Allah'a iman eder..." cümlesinde Allah'ın, mü'mintere vermiş olduğu mükâfaatın büyük ve son derece hayran bırakan türden olduğu vurgulanmıştır. (......) kelimesi, nûn ile de okunmuştur. "Allah ona gerçekten ne güzel ırmak (mükafaat) vermiştir!" cümlesine gelince, Zeccac bu ifadeye, "Allah, bu kimseyi, nimetleri sona ermeyen, cennetlerle rızıklandırmıştır..." manasını vermiştir. Ayetteki (......) kelimesine, "dünyada taat, ahirette mükâfaat manası da verilmiştir ki, bunun bir benzeri de, "Rabbimiz; bize dünyada da ahirette de bir güzellik ver.."(Bakara, 201) ayetidir. Kelbî, Cenâb-ı Hakk'ın, tıpkı bir kubbe gibi, biribiri üstünde yedi gök; tabakalar halinde ve birbirine bitişik olma açısından da, yerden de bir bu kadarını yarattığını söylemiştir ki, bu, tıpkı, meşhur olan şu görüş gibidir: Yer, üç tabakadır. Birisi, sırf yer (toprak) tabakası; diğeri, salt toprak olmayan çamur tabakası; üçüncüsü de, bir tarafı denize, bir tarafı da karaya açılan tabaka ki, işte, mamur ve meskûn olan tabaka da budur. Cenâb-ı Hakk'ın, hem yedi kat göğe, hem de o gökteki yıldızlara, yani gezegenlere nisbetle yedi "iklim (mıntıka, bölge)'nin kastedilmiş olmasında akıldan uzak görülecek bir taraf yoktur. Çünkü, bu yıldızlardan her birinin özelliği, o yerin mıntıkalarından herbirinde ortaya çıkar, böylece de yer, işte bu açıdan yedi tane olmuş olur. Binâenaleyh, işte bu, aklın kabul edeceği, karşı çıkmayacağı İzahlardır. Müfessirlerden, bunların dışında kalan ve nakledilegelen izaha gelince, bütün bunlar, aklın kabul edemeyeceği şeyler türündendir. Ki, bunlardan birisi de yedi kat göğün şu şekilde izah edilmesidir: 1) Mevcun (tutulmuş dalga), 2) Kaya; 3) Demir; 4) Bakır; 5) Gümüş; 6) Altın; 7) Yakut... Yine, bunların her birisi arasında beş yüz yıllık mesafe bulunduğunun ve her birinin kalın kalın tabakalardan meydana geldiğinin söylenmesine gelince, bütün bunlar da, muhakkak alimlerce muteber olmayan görüşlerdir. Bu hususta mütevatir bir naklin bulunması durumu müstesna... (Yerin), yediden çok olması da mümkündür. Bunun ne ve nasıl olduğunu en iyi bilen ise, Allah'tır. Binâenaleyh, ayetteki, ifadesi, kendisi arasında mübtedâ ve haber olan bir ifadedir. "Yedi kat gök..." ifadesine atfı düşünülecek, nasb ile, (......) şeklinde okunmuştur. Bu, mübtedâ olmak üzere, merfû olarak da şeklinde de okunmuştur ki, bu durumda haber ifâdesi olmuş olur. Cenab-ı Hakk'ın, "(Allah'ın) emri, bunlar arasında durmadan iner..." ifadesine gelince, Atfl şöyle der: "Cenâb-ı Hakk bu buyruğu ile, yerin ve göğün her katında bulunan mahlûkatına olan vahyini kastetmiştir." Mukâtil de, Cenab-ı Hakk'ın bu ifade ile, en üst gökten, en alt yere doğru olan vahyedişini kastettiğini söyler. Mücâhid de bu cümleye "Bir kısmına hayat vermek, bir kısmını öldürmek, meselâ şunu emîn kılmak, diğerini ise imha etmek hususunda emri iner..." manasını vermiştir. Katâde de, "Gökler ve yerin her birinde, Cenâb-ı Hakk'ın bir yaratığı, bir emri ve bir yargısı, hükmü vardır..." manasını vermiştir. Bu ifade, şeklinde de okunmuştur. Cenâb-ı Hak, "Allah'ın gerçekten herşeye kadir olduğunu... bilmeniz için..." buyurmuştur. Ayetin başındaki fiil, yâ ile, "bilsinler... diye" şeklinde de okunmuştur. Ki bu, "Sizler, göklerin, yerin yaratılışı ve orada devam eden ince tedbiri düşündüğünüzde, kudreti, bu derecede olan zatın bu kudretini, "ligayrihî" (başkasından ötürü olan) olmadığını, tam aksine zatı gereği olan bir kudret olduğunu ve hiçbir şeyin, yapmayı dilediği hiçbir şeyden O'nu alıkoyamayacağını bilesiniz diye..." anlamındadır. Bu ifadenin ne demek olduğu, daha önce de anlatılmış idi. "ve ilmiyle her şeyi kuşattı..." ifadesine gelince, bu, "o, külft ve cüzi olan her şeyi bilir; O'nun ilminden ne gökte, ne de yerde, zerre miktarı dahi olsa hiçbir şey hariç kalamaz; her şeyi hakkıyla bilen ve yok ettikten sonra, yeniden var etmeye kadir olandır" demektir. Âlemlerin Rabbi olan Allah yücedir; güç, kuvvet ve kudret, ulu ve yüce olan Allah'ın elindedir. Salât u selâm, peygamberin seyyidi, müttakîlerin önderi ve nebilerin sonuncusu, efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun ailesine ve bütün ashabına olsun. (Amin). |
﴾ 7 ﴿