42

"Gün gelecek paçalar sıvanacak (iş ciddileşecek), baldırların açılacağı, kendileri secdeye davet edilecekler. Fakat (buna) güç yetiremeyeceklerdir"

buyurmuştur.

Bununla ilgili birkaç mesele bulunmaktadır:

Yevme'nin İ'rabı

Bu ifadenin başındaki ne ile mansubtur? Bu hususta şu üç izah yapılabilir.

1) Bu, Cenâb-ı Hakk'ın, "Öyleyse o ortaklarını da getirsinler..." (Kalem, 41) ifadesindeki ifadesi ile mansub olmuştur. Bu böyledir, zira o gün, çok şiddetli ve müthiş bir gündür. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak adeta "Eğet onlar, bunların benim ortaklarım olduğu hususunda doğru söylüyor iseler, kendilerine menfaatci olmaları ve şefaatte bulunmaları için, kıyamet gününde hadi bakalım, onları getiriversinler!.." demek istemiştir.

2) Bu ifade, mahzuf olan "hatırla" kelimesiyle mansubtur.

3) Ayetteki takdir, "Baldırların açıldığı gün, şöyle şöyle olur..." şeklindedir. İfadenin bu kısmı, alabildiğine bir korkutma ve tehdit olsun diye o gün orada olacak şeylerin, büyük şeyler olmasından dolayı, nitelenemez cinsten şeyler olduğunu belirtmek için hazfedilmiştir.

İkinci Mesele

Kendisinde paçaların sıvandığı bu gün, kıyamet günü müdür? Yoksa bu gün, dünyada mı olacaktır? Bu hususta iki görüş vardır:

Birinci Görüş: Ulemanın ekserisinin benimsediği bu görüşe göre, bu gün, kıyamet günüdür. Ayetteki (baldır) ifâdesinin ne demek olduğu hususunda da şu izahlar yapılmıştır:

1) Bu, şiddet ve dehşet anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre, İbn Abbas'a bu ayetin manası sorulmuş da, o da şöyle demiştir: "Size, Kur'ân'dan bir şey kapalı kaldığında, onu, Arap şiirinde arayın. Çünkü şiir, Arapların dîvanıdır. Siz, şairin,

"Boyunlan vurma adetini, bize kavmin bıraktı. Ve yaptığımız savaşı, büyük sıkıntılar üzerinde yükseldi..." dediğini duymadın mı?" demiş, daha sonra da, buradaki (......) kelimesinin, sıkıntı, musibet ve bela anlamına geldiğini söylemiştir. Mücâhid de, yine İbn Abbas'ın, "Bu, kıyametteki en müthiş andır" dediğini rivayet etmiştir. Dilciler, bu kelimenin yer aldığı pekçok beyit nakletmişlerdir.

a) "O, senin için bacağını sıvazlar, yukarı sıyırırsa, ona seslenen bahardır,usanma..."

b) "Sıkıntılarını sizin için ortaya döküp saçtı.. Kendisinden kaçınılmayacak, apaçık serler ortaya çıktı.."

c) Cerir de şöyle demiştir:

d) Bir başkası da şöyle demiştir: "Bütün sıkıntılarını ortaya dökmüş olan bir senede.. Öyle bir seneki, insanları bir deri bir kemik bırkır..."

e) Diğer birisi de şöyle demiştir: "Savaş, bütün sıkıntılarını ortaya koydu, paçaları sıvazlattı.. Onlar da karşı koydular.. Bu sefer, başımızdaki savaş daha da büyüdü; bu sefer onlar da işi daha ciddiye aldılar."

Daha sonra İbn Kuteybe de şöyle demiştir: "Bunun aslı şudur: Bir kimse, kendisinde alabildiğine gayret gösterme ihtiyacını hissettiği büyük bir işin içine düştüğünde, paçaları sıvar. İşte, bu sebeple de hiç şüphesiz, tam doruk noktasında iken, "Paçaları sıvadı" denilir.

Bil ki bu, (......) kelimesinin, "sıkıntı, belâ" anlamında kullanılmamasının, mecazî bir ifade olduğunu dilcilerin itiraf etmeleridir. Halbuki ulema, bir sözü ve bir ifadeyi, ancak hakiki anlamına hamletmek imkânsız olduğunda mecazi anlama hamletmenin caiz olacağı hususunda ittifak etmişlerdir. Binâenaleyh biz, Cenâb-ı Hakk'ın, cisim olmasının imkansız olduğuna dair kesin deliller getirdiğimize göre, bu lafzı, mecazi anlama hamletmek gerekir.

Bil ki, Keşşaf sahibi, bu tevili, başka bir mecraya dökerek, "Keşfun an sâk.." deyimi, işin müthiş olduğunu bildirme hususunda cari olan bir meseldir. Dolayısıyla ifadesinin anlamı, "İlgili iş alabildiğine şiddetlenip iyice büyüdüğünde..." şeklindedir. Yoksa, orada ne bir açılma, ne de bir baldır bulunur. Nitekim sen, mesela, eli kesik, kollan kesik olan cimri birisine, "Eli kapalıdır, eli sıkıdır..." dersin.. Halbuki, o kimsenin, ne eli vardır, ne de dolayısıyla eli sıkılığı vardır. Bu, ancak ve ancak, cimriliği ifade etmek için kullanılan bir ifade biçimidir" der, sonra da, ilm-i beyânı medhe başlayarak, "Şayet bu ilim olmasaydı, biz bu tür inceliklere vakıf olamazdık.." açıklamasında bulunur.

Ben de derim ki: Ya kişinin bu lafzı, zahiri manasından, delilsiz olarak aldığı iddia edilebilir, yahut da o, "Bu, ancak hakiki anlamına hamletmek imkansız olduğu için caizdir.." der. Birincisi, müslümanların icmaı ile batıldır. Ayrıca biz, bunu caiz görecek olursak, felsefecilerin kıyamet ile ilgili yapmış olduğu tevillere Kapı açılmış olur. Çünkü onlar, mesela Cenab-ı Hakk'ın "altlarından ırmaklar akan cennetler" ifadesi hakkında, "orada ne nehir ne de ağaç bulunur. Bu, lezzet ve mutluluğu ifade etmek üzere getirilmiş bir ifade biçimidir"; yine Cenâb-ı Hakk'ın, "Rükûda bulunun, secde edin..." ifadesi hakkında da, "Burada ne secde ve ne de rükû söz konusudur.. Bu tazim, ululamak için getirilmiş olan bir meseldir.," derler. Halbuki, bu tür sözlerin, şeriatları ortadan kaldırma ve dini ifsat etme neticesine götüreceği malumdur. Yahut da bu kimse, "Bu tür tevillere, kelimeyi - kelâmı zahirî anlamına almanın caiz olmayacağına dair delillerin bulunmasından sonra başvurulur" diyecektir. Ki, işte bu husus, her kelamcının söylediği ve kendisine güvendiği ve dayandığı bir husustur. Binâenaleyh daha, ilm-i beyân vasıtasıyla güya kendisini ilk bilip muttali olduğu bu incelikler niye ki? (Bunu herkes biliyor). Binâenaleyh, kendi derecesini bilen ve haddini aşmayan kişiye Allah merhamet etsin...

2) Bu da, Ebû Saîd ed-Darir'in görüşü olup, buna göre, ifadesinin anlamı, "o işin aslı ve hakikati ortaya çıktığı gün" demektir. Çünkü, bir şeyin "sâk"i, sayesinde o şeyin ayakta durduğu aslı ve temeli demek olup, bu tıpkı meselâ "ağacın gövdesi" anlamında ve "insanın baldın" anlamında denilir. Buna göre mana, "Kıyamet günü, herşeyin hakikati ve aslı ortaya çıkar.." şeklinde olur.

3) "Cehennemin, yahut arşın yahut da heybetli olan muazzam bir meleğin baldırının açıldığı gün..." demektir.

Ayetin lafzı, bir "baldıra" delalet ediyor. Ama bu "baldır"ın neyin baldırı olduğuna gelince, ayetin lafzında buna delâlet edecek herhangi bir şey yer almamıştır.

4) Müşebbihe'nin tercih ettiği bu görüşe göre, bu, Allah'ın baldırıdır Allah bundan münezzehtir. İbn Mesûd'un rivayetine göre, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

"Allahü teâlâ, kıyamet gönünde, bir kılığa girerek insanlara görünür. Müslümanlar geçince, "Kime ibadet ediyordunuz?" der de, onlar da, "Allah'a ibadet ediyorduk.." cevabını verirler. Bunun üzerine Cenâb-ı Hak, müslümanlan buna iki veya üç kez şahit tutar. Sonra da, "Peki, Rabbinizi tanıyor musunuz?" deyince de onlar, "Kendisini, noksan sıfatlardan tenzih ederiz... Zatını gördüğümüzde onu tanırız" derler. İşte bunun üzerine, (Allah) baldırını gösterir.. De, bunun üzerine de bütün mü'minler secdeye kapanır; münafıklar ise, içinde sanki kebap şişleri var imişcesine sırtları dümdüz kalır, eğilemezler." Bil ki, bu görüş, şu bakımlardan batıldır.

1) Deliller, her cismin ve maddenin, "muhdes" olduğuna delâlet etmektedir. Çünkü her cisim, sonludur. Her sonlu ise, muhdestir. Bir de, her cisim, ya hareket eder, veya durgun olur. Böyle olunca her şey ise, muhdestir. Diğer bir husus da şudur: Her cisim, mümkindir; her mümkin ise, muhdestir.

2) Eğer kastedilen mana bu olsaydı, o zaman, ayetteki (......) kelimesinin diye marif olması gerekirdi. Çünkü bu "sâk onun katında bilinen muayyen bir "sâk" olmuş olurdu ki, o zaman bu, sâk'ın ancak Rahman'ın sâk'ı baldırı olduğu söylenebilirdi. Ama biz, ayetteki bu kelimeyi şiddet ve dehşet anlamına aldığımızda, bu kelimenin nekire getirilmesinin faydası, o günün çok büyük bir gün olduğuna delalet etmektir. Buna göre adeta, "Şiddet zuhur ettiğinde... Ama ne şiddet!" denilmek istenmiştir ki, bu da, "Kendisini vasfetmenin mümkün olmadığı bir şiddet!.." demektir.

3) Sonra, tanıtma işi, baldırı açmakla olmaz., bu ancak, yüzün açılmasıyla elde edilebilecek bir husustur.

İkinci Görüş: Yani, Cenâb-ı Hakk'ın bu beyanıyla, kıyamet günü kastedilmemiş, tam aksine bu, dünyada cereyan edecek olan bir gündür diyen bu görüşe gelince, bu, Ebû Müslim'in görüşüdür. O şöyle der: "Bu ifadeyi, kıyamet günü" anlamına almak mümkün değildir. Çünkü Cenâb-ı Hak, bu günü vasfederken, "kendilerinin secdeye davet edilecekleri gün..." buyurmuştur. Halbuki, kıyamet gününde ne kulluk ne de bir mükellefiyet söz konusudur. Tam aksine, bununla, ya kişinin dünyadaki günlerinin en sonuncusu kastedilmiştir, -ki bu yönüyle bu ifade Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, "Melekleri gördükleri gün, o gün günahkarlar için müjde yok..." (Furkan, 22) ayeti gibi olmuş olur-; çünkü bu kimse, namaz vakitleri geldiğinde, insanların namaza davet edildiklerini görür. Halbuki, kendisi artık, namaz kılacak kudrete de malik değildir. Zira, artık bu vakit, kişinin imanının kendisine fayda vermediği bir vakittir. Yahut, ihtiyarlık, hastalık ve eziyyet zamanı kastedilmiştir. Halbuki onlar, bu günden önce, namaza ve secdeye davet ediliyorlardı. Ve, şu anda, başlarına gelen şeylerden de beri idiler..

Yahutta, ölürken gördükleri şeyin dehşetinden dolayı, başlarına gelen şiddetten, acziyyetten veya ihtiyarlıktan dolayı bu duruma düşmüşlerdir ki, bu yönüyle bu ayetin bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Hele (can) boğaza gelince... "(vakıa.83) ayetidir."

Bil ki, ayetin lafzının, Ebû Müslim'in söylediği manaya hamledilebileceğinde bir münakaşa yoktur. Ama onun, "Secde ile emrin bu dünyada olması ve teklifin kıyamet gününde zail olması., sebebiyle ayetin bu ifadesini, kıyamet gününe hamletmenin mümkün olmadığını söylemesine gelince, buna şu şekilde cevap verilir: "Bu durum, insanları mükellef tutmak için olmayıp, tam aksine, azarlamak ve mahcup etmek içindir. O halde daha niçin, "Bu caiz değildir" dediniz...

Farklı Kıraatlar

Bu kelime, nûn ile (......) şeklinde; tâ ile, hem malûm hem de meçhul olarak (......) şeklinde de okunmuştur ki, bu okuyuşa göre, fiilin tahtındaki zamirin mercii, ya (......) ya da "O an; durum..." kelimeleri olmuş olur. Ki mana, "Hal, o durum şiddetlendiği gün..." şeklinde olur. Bu tıpkı senin, mecazî manada, "Harb gerçek yüzünü gösterdi, ciddeyet kazandı" demen gibidir. Ayetin bu ifâdesi, "tâ"nın zammesi, kesresiyle (......) şeklinde de okunmuştur ki bu okuyuş, "Keşfe girdiği (açıldığı)" manasındaki fiiline dayanır ki bir kimsenin üst dudağı yukarı çekilip dişleri görüldüğünde (yani güldüğünde) denilmesi de bu manadan dolayıdır.

Hak teâlâ'nın "Kendilerinin secdeye davet edildikleri günde, buna güç yetiremezler" ifadesine gelince, bil ki biz bu kimselerin, kıyamette, kullukta bulunmaları ve mükellef tutulmak gayesiyle secdeye davet edilmediklerini; fakat bu ifadenin, dünyada iken secdeyi (namazı) terkettikteri için, bir azarlama, kınama ve horlama olduğunu beyan etmiştik. Hem sonra Allahü teâlâ, onları secde etmeye davet ettiğinde, onlardan secde etme güçlerini alır, böylece onlarla bu kuvvetlerinin arasına girer, onları engeller; neticede elleri-ayakları, yani mafsalları sapasağlamken, secdeye davet edilip de bunu yerine getirmedikleri zamanki kusurları hususundaki hasretleri ve nedametleri artar.

Cübbâî şöyle der: "Cenâb-ı Hak, bu güç yetirememenin ahirette olacağını bildirdiğine göre, bu, onların, dünyada iken, imana muktedir olduklarına delalet eder. Böylece de, işte bununla, "Kafir iman edemez. İman etme gücü, ancak iman meydana geldiği an, kişide oluşur" diyen kimselerin, (yani ehl-i sünnet'in) görüşü batıl olmuş olur."

Buna şu şekilde cevap verilir: Allahü teâlâ'nın, kafirlerin iman etmeyeceklerine dair olan ezelî ilmi, onlardan imanın meydana gelmesine ters düşer, İki zıt şeyin arasını te'lif etmek (birleştirmek) ise imkansızdır. Binâenaleyh, onlarda, Cübbai'nin görüşüne göre de, dünyada iken iman etme gücü yok demektir.

Başlar Yerde

42 ﴿