2"Kıyamet gününe yemin ederim ve Nefs-i Levvâme'ye yemin ederim ki...". Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var: Müfessirler, buradaki ifadesiyle ilgili olarak üç izah yapmışlardır: 1) İfâdenin başındaki (......) edatı, "sıla"dır, zâid ve takdir şeklindedir. Bunun bir benzeri de, (Hadid, 29), (Araf,12) (Al-i Imran, 159) ayetlerindeki ve edatlarıdır. Bence bu görüş, bir kaç bakımdan zayıftır: a) Bunu caiz (mümkün) görmek, Kur'ân hakkında ta'na (tenkide) sebebiyet verir. Çünkü bu takdirde, müsbet olanı menfi kılmak (saymak), menfî olanı müsbet kılmak mümkün olur. Bunun mümkün görülmesi ise, Kur'ân'ın müsbetine de, menfisine de itimadın kalmamasına götürür. b) Bu şekilde zâid (......) edatı, sözün (cümlenin) başına değil ortasına ziyade edilir, yerleştirilir. Buna göre eğer, "Buna karşı iki bakımdan söz söylenir: Birincisi: Biz, bu edatın cümlenin ortasına konulacağı fikrini kabul etmiyoruz. Baksana, İmriü'l-Kays, onu, kasidesinin başında, şöyle diyerek, nasıl yerleştirmiş: "Ey Amirfnin kızı, baban hakki için toplum benim kaçtığımı iddia edemez." İkincisi: Farzet ki bu harf, sözün başına ziyade edilmez. Fakat gerçekte Kur'ân'ın hepsi tek bir sûre gibidir. Çünkü bütün parçaları birbiriyle irtibatlıdır. Bunun delili şudur: Cenâb-ı Hak bazan birşeyi Kur'ân'ın bir sûresinde zikrediyor, sonra bunun cevabını başka bir sûrede getiriyor. Mesela, "Dediler ki: "Ey o zikir (Kur'ân) kendisine indirilen adam, sen bir delisin"(Hicr,6) buyurmuştur. Sonra bunun cevabı, başka bir sûrede gelmiştir. O da, "Sen, Rabbinin nimeti sayesinde, mecnun değilsin" (Kalem, 2) ayetidir. Durum böyle olunca, bu sûrenin başı, sanki sözün ortasındaymış gibi olur" denilirse, birincisine şu şekilde cevap verebiliriz: Şair İmrlu'l-Kays'ın, ifadesi, nefy üzere yapılmış bir yemindir. Ayetteki ifâdesi ise, yemini nefyeden bir ifadedir, yani, "Yemin etmeyeceğim" manasınadır. Binâenaleyh bunları birbiriyle mukayese etmek, birbirine benzetmek uygun değildir. Ayetteki tabirinin kasemi (yemini) nefyeden bir ifade tarzı olduğunu söyledik. Çünkü ifade, tıpkı "öldürmem, dövmem, yardım etmem" ifadeleri gibidir. Bunun nefy (olumsuzluk) ifade ettiği ise malumdur. Delili ise şudur: Bir kimse, "Yemin etmeyeceğim" diyerek yemin etse, yemin etmemek suretiyle yeminini tutmuş; eğer yemin ederse, bu yeminini bozmuş olur. Böylece bahsi geçen şiirin, üzerinde bulunduğumuz konuyla ilgili olmadığı ortaya çıkmış olur. İkinci iddiaya da şu şekilde cevap verebiliriz: Kur'ân, ayetleri arasında çelişki olmaması açısından tek bir sûre gibidir. Fakat her bir ayetin, diğer bir ayetle yanyana olması açısından, Kur'ân'ın tek bir sûre gibi olduğu iddiası caiz ve uygun değildir. Çünkü bundan, diğer ayetlerde de her müsbet ifadenin başına, bir nefiy edatının getirilebileceği neticesi çıkar. Bu da, her müsbetin menfiye, her menfinin müsbete çevrilebileceği neticesine götürür ki bu caiz değildir. c) Bizim, "Buradaki edatı sıladır, zaiddir" sözümüzle, bunun sözün daha muntazam olması için atılması, düşürülmesi gereken lüzumsuz bir söz olduğu manası kastedilmemiştir. Allah'ın kelamını bu şekilde nitelemenin caiz olmayacağı malumdur. 2) Müfessirlerin bu ayetle ilgili olarak ileri sürdükleri bir diğer izah da, Hasan el-Basri'nin buradaki edatını, "Lâmu'l-lbtidâ" (mübtedanın başına gelen lâm" "yemin ederim" fiilini de, mahzuf mübtedanın haberi yaparak, (......) şeklinde okuyuşuna göre yapılan izahdır. Bu okuyuşa göre ayetin takdiri, "Şüphesiz ben yemin edeceğim.." şeklindedir. Bu okuyuşu, Mushaf-ı Osmani'de, ifâdenin elifsiz olarak şeklinde yer alışı da destekler. Fakat alimler, (......)deki (......)'nın, nefiy lamı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Hasan el-Basrî'nin bunun manasının, "Ben, kıymet ve öneminden dolayı kıyamete yemin ederim, ama değersiz olduğu için nefs-i levvâmeye yemin etmem" şeklinde olduğunu söylemiştir. Ebu Ubeyde, Hasan el-Basrî'nin bu kıraatini şöyle diyerek tenkid eder: "Eğer kastedilen, Hasan el-Basrî'nin söylediği mana olsaydı, o zaman Cenâb-ı Hak, bunu diye ifade ederdi. Çünkü araplar laf "Muhakkak şunu yapacağım" demezler, ancak, derler." Fakat Vahidî, bu şekilde ifadenin de caiz olduğunu Sibeveyh ve Ferra'dan nakletmiştir. Bil ki bu izah da tutarsızdır. Çünkü bu kıraat şazzdır. Farzedelim ki bu sazz kıraat kullanıldı. Peki meşhur mütevatir kıraatleri nasıl izah edeceğiz? Buna cevap vermek mümkün değildir. Aksi halde bunun böyle olduğunu iddia etmek, tevatürle sabit olan şeyleri yaralamak olur. Hem sonra, bu "lâm"ın, mukadder bir kasemin cevabı olması için, mutlaka bir başka kasemin takdir edilmesi gerekir. Bu durumda da ayetin takdiri,"Allah'a yemin olsun ki, şüphesiz kıyamet gününe yemin ederim" şeklinde olur. Böylece de bu, yemin üzerine yemin etme olur ve çarpık-zayıf bir ifade olmuş olur. Bir de bu, teselsüle götürür. 3) Buradaki, nefy (olumsuzluk) için gelmiştir. Bu durumda, ortada şöyle iki ihtimal söz konusudur: Birinci İhtimal: Bu, yeminden önce geçmiş bir ifadeyi nefyetmek için getirilmiş bir (......)dır. Buna göre onlar sanki öldükten sonra dirilmeyi inkar etmişler de, bunun üzerine "Hayır, durum sizin ileri sürdüğünüz gibi değil" denilmiş. Peşisıra da, "Kıyamet gününe yemin ederim ki..." denilmiştir. İzahın böyle yapılması durumunda, ortaya bir problem çıkar: Çünkü eğer, ayette kastedilen mana bu ise, (......) ifâdesinde, yeniden (......)ya yer vermesi, sözün fesahatini bozar. İkinci İhtimal: Buradaki kasemin nefyi, yani "Yemin etmeyeceğim" kasemin nefyi, yani "Yemin etmeyeceğim" manasına olup, Hak teâlâ adeta, "Size karşı, ne bugüne ne o nefs-i levvâmeye yemin ederim. Fakat, Ben, yemin etmeksizin sana, ölümle kemiklerin (bedenlerin) paramparça olması durumunda, kemiklerini (parçalarını) biraraya getiremeyeceğimizi mi zannediyorsun diye soruyorum. Eğer böyle bir zan içinde isen, bil ki Biz bunu yapmaya kadiriz" demek istemiştir. Bu görüş, Ebû Müslim'in tercihidir. En doğru görüş de budur. Bu görüşü, şu şekillerde ifade etmek de mümkündür: 1) Cenâb-ı Hak, adeta, "Böyle bir neticeyi isbat için, bu şeylere yemin etmem. Çünkü bu netice, bu şeylere yemin etmekten daha yüce ve daha büyüktür, üstündür" demek istemiştir. Ki, bu sözün maksadı, hakkında yemin edilen şeyi (el-muksemun aleyh) yüceltmek, onun şanının yüce olduğunu belirtmektir. 2) Cenâb-ı Hak adeta, "Böyle bir netice için, bu şeylere yemin etmem. Çünkü bunun böyle olacağı, bu gibi yeminlerle isbat edilme sahasına girmekten daha açık-seçik, daha kuvvetli ve daha belirgindir" demiş, daha sonra da, "İnsan zanneder mi ki, Biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getirmeyeceğiz?" (Kıyam, 3) buyurmuştur ki bu, "Yanlışlığı meydanda olmasına rağmen, bu yanlış ve bozuk düşünceler, daha nasıl onun gönlüne gelebiliyor?" demektir. 3) Bu ifadenin maksadı, inkar yollu istifham olup, takdiri, "Haşr ve neşrin hak olduğu konusunda, kıyamet gününe ve nefs-i levvâmeye yemin etmez olur muyum?" Alimler, "Nefs-i levvâme"nin ne demek olduğu hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) İbn Abbas şöyle demektedir: "İster itaatkar, isterse günahkar olsun, her nefis, kıyamet gününde kendisini kınar.. İtaatkar olanı, niçin daha fazla taatta bulunmadığından; günahkar olanı da, niçin takva ile meşgul olmadığından dolayı kendisini kınar. Bazı kimseler bu görüşü şu bakımlardan tenkit etmişlerdir: a) Mükâfaata nail olmuş kimsenin, daha fazla itaatta bulunmayışından dolayı kendisini levmetmesi caiz değildir. Çünkü, bundan dolayı onun, kendi nefsini kınaması caiz olsaydı, başkasından dolayı da kendi nefsini kınaması caiz olurdu.. b) İnsan, canı sıkılıp kalbi daraldığında kendisini kınar. Fakat böyle bir durum, artık cennete girmiş olan cennetliklere uygun düşmez. Bir de, her mükellef, yaptığı taattan daha fazlasının yapılabileceğini bilmektedir. Şimdi, daha fazlasını yapamama, kişinin kendi nefsini kınamasını gerektirseydi, bunu sona erdirmek mümkün olmazdı. Böyle olan şey ise, elde edilemeyen bir şeydir; dolayısıyla da, elde edemediği için de kınanmaz... Bunların tümüne, "buradaki "levm - kınama", daha fazlasının temenni edilmesi anlamına gelmektedir" diyerek cevap verebiliriz. İşte bu durumda da, bu sorular düşer. 2) Nefs-i levvâme, takva'yı terkettiği için, kıyamet gününde, asi olan nefisleri kınayan muttaki nefislerdir. 3) Nefs-i levvâme, taatte olabildiğine sa'y ü gayret gösterse bile, hep kendini kınayan kıymetli nefislerdir. Hasan el-Basri'nin, "Mü'min kimseyi sen, kendini hep kınayan biri olarak görürsün. Cahil olana gelince, bu da, içinde bulunduğu o düşük hallere bile rıza gösterir. 4) Nefsi levvâme, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in nefsi olup, cennetten kovulmasına sebep olan fiilinden dolay hep kendini kınayıp durmuştur. 5) Bu sıfat ile, asî ve şakî, kimselerin nefisleri kastedilmiştir. Müşahede ettiklerinde, kendilerinden sudur eden o günahlardan dolayı kendilerini kınarlar. Bunun bir benzeri de, Cenâb-ı Hakk'ın, "Gün gelecek insan: "Allah yanında" işlediğim kusurlardan dolayı vay hasret (ve nedamet)ime!" diyecek" (Zümer. 56) ayetidir. 6) İnsan, hep bıkkın olarak yaratılmıştır. Peşine düşüp elde etmek istediği şeyi elde ettiğinde, ondan da usanır. Bu durumda da kendisini, "Ben bunun niye peşinde gezip durdum?!" diye kınar. İşte bu işler çokça tekrar edildiği için, bu Nefsi Levvâme adını almıştır. Bunun bir benzeri de, "Gerçekten insan, hırslı yaratılmıştır. Kendisine şer dokundu mu feryadı basandır. Ona hayır dokununca da, çok cimridir" (Mearic, 19-21) ayetidir. Bil ki, "Levvâme" lafzı, bir tekrarı, yeniden yeniden yapmayı ifade eden bir lafız olup, aynı şey, "Levvâm, azzab, darrâr" kelimeleri için de söylenebilir. Ayette şöyle birkaç problem bulunmaktadır: 1) Kıyamet ile nefs-i levvâme arasında hangi münasebet vardır ki, Cenâb-ı Hak bu ikisini "kasem etme"de birlikte zikretmiştir? 2) Kendisi için yemin edilen, kıyametin kopmasıdır. Böylece bu ifadenin neticesi, Allahü teâlâ'nın, kıyametin vukuuna yemin etmesine varıp dayanır. 3) Diğer sualler de, mesela vs. gibi ifâdelerde olduğu gibi, niçin Cenâb-ı Hak demiş de, dememiştir? Kıyametle Nels-i Levvâme'nin Münasebeti Bunlardan birincisine şu bakımlardan cevap verebiliriz: a) Kıyametin halleri, cidden İlginçtir. Hem sonra, kıyametin kopmasının gayesi, nefs-i levvâmenin hallerini, yani mutluluk ve bedbahtlıklarını izhar etmektir. Binâenaleyh bu demektir ki, kıyamet ile nefs-i levvâme arasında bu denli sıkı bir münasebet vardır. b) Nefs-i levvâme'ye yemin etmek, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Kendini bilen Rabbini bilmiş olur" Keşfu'l-Hafa, 2/262. buyurduğu gibi, nefsin hallerinin ilginçliklerine dikkat çekmektir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Ben ins ve cinleri ancak, bana ibadet etsinler diye yarattım" ve "Bu emaneti göklere, yere, dağlara teklif ettik de onlar yüklenmekten kaçındılar, fakat insan onu yüklendi..."(Ahzab, 72) ayetinin ifade ettiği hususlar, o nefsin ilginç hallerindendir. Birtakım kimseler de, "Hep, Allah'a itaattaki ciddiyetini, sa'y ü gayretini, yaptığı işleri yine de değersiz görmüş olduğu için, kendisini ululamak amacıyla, (değerinden dolayı) nefs-i levvame'ye yemin edilmiştir" derken, diğer bazıları da, Allahü teâlâ'nın sadece kıyametin vukuuna yemin ettiğini, nefs-i levvâme'ye ise yemin etmediğini söylemişlerdir. Ki, bu görüş, Hasan el-Basrî'nin okuduğunu rivayet ettiğimiz o saz kıraate dayanmaktadır. Buna güre Cenâb-ı Hak adeta, "Değerinden dolayı, kıyamete yemin ederimi Ama, değersizliğinden dolayı, nefs-i levvâme'ye yemin etmem!.." demiştir. Çünkü, nefs-i levvâme, ya onca büyük hallerine rağmen kıyameti inkar etmiştir, yahut da amelde kusur eden fasık birisi olmuştur. Her iki durumda da, nefs-i levvâme, hor ve hakîr görülmüş olur. İkinci sorunun cevabına gelince, daha önce de belirttiğimiz gibi, muhakkik alimler şöyle demişlerdir: "Bu şeylere yemin etmek, aslında, onların Rablerine ve Yaratıcılarına yemin etmektir. Buna göre adeta, "Kıyametin kopacağına dair, "Kıyametin Rabbine yemin ederim..." denilmek istenmiştir. Üçüncü sorunun cevabı da şudur: Cenâb-ı Hak, kasem ettiği yerlerde, mesela ve diye ifade buyurmuştur. Ama burada ise, Kendisinin bu şeylere yemin etmeyeceğini bildirmiştir. Binâenaleyh, bu soru da zail olmuş olur. Allah en iyisini bilendir |
﴾ 2 ﴿