3

"Gerçekten Biz ona yolu gösterdik: îster şükredici ister nankör olsun".

Allahü teâlâ insanı, terkibini yapıp, ona zahirî ve batını hisseler (duyular) verdikten sonra, ona hidayet ve delalet yollarını beyan ettiğini de belirtmiştir. Bu ayetle ilgili şöyle birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bu ayet insana, duyu organlarının verilişinin, aklın verilişinden önce gibi olduğunu göstermektedir. Durum da böyledir. Çünkü insan başlangıçta, eşyayı bilmekten uzak olarak yaratılmıştır. Fakat Allahü teâlâ insana, bu tür bilgileri elde etmesine yardımcı olacak alet ve edevat (vasıtalar) vermiştir. Bunlar da zahiri ve batini duyulardır. Binâenaleyh kişi hissedilmek özelliğinde olan şeyleri, hissedip idrak ettiğinde, bunlar arasında, ortak olan ve olmayan noktaların bulunduğunu görür ve o bunlardan, mesela menfî (olumsuz) ile müsbetin (olumlu)'nun bir arada bulunamayacaklarını, ikisinin birden yok olamayacaklarını ve bir bütünün, kendisini meydana getiren parçalardan daha büyük olduğunu bilmemiz gibi, ilk doğru bilgileri çıkarır. Bu ilk bilgiler, işte akıl vasıtasıyla elde edilir. Çünkü bunları biraraya getirmek (mukaddimeler kurup, kıyaslar yapmak) ile, bilinmeyen nazari (teorik) bilgileri bilinir hale getirmek mümkündür. Böylece hissin (duyuların) var oluşta, akıldan önce oldukları sabit olur. İşte bundan ötürü, "Duyularını kaybeden ilmi kaybeder" denilmiştir. Bazı kimseler de, insanın "semî" ve "basfr" (duyan ve gören) oluşu ile, aklın kastedildiğini söyleyerek, "Cenâb-ı Hak, önceki ayette (bu ifadelerle) insana akıl verdiğini beyan edince, bu ayette de, kendisi için yolların seçilmesi, neyi yapmasının gerekli, neyi yapmasının yasak olduğu onun tarafından anlaşılsın diye, insana o aklı verdiğini beyan etmiştir" demişlerdir.

Sebil

"Sebîl", gidilen-takib edilen yol” demektir. Binâenaleyh bu ayetteki "sebîl" ile hayır ve şer yollan, kurtuluş ve helak yolları kastedilmiş olabilir. Buna göre ayetteki, ifadesi, "Biz insana, bu iki yoldan herbirini tanıttık ve açıkladık" demek olur. Bu yönüyle ayet tıpkı, "Biz ona iki de yol gösterdik" (Beled, 10) ayeti gibi olur. Buradaki el-sebîl (yol) kelimesi, cins ismi olabilir. İşte bundan ötürü, müfıöd olarak getirilmiştir ve tıpkı, (Asr,2) daki "el-İnsan" gibidir. Buradaki el-sebîl (yol) ile, "hidayet yolu" da kastedilmiş olabilir. Çünkü bu kelime, mutlak olarak zikredildiğinde, bu isme uygun, bilinen-meşhur yol kastedilmiş olur. Ama "sebîlü'd-dalâlet" denildiğinde ise, bu izafetle kullanılan (takyîd edilen) bir yol olmuş olur. Baksana Allahü teâlâ da, "Biz büyüklerimize ve liderlerimize itaat ettik de, onlar da bizi yoldan (esse-bil) saptırdılar" (Ahzab, 67) buyurmuştur ki bu ifadeyle onların onları hidayet yolundan saptırdıklarını kastetmiştir. Bu fikri benimseyenler, ifadesine, "Biz ona gösterdik" manasını vermişlerdir. O insana hak ve hidayet yolu gösterilmesi (öğretilmesi) durumunda da, bu kimsenin, bu yolun dışında kalanlardan kaçınması gerektiğine dikkati çekilmiş olur. Binâenaleyh bu lafız, işte bu açıdan her iki yolun da kastedildiğinin bir delili olmuş olur.

Hidayet Etme

"Yola hidayet etme" ifadesiyle, delillerin yaratılması, hidayete sevkeden aklın yaratılması, peygamberler gönderilmesi ve kitabların indirilmesi kastedilmiştir. Buna göre Hak teâlâ sanki, "Ölen delil üzere ölsün diye, ey insan biz seni önce imtihan etmek için yarattık ve sana ihtiyaç duyduğun herşeyi, ama herşeyi verdik" demektir. O halde bu ifadenin manası, "Biz hidayeti arattık" değildir. Baksana Allahü teâlâ önce "sebîl" (yol)dan bahsetmiş, sonra da "Biz ona o yolu gösterdik" manasında, "Onu yolu hidayet ettik" demiştir.

Dördüncü Mesele

Ferrâ, bu ifadenin takdirinin, şeklinde olduğunu söylemiştir ki, her üç şekil de Arapça bakımından caizdir.

İman ve İnkar İnsana Alt

Hak teâlâ'nın itster şükredici, ister nankör olsun "ifadesiyle ilgili birkaç mesele var:

Birinci Mesele

Bununla ilgili olarak birkaç görüş ileri sürülmüştür:

Birinci Görüş: Ayetteki, "şâkiren" ve "kefûren" kelimeleri, daki "hû" zamirinden iki "hal" olup, takdir, "O insan, şâkir veya kefûr olduğu halde, Biz ona o yolu gösterdik" şeklindedir. Buna göre mana, Allah'ın hidayet ve irşadıyla ilgili herşey, gerek küfür ve gerekse iman halinde, tamam olmuş olur.

İkinci Görüş: "Şâkiren" ve "kefûren" kelimeleri, mukadder bir fiili ile mansubtur ve takdiri, "İster kâfir, ister şâkir olsun" şeklindedir

Üçüncü Görüş: Ayetin takdiri manası, "Biz ona o yolu, ya şâkir ya kefûr (nankör) olsun diye gösterdik" şeklinde olup, bu da şükrü kendisi nankörlerden, taatı da günahtan ayırsın diye, ona bu yolu gösterdik" demektir. Bu tıpkı, "Hanginizin daha güzel amel edeceğini, Allah denesin diye... "(Mülk, 2); "Andolsun ki Biz, onlardan öncekileri de imtihan ettik. Böylece Allah kimlerin sadık, kimlerin yalancı olduğunu bilsin diye... "(Ankebüt, 3) ve "Sizin mücahidleriniz ile sabredenlerinizi bilelim diye sizi imtihan ederiz" (Muhammed, 31) ayetleri gibidir. Kaffâl şöyle der: "Yapılan bu tefsire göre, buradaki "hidayetin" mecazi manada kullanımı, bir kimsenin, "Ben sana öğüdümü yaptım. Şimdi istersen kabul et, istersen etme" manasında, şeklindeki sözüdür, yani bu ifade, .. takdirindedir. Binâenaleyh bu cümlede "fa" hazfedilmiştir. Binâenaleyh ayetin takdiri de, şeklindedir. Burada da "fa" hazfedilmiştir.

Bu ifadenin bir tehdid ifadesi olması da muhtemeldir. Buna göre mana, "Biz o yolu sana gösterdik. Şimdi ister şükret, ister küfret. Çünkü Biz kafirlere şunu. şakirlere de şunu hazırladık" şeklinde olup, tıpkı, "Dileyen iman etsin, dileyen kafir olsun" (Kehf, 29) ayeti gibidir.

Dördüncü Görüş: Bu iki kelime, "sebîl" kelimesinden İki "hal"dir, yani, "Biz ona, ya şükrederi yol olarak, ya da kafir yol olarak, yolu gösterdik" demektir. Yolun "şükreden" ve "kafir" diye vasfedilmesi mecazidir.

Bil ki bu geçen görüşlerin hepsi de Mu'tezile mezhebine uygundur.

Ehl-i Sünnetin Tefsiri

Beşinci Görüş: Ehl-i sünnet mezhebine uygun olan el-Ferrâ'nın da tercihi olan bu görüşe göre, bu ayetteki lîı Hak teâlâ'nın "O (Allah) bunları ya azaba uğratacak, yahut tevbelerini kabul edecek" (Tevbe, 126) ayetindeki gibidir ve ayetin takdiri, "Biz ona yolu gösterdik" sonra onu (kimini) bazan bir şakir, bazan (kimini) bir kafir kıldık" şeklindedir. Bu te'vili (tefsiri), kelimeyi Ebu's-Simâl'in rivayeti de te'kid eder. Buna göre ayetin manası, "Ya şakir olur ki bu Bizim muvaffak kılmamız sayesindedir. Ya kafir olur ki bu da, Bizim hızlanımız, onu mahrum bırakmamız iledir" şeklindedir.

Mu'tezile'nin İddiasına Cevap

Mutezile. "Bu te'vit batıldır, yanlıştır. Çünkü, Allahü teâlâ bu ayetten sonra, kafirleri tehdid ederek, "Biz kafirler için zincirler, bukağılar ve alevlendirilmiş bir ateş hazırladık" (İnsan, 4) buyurmuştur. Eğer kafir küfrü Allah'dan ve Allah'ın yaratmasıyta olmuş olsaydı, O'nun bundan dolayı kafiri tehdid etmesi caiz olmazdı. Dolayısıyla bu te'vil yanlış olunca, doğru olanın, birinci görüş (te'vil) olduğu sabit olur. O da şudur: Allahü teâlâ, bütün mükellefleri hidayete sevketmiştir, ister iman etsin ister inkar etsinler." Bu izah ile mücebbirenin (ehl-i sünnet'in), "Allahü teâlâ kafiri imana sevketm em iştir" şeklindeki görüşünün batıl olduğu ortaya çıkar" derler.

Alimlerimiz buna şöyle cevap verir: "Allahü teâlâ, kafirin iman etmeyeceğini bilip, sonra da onu iman etmekle mükellef tutunca, o kafiri, imanın olmayacağına dair ilim ile imanın var olması arasını cemetmekle mükellef tutmuş olur. Bu, birbirine zıt iki şeyi biraraya getirmekle mükellef tutmaktır. Eğer bu tehdid ve va'idin sakıt olması yani olmaması için bir özür (mazeret) olsaydı, Allah'ın onda küfrü yaratması ve bunun va'idinin sakıt olmasında bir özür olmaması da caiz olurdu. Bunun böyle olduğu sabit olunca, ehl-i sünnetin bu te'vüinin gerçek, Mu'tezile'nin görüşüne uygun te'vilin ise yanlış olduğu ortaya çıkar. Bu izah ile Mu'tezile'nin görüşünün yanlışlığı görülür.

İkinci Mesele

Allahü teâlâ insana olan nimetlerini zikretti. Önce dünyevi nimetlerden bahsetti sonra bunun peşisıra dini nimetleri zikretti. Sonra bu taksimi zikretti.

Bil ki buradaki "şâkir" ve "kefûr" kelimelerini, "şükür fiilini yapan" ve "nankörlük fiilini işleyen" diye tefsir etmek mümkün değildir. Çünkü aksi takdirde ayetin üslubundaki (sınırlama) gerçekleşmez. Aksine "şâkir"den murad, "Yaratıcısına şükretmesi gerektiğini kabul ve itiraf eden", "kefûr"dan murad da, "Şükretmesi gerektiğini kabul etmeyen" kimse olmuş olur. Bu kabul etmeyiş ya Yaratıcıyı inkar edişinden dolayıdır, ya da, Yaratıcıyı kabul etse bile, O'na şükretmesi gerektiğini inkar edişinden dolayıdır. İşte bu durumda, yani bu mana verildiğinde, "hasr" gerçekleşir ki o da şudur: Mükellef, ya şâkirdir, ya kefûrdur. Bil ki Haricîler bu ayeti itaatkar ile kafir arasında ortada kalan bir kısmın olmadığı görüşlerine delil getirerek "Çünkü şâkir (şükreden), itaatkar olandır; nankör ise kafirdir. Allahü teâlâ, bunların ortasında (üçüncü bir) kısmından bahsetmemiştir. Bu, her günahın küfür, her günahkarın da kafir olmasını gerektirir" demişlerdir. Bil ki bizim (yukarıda) söylediğimiz izah bu problemi ortadan kaldırır. Çünkü buradaki "şâkir"den murad, "şükür işini yapan, şükreden kimse" değildir. Zira bu "tarden ve ahsen" batıldır. Bu "tarden" batıldır çünkü mesela bir yahudi de, Rabbisine itaatkar olmadığı halde, bazan şükredici olabilir. Bir fasık (günahkar) da, Rabbisine itaatkar olmadığı halde, bazan şakir olabilir. Yine bu "aksen" batıldır çünkü mü'min bazan, ne şükür ile ne de nankörlük ile meşgul olmayıp, sakin ve her iki fiilden de uzak olabilir. Böylece ortaya çıkıyor ki ayetteki "şakir"i bu manada tefsir etmek mümkün değil. Aksine buradaki "şakir"i, "şükretmesi gerektiğini kabul eden kimse", kefur'u da, bunu kabul etmeyen kimse diye tefsir etmek gerekir. "Hasr" işte bu durumda sabit olur ve onların soruları tamamen sakıt olur. Allah en iyi bilendir.

Kafirlerin Cezası

3 ﴿