11"Biz, çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi?". Bu ifadeyle ilgili olarak bir kaç mesele var: Birinci Mesele Hamza ve Asım, elif ile "nâhiratün" şeklinde okurlarken; diğer kıraat imamları elifsiz olarak (......) şeklinde okumuşlardır. Kisâî'den gelen rivayetler ise farklı farklıdır. Dolayısıyla onun, bu kelimenin nasıl okunacağına aldırış etmediği ileri sürülmüştür. Bunun yanısıra yine Kisâî'nin bu kelimeyi önce elifsiz okuduğu, daha sonra da elif ile okumaya başladığı da ileri sürülmüştür. Bil ki Ebû Ubeyde şeklindeki, elifsiz okunuşu tercih etmiş ve şöyle demiştir: "Biz, kendisinde çürümüş kemiklerden bahsedilen eserlere (hadislere) baktığımızda, orada bütün "kîmek"lerin, "nahire" (çürümüş) kelimesiyle sıfatlandırdığını görmekteyiz. Bu rivayetlerin hiç birinde, "nâhire' şeklinde bir sıfat görmektedir." Ebû Ubeyde'nin dışındakiler ise, "nâhire"nin de doğru bir lehçe olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bu görüşte olanlar da, bu hususta şu değişik izahları yapmışlardır: 1) Nahire ve nahire aynı manayadır. Ahfeş, bu kelimenin, her iki şekilde okunması halinde de bunun güzel bir kıraat olacağını söylerken; Ferrâ, tıpkı, "tâml'ûn" (uman) ve "tami'un", ve "bâhilun" ve "bahilun" (cimri) kelimeleri gibi, "nâhir" ve "nahir" kelimelerinin de manaca eşit olduğunu söylemiştir. Halil'in kitabında ise, "Bir ağaç çürüyüp, yukardan aşağı sarkıp da, dokunulunca unufak olacak şekildeki halini anlatmak için denilir. Yine aynen bunun gibi, fa "Çürümüş kemik" de denilebilir" diye yer almıştır. Bu iki kelimenin, manaca bir, iki ayrı lehçe olduğunu söyleyen bu kimseler, aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak, mesela, Zeccâc ve Ferrâ, "Nahira" kelimesinin, bu iki şeklin ayete en uygun olanı olduğunu; Çünkü "nâhira" şeklinin, hafira - sâhira gibi, buradaki ayet sonlarına daha uygun düştüğünü söylerlerken; diğerleri, "nahire" ve "nahire" şekillerinin tıpkı tami'un (uman) ve tami'un, lâbisun - lebisun (bekleyen) şekilleri gibi aynı manaya olduklarını ama, failun kalıbının, fâilun kalıbından daha beliğ olduğunu söylemişlerdir. 2) Nahire ile nahire ayrı ayrı şeylerdir, ayrı manayadırlar. Meselâ nahire, "kemik çürüdü" fiilindendir. Bu tıpkı, "Koktu, kokuştu" fiili gibidir. Fiil, bu şekliyle, kemik çürüyüp, dokunmakla hemen dağılıverecek bir hal aldığı zaman kullanılır. "Nahire" ise, içi boşalmış kemik demek olup, rüzgar estiğinde, tıpkı "nâhîr" (kaval) gibi bir ses çıkaran kemik demektir. Bu izaha göre, "nâhire", uyuyanın ve boğulan kimsenin çıkardığı ses gibi ses çıkaran manasındaki "nahir" masdarından olup, çürümek manasına gelen "nahr" masdarından değildir. İkinci Mesele Ayetin başındaki (......) mahzuf bir fiilin mef'ûlü olarak mahallen mansub olup, takdiri, "çürümüş kemikler olduğumuz zaman mı yeniden diriltileceğiz" şeklindedir. Üçüncü Mesele Bil ki ayette kafirlerin ileri sürdüğü bu şüphenin neticesi şuna varıp dayanmaktadır: Herkesin, "Ben" diye işaret ettiği şey, şu görünen bünye ile, bünyelenmiş maddî varlıklardır. Binâenaleyh insan öldüğü zaman, terkibi-dağılır-bozulur, dolayısıyla da, kafire göre, şu sebeplerden ötürü, onu yeniden inşa etmek, iade etmek imkansızdır: a) Bu yeniden dönen, var edilen insan, ancak ilk terkibine girdiği zaman, yeniden varlık alemine gelen o ilk insan olur. Bunun olabileceğini söylemek ise, daha önce yok olan şeyin aynının iade edileceğini söylemek olur. Halbuki bu imkansızdır. Çünkü yok olan bir şeyin, aynısı diye birsey kalmaz. Binâenaleyh varlık alemine, başka birşey girdiğinde, "Bu giren, o yok olanın aynı mı, değil mi?" demek imkansız olur. b) İnsanın bütün cüzleri toprak olmuş, dağılmış ve yeryüzündeki bütün sulara, havaya ve herşeye karışmıştır. Dolayısıyla bu cüzleri-parçaları, bu şeylerden seçip ayırmak imkansızdır. c) Topraksal parçalar soğuk, kuru ve serttir. Binâenaleyh mizacı gereği sıcak ve nemli olan insanın, bu topraksal parçalardan meydana gelmesi imkansızdır. İşte öldüken sonra dirilişin olmayacağına, "Biz, çürüyüp dağılmış kemikler olduğumuz vakit mi (diriltileceğiz)" diyerek istidlalde bulunanların iddialarının izahı bunlardan ibarettir. Haşrin Delilleri Bunların bu şüphelerine şu şekillerde cevap verebiliriz: 1) En güçlü izaha göre biz, herkesin, "Ben" diye işaret ettiği şeyin, şu görünen bedeninden ibaret olduğunu kabul etmiyoruz. Bunun yanlış olduğunun delili şu iki şeydir: Birincisi, bu görünen insan heykelinin (bünyesinin) parçları, her gün erimekte, yıpranmakta ve değişmektedir. Binâenaleyh her insanın "ben" diye işaret ettiği şey ise değişmemektedir. Değişen, değişmeyen şeyden başkadır. İkincisi insan, zahirî ve batini unsurlarından gafil olduğu halde, kendisinin işte bu olduğu, insan olduğunu bilir. Halbuki hissedilen-bilinen şey, hissedilmeyen, bilinmeyen, gafil olunan şeyden başka bir şeydir. Aksi halde, aynı şey üzerinde, hem olumsuzluk, hem de olumluluk (yani hem bilme hem bilmeme) birleşmiş olur ki bu imkansızdır. Binâenaleyh her insanın, "ben" diye işaret ettiği şeyin, insanın şu görünen heykeli olmadığı sabit olmuş olur. Şimdi burada şöyle üç ihtimal vardır: a) Felsefecilerden ve müslümanlardan büyük bir kesimin benimsediği fikre göre, "insan" denilen şey, kendi zatıyla kaim olan birşeydir, ama ne maddedir, ne maddeye mensub birşeydir. b) "İnsan" denen şey, çözülebilen ve bozulabilen maddelere mahiyeti itibariyle ters olan bir şeydir ve madde içerisinde, tıpkı ateşin kömürde; yağın susamda; gülsuyunun da gülde bulunuşu gibi saklıdır. Binâenaleyh bu heykel (bünye) bozulduğunda, o cüzler, ya mutsuzluk, yahut da mutluluk içerisinde canlı, akıllı ve müdrik bir şekilde ayrılır ve yaşamaya devam eder. c) "Bu da, mahiyetleri açısından, o maddi cüzlere denk bir maddedir. Fakat bu, Cenâb-ı Hakk'ın, varlık aleminde vücud bulduğu andan ömrünün sonuna kadar, hiç birşeyini kaybetmeden bekasını ve devamını sağladığı şeydir. Ama diğer değişen cüzler, bazan artarak, bazan noksanlaşarak değişir. Dolayısıyla bunlar, "ben" sözüyle işaret edilen şeye dahil değillerdir. Bu sebeple ölüm hadisesi meydana geldiğinde, o esas cüz ayrılır, ya mutluluk, yahut da mutsuzluk içerisinde yaşamaya devam eder" de denilebilir. Bu ihtimaller söz konusu olduğu sürece, bedenin bozulması ve parçalarının ayrılmasından, gerçek manada "insan" denen şeyin bozulduğu manası çıkmayacağı sabit olur. İşte bu, öldükten sonra dirilmeyi inkar edenlerin bütün şüphelerine son verecek güçte, güzel bir izahtır. Durumun böyle olması halinde, kemiklerin çürümesinin, darmadağınık olmasının, hasr ve neşri bir tarafa İtmede, inkarda kesinlikle bir tesiri ve delaleti yoktur. Bir an için gaflete kapılarak, insanın, şu görünen heykelinden ibaret olduğunu kabul etsek bile, siz yeniden dirilişin İmkansızlığını nasıl iddia edebilirsiniz? İnkarcıların birinci olarak ileri sürdükleri, "Yok olan şey iade olunamaz, tekrar meydana getirilemez" şeklindeki iddialarına karşı diyoruz ki: O yok iken, sizce o kimsenin yeniden iadesinin imkansız olduğu neticesine varmak mümkündür. Peki, bizim görüşümüze göre, bu yeniden dirilişin olabileceği niçin mümkün olmasın. İnkarcıların ikinci olarak söylediği, "Bu küçük parçalar, dört ana element ile karışmış vaziyettedir (dolayısıyla ayırdedilemez)" şeklindeki iddiasına karşı diyoruz ki: Fakat alemin yaratıcsınını, bütün cüzleri ve parçaları bilen bir alim ve herşeye gücü yeten bir kadir olduğu sabittir. Binâenaleyh bundan, O'nun bütün bu cüzleri bir araya getirebileceği ve onlara yeniden hayat verebileceği neticesi çıkar. Onların üçüncü olarak söyledikleri, "sert ve kuru nesneler, hayatı kabul etmezler" şeklindeki iddialarına karşı da şöyle deriz: "Biz "semender" (isimli) canlının, ateş içinde yaşadığını; deve kuşunun kızgın demirleri yutabileceğini; büyük yılanların, kar içinde dünyaya geldiklerini görmekteyiz. Binâenaleyh "İstikrâ"ya itimad yanlıştır. Doğruya ve gerçeğe ileten, ancak Allahü teâlâ'dır. Ahiretle Alay Edenler Üçüncüsü: O öldükten sonra dirilişi inkar edilemezlerden nakledilen şu ifadedir: |
﴾ 11 ﴿