17"Hayır, hayır. Çünkü kötülerin kitabı, muhakkak ki "siccîn"dedir. Siccîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? O yazılmış bir kitabtır. Yalanlayanların o gün vay haline. Ki onlar, o din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi aşkın ve taşkın, günaha düşkün olandan başkası"yalanlamaz. Onun karşısında ayetlerimiz okununca, "(Bunlar) evvelkilerin masallarıdır" der. Hayır, hayır. Bilakis onların kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini paslandırmıştır. Hayır, hayır. Şüphesiz ki onlar o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir. Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakkak o alevli cehenneme gireceklerdir. Sonra da (onlara), "işte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz şey" denilecek". Bil ki, Cenâb-ı Hak, bu günahın büyük bir günah olduğunu beyan edince, bunun peşinden eklerini ve bunların hükümlerini getirmiştir. Bunlardan birincisi, ayetteki lafzın ifade ettiği husustur. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: a) Bu, bir caydırma ve tenbih için olup, "Durum, onların, üzerinde bulundukları eksik ölçüp eksik tartma ve öldükten sonra dirilme ve hesaba çekilmekden, gaflet etme değildir. Binâenaleyh onlar bu halden vaz geçsinler.." anlamındadır. Buna göre, söz burada tamamlanmaktadır. b) Ebû Hatime şöyle demektedir: "gerçekten" manasında olup, kendisinden sonra gelenlerle ilgili olan bir başlangıç cümlesidir. Buna göre mana, "Gerçek şu ki, kafirlerin kitabı siccîndedir" şeklinde olur. Bu, Hasan el-Basrî'nin görüşüdür. Kâfirlerin Defterleri Siccîndedir İkincisi, Allahü teâlâ, onları hafife alırcasına, facirlerin kitabını bayağılık ve önemsizlikle tavsif etmiştir. Burada şöyle birkaç soru sorulabilir: Birinci Soru: es-Siccîn, belli bir şeyin 'alem (özel) ismi mi, yoksa manası olan müştak bir isim midir? Biz deriz ki, bu hususta şu iki görüş ileri sürülmüştür: Birinci Görüş: Müfessirlerin ekserisinin görüşüne göre, bu kelime, belli bir şeyin 'alem (özel) ismidir. Bu görüşü benimseyenler de kendi aralarında ihtilaf etmişlerdir. Bu cümleden olarak bunların ekserisi, es-Siccîn'in, yerin alt tabakasının, yani yedinci katın ismi olduğu kanaatindedirler. Bu, Atfl, Katâde, Mücâhid, Dahhâk ve İbn Abbas'ın görüşüdür. Berrâ da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, "Siccîn, yerin yedi kat tabakasının en aşağısının adıdır" Deylemi, 2/337. buyurmuştur. Ata el-Horasanî de, bu söze, "... İblis ve zürriyeti de oradadır" sözünü ilave etmiştir. Ebû Hureyre'nin rivayetine göreyse Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Siccin, cehennemde bir kuyunun adıdır" demiştir. Kelbi ve Mücâhid ise, "Siccin, yedinci kat yerin altında bulunan bir kaya parçasının adıdır" demişlerdir. İkinci Görüş: Bu kelime, müştak bir isimdir. Buna göre siccîn, vezninde olup, hapsetmek, darlaştırmak anlamlarına gelen sicn kökündendir. Ve tıpkı, "fısk" kökünden olan fıssîk denilmesi gibidir. Bu, Ebû Ubeyde, Müberred ve Zeccac'ın görüşüdür. Vahidî şöyle demektedir: "Bu görüş zayıf bir görüştür. Siccîn kelimesinin, Arapların tanımadığı kelimelerden oluşunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, "Siccîn'in ne olduğunu sen nereden biteceksin?" hitabı olup, bu da, "Bu, senin ve kavminin bildiği şeyler cümlesinden değildir" demektir." Ben de derim ki, Vahidinin yapmış olduğu izah zayıftır. Belki de Cenâb-ı Hakk'ı, Siccîn'in durumunun büyüklüğünü belirtmek için, "Siccîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin" buyurmuştur. Ve bu tıpkı, Cenâb-ı Hakk'ın, "Din gönünün ne olduğunu sen nereden bileceksin?" (İnfitar, 17) ayetinde olduğu gibidir. Keşşaf sahibi ise şöyle demektedir: "Doğru olan ise şudur: Siccîn kelimesi, vezninde olup, sicn kelimesinden türemiştir. Ama bu kelime burada, tıpkı (......) kelimesi gibi, sıfatlıktan nakledilmiş bir 'alem isim olup, munsarıf bir kelimedir. Çünkü bu kelimede, (gayr-i munsarıf olmanın sebeplerinden) sadece bir tanesi bulunup bu da onun 'alem oluşudur. İlliyyîn İle Siccîn'in Mukayesesi Bunu iyice kavradığına göre biz diyoruz ki: Biz daha önce, Cenâb-ı Hakk'ın, bir takım şeyleri, kullarının kendileri ile, büyükleri (önderleri) arasındaki malum muamele tarzı üzerine getirdiğini ve anlattığını dile getirmiştir. Binâenaleyh, cennet, yükseklik, saflık, genişlik ve mukarreb meleklerin orada bulunmasıyla tavsif edilirken, siccîn ise, süflîlik (aşağılık), karanlık olup, darlık ve melun şeytanların orada bulunmasıyla nitelenmiştir. Yüksekliğin, saflığın, genişliğin ve orada mukarreb meleklerin orada yer almasının, kemal ve izzet sıfatları zincirinden olduğunda bir şüphe yoktur. Bunların zıdlarının da, noksanlık ve zillet sıfatları halkasından olduğunda şüphe yoktur. Şimdi, kafirler ve onların kitabları (amel defterleri), millet ve aşağılık ile tavsif edilmek istenince, onların ve onların amel defterlerinin süfli, karanlık, dar ve şeytanların mevcut olduğu bir yerde bulunduğu; iyilerin kitabları da izzet ve kemal ile tavsif edilmek istenince de, bunların "ıllıyyîn"de bulundukları, mukarreb meleklerin de buna şahit oldukları ifade edilmiştir. İkinci Soru: Cenâb-ı Hak, facirlerin amel defterlerinin siccîn'de olduğunu haber vermiş, daha sonra da "siccîn"i, "O yazılmış bir kitabtır" ifadesiyle tefsir etmiştir. Binâenleyh, buna göre adeta, "Facirlerin kitabları, yazılmış bir kitabtadır.." denilmek istenmiştir. Peki, bu ne demektir? Kaffâl bu soruyu cevaplar ve şöyle der: "Ayetteki (......) kelimesi, "siccîn" kelimesinin bir tefsiri değildir. Tam aksine kelamın takdiri, "Hayır, facirlerin kitabı, siccîn'dedir. Şüphesziz ki, facirlerin kitabı, yazılmış (merkum) bir kitabtır" şeklindedir. Bu izaha göre, ayetteki bu ifade, facirlerin kitabının şu iki sıfatla tavsif edildiğini gösterir: a) Bu kitabın siccîn'de olması; b) Yazılmış (merkum) olması... Bu iki sıfat araşma giren ifâdesi ise, cümle-i mu'tariza ara cümlesidir. Allah en iyisini bilendir." Evlâ olanı, şöyle denilmesidir: Bu, iki kitabtan birinin diğerinde mevcut olduğunu söylemede imkânsız görülecek bir husus yoktur. Bu ya, facirlerin kitabının, şakî kimselerin hallerinin detayı hususunda kendisine müracaat edilen o temel ve aslî olan kitaba konulması suretiyle olur yahut da, facirlerin kitabında yazılı olanların siccîn adını alan o kitaba nakledilmesiyle olur. Burada şöyle bir üçüncü izah da yapılabilir: "Kitâb" sözü ile, "kitabet, yazmak" kastedilmiş olabilir. Buna göre bu ifade, manaca, "Facirlerin kitabeti, siccîn'dedir" şeklinde olur ki, bu da, "Onların amellerini yazım işlemleri, siccîn'de yapılmaktadır" demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, "siccîn"i, facirlerin tüm alevlerinin kendisinde yazılmış olduğu bir kitab olarak nitelemesitir. Üçüncü Soru: ne demektir? Biz deriz ki, bu hususta şu izahlar yapılabilir: a) "Onların amellerinin içinde yazılmış olduğu bir kitab..." b) Bunun manası, "Cehenneme girmelerinin gerekli olduğu yazıldı" şeklindedir. c) Kaffâl şöyle demektedir: "Cenâb-ı Hakk'ın bu ifade ile, tıpkı, facirin, elbiselerin kıymetini belirten etiketler vurması gibi, o kitabı etiketlemiş olduğu manasını kastetmiş olması da muhtemeldir. Binâenaleyh, aynen bunun gibi, facirin kitabı da, şakavetine (bedbahtlığına) delalet eden bir işaretle işaretlenmiştir. d) Buradaki (......) kelimesinin anlamı, mühürlenmiş, damgalanmış demektir. Vahidi, "Bu doğrudur, çünkü (......) kelimesi, alamet ve damga anlamına gelir. Dolayısıyla, (......) kelimesine "damgalanmış" manası verilebilir" demiştir. e) Mana, tpıkı, damganın bezden silinmemesi gibi, "Onlar için yazılmış ve çizilmiş bir kitabtır.." şeklindedir. Dini Yalan Sayanların O gün Vay Haline! "Yalanlayanların o gün vay haline..." ayetine gelince, bu hususta şu iki izah yapılabilir: a) Bu, (Mutaffifin, 5) ayeti ile ilgili bir ifade olup, mana, "İnsanların, Alemlerin Rabbi için kalktığı günde, Allah'ın haberlerini yalanlayanların vay haline..." şeklinde olur. b) Ayetteki, (......) kelimesinin manası, "Kıyamet gününde kişinin şakavetine işaret eden bir işaretle işaretlenmiş bir kitabtır" şeklindedir. Daha sonra Cenâb-ı Hakk'ın, "Yalanlayanların o gün vay haline?" buyurmuştur ki, bu, işte o günde o kitabtan dolayı vay o kimselerin haline..." demektir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, o günü yalanlayanların niteliklerinden de bahsederek, "Ki onlar, o din gününü yalanlayanlardır. Halbuki onu, her haddi aşkın ve taşkm, günaha düşkün olandan başkası yalanlamaz..." buyurmuştur. Bu, "O günü ancak, bu üç sıfatı taşıyan kimseler yalanlar" demektir. a) Bu kimsenin, haddi aşan olması...,hak olan yoldan sapmak, dışarı çıkmak, demektir. b) Esîm, günaha düşkün olması.. (......) kelimesi, alabildiğine günah ve isyanda bulunan kimse anlamındadır. Ben derim ki, insanın şöyle iki kuvvesi vardır: 1) Kuvve-i nazariyye, ki bunun doruk noktası, Hakkı zâtı gereği tanımakta yatmaktadır. 2) Kuvve-i ameliyye... Ki, bunun da doruk noktası, hayrı, sırf onu yapmak, işlemek için tanımada yatmaktadır. Birincisinin zıddı, kişinin Allahü teâlâ'yı, tavsif edilmesi caiz olmayan şeylerle tavsif etmektir. Zira, öldükten sonra dirilme, kıyamet... gibi şeylerin imkansız olduğunu söyleyen herkes, buna, Allah'ın ilmini ya, külliyyât ve cüz'iyyât namına ne varsa tümüne taalluk ettiğini bilmemesinden, yahut da, Allah'ın kudretinin bütün mümkin varlıklara taalluk ettiğini bilmemesinden dolayı karşı çıkmıştır. Binâenaleyh, işte kuvvetin zıddı demek olan bu "İ'tida", kişnin şehevî ve gadabî hisleriyle meşgul olmasıdır. Ki, böyle olan kimse de, "esînm"dir. Bu böyledir, zira "şehevî' ve "gadabr kuvveleriyle meşgul olan kimse, nadiren ibadet ve taate vakit bulabilir. Böylece de bu, çoğu kez bu kimsenin, kıyamete (bihakkın) iman etmesine mani olur. Din gününü yalanlayanların üçüncü sıfatı ise, "Onun karşısında ayetlerimiz okununca, "(Bunlar) evvelkilerin masallarıdır..." derler" ayetinin ifade ettiği husus olup, bununla, nübüvveti inkar edenler kastedilmiştir. Buna göre mana, "Ona Kur'ân okunduğu zaman, o, "Bu, evvelkilerin masallarıdır, düzmeceleridir" der" şeklinde olur. Ayetteki, (......) kelimesiyle ilgili olarak şu iki izah yapılabilir: a) "Evvelkilerin yalanları..." b) "Evvelkilerin haberleri ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, Kur'ân'ı, öncekilerden almış olması." Yani, bu kimse, Kur'ân'ı, Allah katından olmasını, işte bu yolla zedelemek ister. Burada, şöyle bir diğer inceleme de yapılabilir: Bu üç sıfat ile, belli şahıslar mı kastedilmiştir, yoksa böyle bir şey yok mudur? Bu hususta da şöyle iki husus ileri sürülmüştür. 1) Kelbi'ye göre, ayetteki bu ifadelerle Velîd İbnu'l-Muğîre kastedilmiştir. Diğerlerine göre ise, bu ifadelerle, Nadr ibnu'l-Hâris kastedilmiştir. Velîd'in kastedildiğini söyleyenler, Cenâb-ı Hakk'ın Kalem Sûresi'ndeki, diye başlayan (Kalem, 10-15) bölümü ile istidlal etmişlerdir. Bu sebeple, buradaki şahsın Velîd ibnu'l-Muğîre olduğunu söylemişlerdir. Böyle olması halinde, ayetteki mana, "Kureyş'ten veya senin kavminden, din gününü ancak, haddi aşan ve günaha düşkün olanlar... yalanlar ki, işte bu da, o malum şahıstır" şeklinde olur. 2) Ayetteki bu ifade, bu sıfatları taşıyan herkes hakkında umumi ve genel bir ifadedir. "Bilakis onların kazanmakta oldukları şeyler, kalblerini paslandırmıştır..." ayetine gelince bu, "Durum, onların, "Bu, evvelkilerin masallarıdır.." şeklinde söylemeleri gibi değildir. Tam aksine, onların geçmiş fiilleri, bu manevî kirin, pasın, onların kalblerinde meydana gelmesine sebep olmuştur" manasındadır. Hem dilciler, hem de tefsirciler, ayette bulunan (......) kelimesinin ne demek olduğu hususunda çeşitli izahlar yapmışlardır: Dilcilere gelince, meselâ Ebû Ubeyde şöyle demektedir: "Bir şey, bir kimsenin kalbine galebe çaldığında "Onların kalblerini istila etti"; içki, sarhoşun aklını bürüdüğünde, ye ölüm, ölen kimseye galip gelip de onu alıp götürdüğünde, denilir." Leys de şöyle demektedir: "Uyku ve içki, başta kökleştiğinde, denilir. Hazret-i Ömer'in, Cüheyneli Useyfî hakkında, borcu ona baskın çıktığı zaman söylemiş olduğu "Borcu onu istila eder oldu" sözü de bu anlamdadır. Ebû Zeyd ise şöyle demektedir: "Bir kimse, içinden çıkamayacağı bir duruma düştüğünde, denilir.." Ebû Muaz en-Nahvî de şöyle demektedir: "Reyn" kalbin günahlardan dolayı kararması; "tab' ", kalbin mühürlenmesi olup, bu, "reyn"den, "akfâl" da, "tab' "dan daha ileri olup, bu da, kalbin kilitlenmesi, kılıflar içine gömülmesi demektir." Zeccâc ise, şöyle der: "Arapça'da, "Kalblerini bürüdü, sardı, istila etti" anlamında, denilir. Nitekim "Günah kalbi bürüdü..." anlamında denilir. "Reyd" de, tıpkı pas gibi, kalbi bürüyen şeydir. Ki, bunun bir benzeri de, ğayn (dumanlanmak) kelimesidir. Tefsircilere gelince, bunlar da bu konuda şu izahları yapmışlardır: Hasan el-Baarî ve Mücâhid, "Reyn, günah üstüne günah işlemek, böylece de günahların kalbi kuşatarak onu bürüyüp, neticede de kalbin manen ölmesi demektir" demişlerdir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Küçük ve önemsiz addedilen günahlardan sakının. Çünkü, günah üstüne günah işlemek onlan işleyenin üzerinde kocaman bir ateş tutuşturur" Kenzu'l-Ummal, 4/10203-10204 (Benzer Hadis). (Kişinin cehenneme girmesine sebep olur). Mücâhidin şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Kişinin kalbi, avucunun içi gibidir. Binâenaleyh kişi, bir günah işlediğinde, o orada kalır. Bir başka günah işleyince, bu da orada kalır. Derken, kalb bu karaktere bürünür. Ki, işte "reyn" budur." Diğer bazı zevat da şöyle demektedir: İnsan her ne zaman günah işlerse, o kimsenin kalbinde siyah lekeler meydana gelir. Derken, bir gün kalbin tamamı siyahlaşır. Bu, Ebû Hureyre'nin hadisi olarak, merfu biçimde rivayet edilen hadistir. Günaha Alışkanlığın Küfre Götürmesi Ben de derim ki: Bir şeyin tekrar tekrar yapılması, insanın önüne yerleşmiş bir melekenin meydana gelmesine sebep olur. Çünkü, mesela yazı yazmayı öğrenmek isteyen bir kimse, her ne zaman yazma işini çokça yaparsa, onun bu husustaki yeteneği de o nisbette gelişir. Derken bu iş, kişinin, yazmak İşini, artık hiç düşünmeksizin yapabileceği bir noktaya ulaşır. Binâenaleyh, bu manevi yetenekler bir şeyi çokça yapmaktan kaynaklanınca, o yapılan işlerin herbirinin, bu yeteneğin meydana gelmesinde bir tesiri vardır. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki: İnsan, bazı günahları yapmaya devam ettiğinde, onun kalbinde, özünde bu günahları yapmaya karşı ruhani bir meleke oluşur. İşte günahın manası da, senin Allah'tan başkasıyla meşgul olmandır. Senin, Allah'tan başka, kendisiyle meşgul olduğun her şey İse, zulmettir, kara bir lekedir. Çünkü, günahların tümü, kara ve siyah lekelerdir. Bu melekeleri meydana getiren bu bayağı, aşağı ve süflî amellerin herbirinin, o melekenin meydana gelmesinde bir tesir ve katkısı bulunmaktadır, işte insanların, "İnsan, her ne zaman bir günah işlerse, onun kalbinde siyah bir leke oluşur. Derken, bir gün kalbinin tamamı kararır" şeklindeki sözlerinden kastedilen de budur. Bu melekelerin dereceleri, kuvvetli ve zayıf olma bakımından farkiı farklı olunca, hiç şüphesiz, bu lekelerin ve karanlıkların derece ve miktarları da farklı farklı olur. Böylece de bunların bir kısmı "reyn", bir kısmı "tab' ", bir kısmı da, "akfâl - kilitler" olur. Kadi şöyle der: "Ayetteki, "reyn" ile onların kalblerinin değiştiği ve o kalbte bir engelin meydana geldiği manası kastedilmemiştir. Tam aksine, kastedilen şey, bu kimselerin zaman zaman, günaha girme cesaretini göstermeleri ve kalblerindeki duyguların tevbeyi terketme ve o günahları söküp atmama istikametinde kuvvet kazanması, böylece bu işi sürdürmeleri, derken bir gün bu işten dönmelerinin kendilerine zor gelmesi kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, bu manevi pasın sebebinin, onların kendi "kesb"leri olduğunu beyan etmiştir. Halbuki, onların çokça günah işlemelerinin, onların bu günahların kirini ve pasını kalblerinden atmalarına ve tevbe etmelerine mani olmadığı ise malumdur." Ben derim ki, bir şeyi yapmaya veya yapmamaya götüren sebeplerin eşit olması halinde, o şeyin, o kişiden sudur etmesinin mümkin varlığın müreccih olmaksızın meydana gelmesi imkansız olduğu için, imkansız olduğunu İse daha önce beyan etmiştik. Binâenaleyh, o şeyin "mercûh - terkedilen, yapılmayan" olması halinde ise, bu işin olmaması daha uygun ve evladır. Kadt, onların geçmiş fiilleri sebebiyle racih olduklarını kabul edince, bu durumda bu günahların kirinin ve pasının kalbten sökülüp atılma işleminin imkansız olması gerekir. Bu sözün tamamı bu kitabta defalarca geçmiştir. Rablerini Göremeyecek Olanlar Cenâb-ı Hakk'ın, "Hayır hayır, şüphesiz ki onk o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" ayetine gelince, bil ki, alimler bu ifâdesinin başındaki hususunda da şu izahları yapmışlardır: 1) Keşşaf sahibi, buradaki, (......)'nın, o kalblerde hükümran olan ve pas yapan o fiilden men etme manasında olduğunu söylemiştir. 2) Kaffal şöyle der: "Allahü teâlâ, diğer sûrelerde, bu haddi asan günahkarın şöyle dediğini nakletmiştir: "Eğer ahiret gerçekten var ise, Allah orada da bana mal ve evlat verir." Daha sonra da Cenâb-ı Hak bu kimseyi, bu sözü hususunda yalanlayarak, "Gayba mı muttali oldu, yoksa Allah katından (bu hususta) bir akid mi aldı?" (Meryem,78) ve "Ben kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Andolsun ki, şayet (muhal farz) Rabbime döndürûlürsem, muhakkak ki onun katında benim için cennet vardır" (Fussilet, 50) buyurmuştur. Bu, Kur'ân'da bahsi geçen şeylerden bir husus olunca, artık Allahü teâlâ bunu burada zikretmemiş ve buyurmuştur ki bu; "Durum, onların, "Ahirette kendileri için cennet vardır..." dedikleri gibi değildir. Tam aksine onlar, o gün, Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" demektir. 3) Bu ifade tekrardır ve ayetinde geçen (......)'nın aynısıdır. İtirazı Ruyetullah Hakkında Mu'tezile'nin Ayetteki "Hayır hayır, şüphesiz ki onlar, o gün Rablerinden kesinlikle perdelenmişlerdir" cümlesine gelince, alimlerimiz bu ifadeye dayanarak, mü'minlerin. Allah'ı görecekleri hususunu dile getirmiş ve şöyle demişlerdir: Eğer böyle olmasaydı, ayetteki tahsisin bir manası olmazdı. Bu husustaki diğer bir izah da şöyledir: Allahü teâlâ, buradaki perdelenme işini, kafirlere bir tehdit ve bir vaid sadedinde getirmiştir. Binâenaleyh, kafirler için bir tehdit ve bir vaid olarak ileri sürülen şeyin ise, mü'minler hakkında düşünülmesi caiz değildir. Bu sebeple, mü'minler hakkında böyle bir perdelenmenin olmaması gerekir. Mu'tezile buna şu bakımlardan cevap verir: 1) Cübbâî şöyle der: "Ayetteki bu ifade, "Onlar, Rablerinin rahmetinden perdelenmişlerdir. Yani, men edilmişlerdir" şeklinde olup, bu tıpkı feraizde, "Kardeşler, anneyi, üç'de bir'den hacbederler, engel olurlar" denilmesi gibidir. Eve girmeye mani olan kimseye de, "Hâcib-bekçi, kapıcı, mani olucu" denilmesi de böyledir. Çünkü, bu kimse, içerdekinin görülmesine mani olur. 2) Ebû Müslim şöyle demektedir: "Ayetteki (......) kelimesi, "Mukarreb yakınlaştırılmışlar değillerdir" anlamındadır. Çünkü "hicâb" reddetmek demek olup, bu ise, kabul etmenin zıddıdır. Buna göre mana, "Öldükten sonra dirilmeyi inkar eden bu kimseler, Allah'ın huzuruna kabul edilmeyip, Allah'ın nezdinde makbul kimseler değillerdir" şeklinde olup, bu da, "Allah, kıyamet gününde onlarla konuşmaz, onlara rahmet nazariyle bakmaz; onları tezkiye etmez..." (Al-i Imran, 77) ayetinden anlaşılan husustur." 3) Kabî de şöyle der: "Hicâp", "görmeme" demek değildir. Çünkü Arapça'da bazan bir kimse emiri uzaktan görse bile, "Falanca, emirden perdelendi" denilir. "Hicap", "görmeme"den İbaret olmayınca, bu istidlal sakıt olur, tam aksine, ayetin bu ifadesinin, kişinin, Allah'ın rahmetini bulmaktan men edilmiş olduğu anlamına hamledilmesi gerekir. 4) Keşşaf sahibi şöyle demiştir: "Onların bundan perdelenmeleri, onları hafife alıp, yardımsız ve çaresiz bırakarak aşağılamayı temsil etmektir. Çünkü, hükümdarların huzuruna girmeye ancak, onlar nezdinde kerim olan kimselere izin verilir; onların yanına girmekten de ancak, onlar nezdinde hor ve hakir olanlar menedilir." Buna şöyle cevap verilir: Bir şeyi görmekten menedilen kimse hakkında, onun, ondan perdelendiği, men olunduğunun söylenebileceği hususunda hiç şüphe yoktur. Aynı şekilde, emirin huzuruna girmekten men olunan kimse için de, "O ondan perdelendi.." ifadesi kullankılır. Ve yine "Anne, kardeşler sebebiyle, (mirâsda), sülüsü (üçte bir hisseyi) almaktan hacbolundu (men olundu) denilir. İşte biz kelimenin böylesi kullanışları olduğunu görünce, lafzî müşterekliği savuşturmak için, lafzın, bu yerler arasında müşterek bir mefhum hususunda hakiki manaya alınması gerekli olur. Ki bu da, men etmek anlamındadır. Birinci durumda men etmek, görmekten men etme şeklinde varid olmuştur. İkincide, hükümdarın yanına yaklaşmaktan; üçüncüde, sülüsü hak etmekten men etme şeklinde meydana gelmiştir. Bu durumda ayetin takdiri şöyle olur: "Hayır, onlar o zaman Rablerinden men olunmuşlardır." Men olunma ise ancak, Allah'a nisbet edildiğinde kul için sabit ve caiz olan şeye göre tahakkuk eder. Bu ise, ya İlimdir, ya da görme... Bunu ilim manasına almak mümkün değildir; çünkü, bunun, kafirler için bulunduğu ittifakla sabittir. O zaman bunu, görmek manasına hamletmek vacib olur. Bunu rahmet manasına hamletmeye gelince, bu, delil olmaksızın zahir manadan sapmak olur. İşte, Keşşaf sahibinin söylediği şey de, delilsiz olarak zahiri terketmektir. Öte yandan, bizim görüşümüzü teyit eden başka bir husus ta müfessirlerin açıklamalarıdır. Mukâtil, "Ayetin manası şu şekildedir: Onlar, arzolunma ve hesaba çekilmeden sonra Rablerini göremezler. Mü'minler ise Rablerini görürler.." derken, Kelbî, "Cenab-ı Hak şöyle buyurur: Onlar, Rablerini görmekten ve O'na bakmaktan men olunurlar. Mü'min ise Rabbine bakmaktan men olunmaz.." demiştir. Mâlik ibn Enes'e bu ayet hakkında sorulduğunda, o şöyle demiştir: "Allah düşmanları men olunup da O'nu göremeyince, şüphesiz ki Cenâb-ı Hakk'ın, Kendi dostlarına tecelli edip, onların O'nu görmeleri gerekir." Şafiî'den de, "Bir topluluk gazâb-ı Manî'den dolayı bundan men olununca, bu, başka bir topluluğun ilahi rıza vesilesiyle O'nu göreceğine delalet eder" dediği rivayet edilmiştir. Cenab-ı Hakk'ın, "Hem sonra onlar, muhakkak ve muhakk, o alevli cehenneme gireceklerdir" ifadesine gelince, bunun manası şudur: "Onlar, kıyamet meydanında, ya bizim görüşümüze göre Allah'ı görmekten, ya da Mu'tezile'nin kavline göre Allah'ın rahmetinden perdelenince, işte o zaman onların ateşe götürülmeleri emrolunur. Sonra, ateşe girdiklerinde de ölümden sonra dirilme ve cezayı yalanladıkları için kınanırlar ve böylece de onlara, "işte bu, sizin yalanlamakta olduğunuz şey..." Şimdi onu apaçık biçimde gördünüz. Tadın bakalım onu..." denilir. Ebrarın Defterleri |
﴾ 17 ﴿