17"Andolsun, o dönen göğe, o yanlan yere ki, hakikaten o (Kur'ân) hak ile batılı ayırdeden katı bir kelamdır. O, bir şaka değildir. Doğrusu, onlar alabildiklerine hileler düzerler. Ben de onların hilelerini, ceza ile karşılarım. (Habibim), sen şimdilik kafirlere mühlet ver, onları biraz geciktir.". Rec' Kelimesi Bil ki, Cenâb-ı Hak, Kendisinin birliğinin ve ahiret gününün delillerini bitirince, bir başka biçimde yemin etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın, “Ve's-semâi zâti'r-rac'i” ifâdesine gelince, biz deriz ki: Zeccâc şöyle demektedir: "Buradaki “Er-Rac'i” kelimesiyle, tekrar tekrar geldiği için, yağmur kastedilmiştir." Bil ki, Zeccâc'ın ve diğer dilcilerin, “Er-Rac'i” kelimesinin, ta baştan yağmur manasında vaz olunmuş bir isim olmadığı, tam aksine yağmura, mecazî olarak bu ismin verildiği hususu gayet açıktır. Bu mecazi ifadenin güzel ve yerinde olmasının sebepleri şunlardır: 1) Kaffâl şöyle der: Bu deyim, "tercîu's-savt" ifâdesinden olup, bu da, sesi tekrar tekrar iade edip, harfleri birbirine vasletmektir. Yağmur da tekrar tekrar yağdığı için "er-rec'" adını almıştır. 2) Araplar, bulutun bu suyu, yerdeki denizlerden alıp, sonra aynısını yere döndürdüğünü iddia etmişlerdir. 3) Onlar, bir tefe'ûl (uğur sezme) manasını kastetmiştir. Dolayısıyla da, yağmura, "Tekrar yağsın, yeniden dönsün" niyetiyle, "er-rec' " adını vermişlerdir. 4) Yağmur, her yıl yağdığı için bu ismi almıştır. Bunu iyice kavradığına göre, şimdi biz diyoruz ki: Bu hususta müfessirlerin görüşleri de şunlardır: 1) İbn Abbas, bu ifadeye, tekrar tekrar yağdığı için, "... yağmurlu göğe yemin olsun" anlamını vermiştir. 2) "Semâ'ın rec'ı" "kendisi tarafından zaman zaman, gelen hayırlar, hayır vermek..." anlamındadır. Yani, "o bunları defalarca verir..." demektir. 3) İbn Zeyd de şöyle demektedir: "Bu ifade, güneşin ve ayın batmasından sonra, tekrar geri dönüp gelmesinden dolayı, söylenmiş bir ifadedir. Ama, esas görüş, birincisidir. Sad' Kelimesi Hakkında Cenâb-ı Hakk'ın “ve'l-ardi zati's-sad” “ "o yanlan yere .." ifadesine gelince, bil ki, “es-sad'” yarılmak anlamında olup, “Yevmeizin yusaddiune” (Rum, 30/43) ayeti de böyledir. Yani, "ayrılırlar" demektir, Müfessirlerin bu husustaki görüşleri de şunlardır: İbn Abbas, bu ifadeye yerin, bitki ve ağaçlar sebebiyle yarılması manasını verirken, Mücâhid, ayetin bu ifadesine, "Aralarında yarıkların, geçitlerin, yolların bulunduğu dağlar sahibi yer..." manasını vermiştir. Nitekim Cenâb-ı Hak da, "Biz o yer yüzünden gelmiş yollar, vadiler, yarattık..." (Enbiya, 21/31) buyurmuştur. Derken, Leys, "es-Sad' ", yeryüzünün bitkileridir. Zira, bitkiler yeryüzünü çatlatır da, böylece de yeryüzü çatlamış olur. İşte bu yüzden bitkiler yeryüzünü yardığı için, bitkilere es-sad'denilmiştir" demiştir. Bil ki, Cenâb-ı Hak, mebde' ve meâd'ın bilinmesine, canlıların nasıl yaratıldıklarını delil olarak getirdiği gibi, bu kısımda da, bitkilerin nasıl yaratıldıklarına yer vermiştir. O halde bu demektir ki, yağmurlu gök, tıpkı bir baba; çatlak yer de, tıpkı bir ana gibidir. Ki işte bu ikisi de büyük nimetlerdendir. Zira, dünyanın nimet oluşu, tekrar tekrar gökten yağan yağmur ile, aynen bu şekilde yerden biten bitkilere varıp dayanmaktadır. Buradaki zamir hakkında şu iki görüş ileri sürülebilir: 1) Kaffâl'ın dediğine göre mana, "Sırların kendisinde ortaya çıkarılacağı günde, sizi dirilteceğime dair, size haber verdiğim bu kudretim sayesinde hakkın batıldan seçildiği, ayırdedici ve hak olan bir şeydir" şeklindedir. 2) Bu zamir Kur'ân'a raci olup, mana, "Kur'ân, hak ile batılın arasını seçen bir kitabtır" şeklindedir ve bu tıpkı Kur'ân'a, "furkân" adının verilmesi gibi olur. Birinci görüş daha evladır. Çünkü zamirin kendinden önce geçen birşeye raci olması daha uygundur. Kur'ân Şaka Değildir Ayetteki, “Kavlun faslun” ifadesi, "kendisi ile hakkın batıldan ayırdedilip seçildiği bir hükümdür. "Faslu'l-husumât" ifadesi de böyle olup, "düşmanlıkları ve anlaşmazlıkları, verilen hükümle sona erdirmek" demektir. Yine münakaşayı, dedikoduyu ve sürtüşmeyi kesip sona erdiren söz manasında, "Bu, bir kavlü fasldır" denilir. Bazı müfessirler de, ayetteki bu ifadenin manasının, Hak teâlâ'nın, "O, bir şaka değildir" (Tarık, 86/14) ayetinden ötürü, "Bu, hak olan bir ciddiyettir" şeklinde olduğunu söylemişlerdir. Buna göre bu, "Kur'ân, şaka ile değil, ciddiyetle indirilmiştir" demektir. Kafirlerin Hileleri Hak teâlâ daha sonra, "Hakikat onlar alabildiklerine hileler düzerler" buyurmuştur. Bu hileler şu şekillerde düşünülebilir: 1) Bir takım şüpheler ortaya atma şeklinde... Nitekim "Hayat, sadece dünya hayatımızdan ibarettir" (En'âm, 6/29), "Bu çürümüş kemikleri kim yeniden diriltecek" (Yasin, 36/78), "O (Peygamber), bir kaç ilahı, bir tek ilaha mı indiriyor" (Sâd, 38/5), "Bu Kur'ân, iki beldenin en büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?" (Zuhrûf, 43/31) ve "O (Kur'ân) sabah akşam ona yazdırılıyor" (Furkan, 25/5) gibi şüpheler ortaya atmışlardır. 2) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, sâhir, şâir ve mecnûn olduğunu ileri sürerek, Kur'ân'ı tenkid etme... 3) "Kafirler seni yakalamak, öldürmek, yahut da memleketinden sürüp çıkarmak için, sana tuzak kuruyorlardı" (Enfal,.8/30) ayetinde de belirtildiği üzere, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i öldürmeye yönelik hileler... Allah'ın Keydi Cenâb-ı Hak, daha sonra "Ben de bir hile yaparım" buyurmuştur. Bil ki Allahü teâlâ hakkında kullanılan, "hile yapma" fiili, şu manalara gelebilir: 1) Hak teâlâ'nın, kâfirlerin hile ve tuzaklarını, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bertaraf edip, bu tuzaklara karşı, ona yardım edip, dinini yüceltmekle karşılık vermesi manasına... Burada bu ifade, tıpkı "Kötülüğün cezası, dengi bir kötülüktür" (Şura, 42/40) ayetinde olduğu gibi, iki zıt şeyden birini, diğerinin adıyla adlandırmak suretiyle, böyle ifade edilmiştir. Nitekim şair de "Sakın ha, kimse bize karşı cahillikte bulunmasın. Aksi halde biz de, o cahillerin cehaletinden daha fazla bir cahillikle karşılık veririz" demiştir. Keza Hak teâlâ, "Onlar Allah'ı unuttular. Allah da onlara kendilerini unutturdu" (Haşr, 59/19) ve "Onlar Allah'a tuzak kurdular, Allah da onlara tuzak kurar" (Nisa, 4/142) buyurmuştur. 2) Bu, Allahü teâlâ'nın onlara tuzak kurması, onları tam zamanında yakalamak için, onların küfürlerine mühlet vermesi demektir. Kafirlere Mühlet Hak teâlâ daha sonra, "(Habibim), sen şimdilik kafirlere mühlet ver" buyurmuştur ki bu, "Onların helaki için beddua etme ve bu hususta acele davranma" demektir. Daha sonra da, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onlar için zaman tanıyıp, haklarında acele etmemesini emredince, bu emredilen mühletin, kısa süreli olduğunu bildirerek, "Onları biraz geciktir (biraz mühlet ver)" buyurmuş ve Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i iyice teskin edip, sabrını temin için, bu müddet verme işini böylece tekrarlamış ve bu iki ifadeyi farklı bablardan (sigalardan) getirmiştir. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele var: Ruveyden Kelimesi Hakkında Ebû Ubeyde şöyle der: "Ruveyden" ism-i tasgirinin, mükebberi (ism-i tasgir olmayan sigası), “Ruvdun”dur." Ebu Ubeyde, şu beyti de bu manaya delil getirmiştir: Ebû Ali, isim fiiller bahsinde şunları zikreder: “Ruveyden zeyden ervidu zeyden” denilir. Bu, "Zeyd'e mühlet ver ve ona acı" demektir. Nahîvciler, arap dilinde, "ruveyden" kelimesinin şu üç şekilde kullanıldığını söylemişlerdir: 1) Emir manasında, isim fiil olarak... Nitekim sen, “Ervidu zeyden” manasında “Ruveyden zeyden” dersin ve bununla, "Zeyd'e mühlet ver, yani, onun yolunu boşalt Onu bırak, ona acı" manasını kastedersin. Bu manada, "ruveyden" kelimesi, "munsarıf" olmaz. Çünkü sonundaki tenvin, "tenvin-i temekkün" değildir. 2) Bu kelimenin de diğer masdarlar gibi bir masdar olarak, tıpkı diğer masdarlar gibi, kendinden sonra gelen kelimeye muzaf olması... Nitekim “Darbu Zeydin” "Zeyd'in vuruşu" ve “Darbe'r-rikab” "Boyunları vurma" (Muhammed, 474) ifadelerinde olduğu gibi, “Ruveyde zeydin” "Zeyd'in mühleti" dersin. 3) Bu kelimenin mansûb bir sıfat olması.. Bu tıpkı, “Sâru seyran ruveyden” "Yavaş bir gidişle gittiler" demende olduğu gibidir. Araplar bu manada, “Sâru ruveyden” diyerek, bazan mevsûfu hazfeder, sıfatı onun yerine korlar. Nitekim munsarıf sıfatlarda bazan böyle yaparlar. Yine arapların, “Ved'an ruveydan” takdirinde “Da'hu ruveydan” (Onu yavaş koy) şeklindeki sözleri de böyledir. Sen, birşeyi birşeye katan kimseye, “Ruveyden” diyerek, "yavaş kat" manasını kastedersin. Burada şu iki izah yapılabilir: 1) Ayetteki bu kelime "hal"dır. 2) "Sıfattır". Eğer mevsufunu açıkça zikredersen, "hal" manasına olmaz. Ayetteki "ruveyden" bizim üçüncü şıkta bahsettiğimiz şekildedir. Çünkü bu kelimenin mef'ûl-ü mutlakın sıfatı olması ve adeta “Emhil imhâlen ruveyden” takdirinde olması mümkündür. Yine ayetteki bu kelimenin "hal" olması ve mananın, "Onları, acele etmeksizin mühlet ver" şeklinde olması da mümkündür. Bazı alimler, ayetteki bu ifadenin, "Onlara kıyamete kadar mühlet ver" manasında olduğunu ve "ruveyden" kelimesinin, her geleceğin yakın olduğu bilindiği için, ism-i tasgir sigasıyla getirilmiş olduğunu söylerlerken; kimileri de, bu ifadenin, "Onlara Bedir gününe kadar mühlet ver" manasında olduğunu söylemişlerdir. Fakat önceki görüş daha uygundur. Çünkü Bedir gününde ve diğer savaşlarda meydana gelen hadiseler, genellik ifade etmez ve bütün kafirleri içine almaz. Ama bu mühlet, ahiret gününe kadar uzayan bir manaya alındığında, bütün kafirleri içine alır ve içine, o kafirlerin gerek Bedir'de, gerek diğer hadiselerde başlarına gelen bütün dünyevi şeyler girmiş olur. Bütün bunlar, onlar için caydırıcı ve sakındırıcı ifadelerdir. Yine bunlar onlar için bir sakındırmadır. Dolayısıyla da takib ettikleri yolun aksi bir yola, yani taat yoluna bir teşviktir. Allah Sübhânehû ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-u selâm efendimiz Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, onun aline ve ashabına olsun (amin)! |
﴾ 17 ﴿