5"Rabbinin o yüce adını tesbih et. Ki O, yaratıp, düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir; yeşil otu çıkaran, sonra da onu kapkara-kupkuru hale getirendir". Bil ki, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" ayetiyle ilgili, bir kaç mesele var: "Rabbinin O Yüce Adını Tesbih Et" Hitabı Hakkında Ayetteki, "Rabbinin o yüce adını tesbih et" hitabıyla ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür: 1) Bununla Cenâb-ı Hakk'ın isminin takdis ve tenzih edilmesi emredilmiştir. 2) Buradaki "İsim" kelimesi (manada tesiri olmayan) zaid bir kelime olup, ayet, "Rabbini tesbih et" manasındadır. Allah'ın İsmini Tenzih Birinci izaha göre, bu ayetle ilgili olarak şu izahlar yapılabilir: 1) Bununla, "Rabbinin ismini, bu isimle başkasını isimlendirmekten tenzih ederek, tesbih et" manası kastedilmiştir. Binâenaleyh bu, Cenâb-ı Hakk'dan başkasının, Cenâb-ı Hakk'ın isimleriyle anılmasından bir nehiy olmuş olur. Nitekim müşrikler, putlarına, Lât, Müseyleme'ye de, "Yemâme'nin Rahmân'ı" diyorlardı. 2) "Cenâb-ı Hakk'ın isimlerinin, Cenâb-ı Hak hakkında düşünülemeyecek manalarda tefsir edilmesi suretiyle, onu tenzih et." Bu, mesela, buradaki, "a'lâ" (yüce) kelimesinin, mekan açısından olan bir yükseklik manasına; "Rahman Arş üzerinde istiva etmiştir" ifadesindeki "İstivâ"nın da, "Arş üzerinde karar kılmıştır" şeklinde, Allah'ın münezzeh olduğu bir manada tefsir edilmesi gibi... Aksine buradaki yücelik, hakimiyet, güçlü-kuvvetli oluş manasında; istiva da, hükümran olma manasında tefsir edilmiştir. 3) Cenâb-ı Hakk'ın isminin, huşu ve ta'zîm nîyyeti ve üslûbu içerisinde değil de, gelişi güzel, saygısız bir şekilde söylenmekten korunması, böylece onun tenzih edilmesi... Buna, Allah'ın isimlerinin, insanın gaflet içerisinde olduğu bir sırada, manalarına ve inceliklerine dikkat etmeden anma da girer. 4) "Rabbinin ismini tesbih et" emriyle "Allah'ı, sana indirdiğim ve O'nun isimleri olarak öğrettiğim isimleriyle öv" manası kastedilmiştir. Buna göre ayet tıpkı, "De ki: ister Allah diyerek, ister Rahman diyerek dua edin" (İsra, 17/110) ayeti gibi olmuş olur. Bu izahın bir benzeri de, "Rabbinin azim ismini tesbih et" (Hakka, 69/52) ayetidir. Bu izahtan murad, şu iki şeydir: Birincisi: Bunun manası, "Müşriklerin ıslık çalarak, el çırparak yaptıkları ibadet gibi değil, Rabbinin ismini zikrederek namaz kıl" şeklindedir. ikincisi: "Kul Rabbini, ancak tevkîfî olarak (vahiyle) bildirilmiş olan isimleriyle anmalı." Ferrâ, “Sebbih imi rabbike” ifâdesi ile “Sebbih bismi rabbike” ifadesi arasında bir farkın olmadığını ileri sürerken Vahidî, "Bu iki ifade arasında bir fark vardır. Çünkü, “Sebbih bismi rabbike” ifadesinın manası, "Allah'ı, bâtılı savunan kimselerin söylediklerinden, O'nun münezzeh, yüce ve uzak olduğunu ortaya koyan ismi ile an, tesbih et" şeklindedir. “Sebbih imi rabbike” ifadesinin manası ise, "Allah'ın ismini, ona yakışmayan şeylerden tenzih et" şeklindedir" demiştir. 5) Ebû Müslim,buradaki "isim" ile, Cenâb-ı Hakk'ın sıfatlarının kastedildiğini söylemiştir. Bu, "En güzel isimler Allah'a aittir. Allah'a o güzel isimlerle dua edin" (A'râf, 180) ayetinde de böyledir. İkinci izah, yani ayetteki "isim" kelimesinin zaid oluşu ve mananın, "Rabbini tenzih ve tesbih et" şeklinde oluşu, bir kısım muhakkik alimin görüşüdür. Bu alimler şöyle demişlerdir: Çünkü, "isim", gerçekte, harflerden meydana gelmiş bir lafızdır. Dolayısıyla da, Allah hakkında yapılması gerekli olan tenzih gibi, "ismi" de tenzih etmek gerekmez. Ne var ki, bahsi geçen son derece büyük bir zat olunca, o değil de, O'nun ismi zikredilmiş de, böylece, "ismini tesbih et; zikrini yadet, ulula" denilmiştir. Ve bu tıpkı, "Selam yüce meclise" denilmesi gibidir. Lebîd de, "Seneye... Sonra selâm size..." demiştir. Yani, “Summe's-selâmu” demektir. Bu, Arapça'da, meşhur olan bir yol ve yöntemdir. Şimdi biz, bu izaha göre şöyle diyebiliriz: "Allah'ı, tesbih etmek" şu iki manaya gelebilir: 1) "Kafirlere, o kendisi sebebiyle Allah'ı uygun olmayan bir tarzda anacakları bir tarzda, muamelede bulunma" demek olup, bu manaya göre bu ifade, Cenâb-ı Hakk'ın tıpkı, o müşriklerin "Allah'tan başka taptıklarına sövmeyiniz; eğer böyle yaparsanız, onlar da, bilmeksizin Allah'a söğerler... " (En'âm, 6/108) ayeti gibi olmuş olur. 2) Bu, Allah'ı, zâtı, sıfatları, fiilleri, isimleri ve hükümleri hususunda kendisine yakışmayan şeylerden takdis ve tenzih etmek demektir. Zatını, Cenâb-ı Hakk'ın, cevherlerden ve ilintilerden (arazlardan) mürekkeb olmadığına; sıfatlarını, muhdes, sonlu ve noksan olmadıklarına; fiillerini de O'nun mutlak mâlik olduğuna, işlediği hiçbir konuda kendisine itiraz edilemeyeceği hususunda takdis ve tenzih etmek... Mu'tezile ise şöyle der: "Bu takdir ve tenzih, O'nun yaptığı her şeyin güzel ve doğru olduğuna, çirkin bir iş yapmadığına ve buna razı olmayacağına inanmaktır" isimleri konusunda takdis etmeye gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, hakkında tevkifîliğin bulunduğu (vahye ve sünnete dayanan) isimlerle yadetmektir. Bu, bize göredir. Ama Mu'tezile'ye göreyse bu, ister hakkında bir müsaade bulunsun ya da bulunmasın (vahye ister dayansın ister dayanmasın), kesinlikle noksanlık vehmini vermeyen isimlerle yadetmektir. Hükümleri konusunda bir takdis ve tenzihe gelince, bu da, Cenâb-ı Hakk'ın, sizi, kendisine yönelik bir menfaatten dolayı değil de, tam aksine bu eh!-i sünnete göre, sırf, malikiniz Allah'ınız olması sebebiyle; Mutezileye göreyse, kulların menfaatini gözetmek amacıyla bizi mükellef tuttuğuna inanmaktır. İsim ve Müsemmâ Bazı kimseler, "isim'in "müsemmâ"nın aynısı olduğu hususunda, bu ayete tutunmuşlardır. Ben derim ki, bu konuda delillere dalmak, ancak, münakaşa mevzuunun neresi olduğunu belirledikten sonra mümkündür. Binâenaleyh, burada, bizim, "isim", "müsemmâ"nın aynı mıdır, yoksa değil midir?" mevzuuna girebilmemiz için, "İsim" ve "müsemmâ"nın ne olduklarını beyan etmemiz gerekir. Bu sebeple şimdi diyoruz ki: "Eğer "isim" kelimesiyle bu lafzı, yani elif-sin-mîm maddesinden meydana gelen şey; "müsemmâ" sözüyle de o zât (yani Allah) kastediliyorsa, hiç kimsenin, ismin müsemmâ'nın aynısı olduğunu söylemesi mümkün değildir. Yok eğer, "isim" sözüyle de, "müsemmâ" sözüyle de, o zât kastediliyorsa, o zaman bizim, "isim müsemmânın bizzat kendisidir" şeklindeki sözümüzün manası, "O zât, bizzat o zâtın kendisidir" şeklinde olur ki, bu konuda da münakaşa etmek mümkün değildir. Böylece, anlatım ve vasfı hususunda, rekîk ve dolaşık olduğunu anlamaktayız. Eğer böyleyse, bu konuda deliller getirmeye dalmak daha tutuk ve daha uzak, ihtimal dışı olmuş olur. Tam aksine burada şöyle bir incelik vardır: Şimdi biz, "ism"i, zamanla içice almayan, zamana delaleti olmaksızın, ayrı bir manaya delalet eden her şey diye tanımlarsak, işte, buradaki de böyle olur. Dolayısıyla da, bu ismin, yine kendisinin ismi, (yani tarifte geçen, şeyin ismi) olması gerekir. Binâenaleyh, burada da, isim müsemmânın kendisidir, demektir. Şimdi belki de, evvelki ulema, bunu bu şekilde anlamışlar, ama bu iş, sonrakilere karışık gelmiş, böylece bu sonrakiler, her yerde, ismin, müsemmâ ile ayn; olduğunu zannetmişlerdir. İşte bu meseledeki gerçek budur. Şimdi biz alışılagelmiş olan söze yeniden dönüyoruz. Ulemâ şöyle demektedir: İsmin, müsemmânın bizzat kendisi olduğuna delalet eden şey, mesela hiç kimsenin, "Sübhâne İsmillâhi ve sübhâne İsmi Rabbinâ" şeklinde bir ifade kullanmamalıdır. O halde, “Sebbih ismi Rabbike” ifadesinin manası, "Rabbini tenzih et..." şeklindedir. "Rab" de bir isimdir. Şimdi eğer, isim müsemmâ'nın gayrı olsaydı, bu takdis ve tenzihin Rab üzerine yapılmış olduğu da doğru olmazdı. Bil ki, bu istidlal zayıftır, zira biz, birinci meselede, bu takdis ve tenzih emrinin, Cenâb-ı Hakk'ın ismini takdis ve tenzih emri olabileceğini; müsemmânın, takdis ve tenzihini emreden bir ifade olacağını; "ism" sözünün ise zâid olduğunu söylemiştik. Yine, bu ifade ile, tıpkı, “Fesebbih bismi Rabbike'l-azim” "Rabbinin yüce ismini takdis ve tenzih et..." (Hakka, 69/52) denildiği gibi, "Rabbinin yüce ismi ile tenzih ve takdisde bulun.." manası da kastedilmiş olabilir ki, bu durumda mana, "Rabbinin isimlerini anmak suretiyle, Rabbini tesbih ve takdis et" şeklinde olmuş olur. Ukbe ibn Âmir'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Cenâb-ı Hakk'ın, Hakka 69/52. ayeti nazil olunca, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bize, "Bunu rükû'da söyleyiniz"; Cenâb-ı Hakk'ın (A'la, 87/1) ayeti nazil olunca da, "Bunu da, secdenizde okuyunuz" buyurdular. Hem sonra, haberlerde ve hadislerde, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in, rükûda “Subhane Rabbiye'l-azim”, secde de “Subhane Rabbiye'l-A'la” dediği varid olmuştur. Ulemâdan "işte bu hadisler, Cenâb-ı Hakk'ın, “Sebbih isme Rabbike” emriyle, "Rabbinin ismi ile namaz kıl..." manasının kastedildiğine delâlet ediyor" diyenler de vardır ki, bu mana ve bu ihtimal, müfessirlerin, Cenâb-ı Hakk'ın, "Haydi akşama girerken, sabaha ererken Allah'ı tenzih edin..." (Rum, 30/17) ayetinin, namaz vakitlerinin bir beyanı olduğunu ittifakla söylemeleri de teyit eder. Hazret-i Ali ile İbn Ömer, ayeti “Subhane'l-a'la ellezi haleka fesevvâ” şeklinde de okumuşlardır. Bu hususta şu muhtemel izah yapılabilir: “Sebbehe” lafzı, tesbih etmeyi emreden bir lafızdır. Binâenaleyh, bu tesbihin ne olduğunun da mutlaka zikredilmesi gerekir. Bu ise, “Subhane Rabbiye'l-a'la” şeklindeki ifadeden başkası değildir. Mücessime'ye Red Mücessime, Allah hakkında, mekan bakımından bir yüceliğin isbatı hususunda, Cenâb-ı Hakk'ın bu ifadesine de tutunmuştur. Ama, gerçek şu ki, Allah hakkında bir cihet bakımından üstünlüğün ve yüce oluşun düşünülmesi muhaldir. Çünkü Allahü teâlâ, ya sonludur, veya sonsuzdur. Eğer sonlu ise, O'nun üst ciheti de sonlu olur. Bu durumda da, O'nun üstünde de bir cihet bulunmuş olur. Böylece de Cenâb-ı Hak, her şeyden üstün olmamış olur. Yok eğer, sonsuz ise, bu durumda sonlu olmayan bir takım buudların (mesafelerin) varlığını söylemek, imkansızdır. Hem, Cenâb-ı Hak, şayet her cihetten sonsuz olursa, o zaman, Allah'ın zatının, birtakım kazurat ile karışık ve onlara bulaşmış olarak bulunmuş olması gerekir. Oysa Allah bundan münezzehtir. Yok eğer, bazı cihetlerden sonsuz, bazıları bakımından da sonlu ise, sonsuz olan taraf, sonlu olan taraftan başka olmuş olur. Böylece de, değişik iki cüz'den meydana gelmiş olur. Halbuki, bu mürekkeb varlık, "mümkin" bir varlıktır. Bu sebeple, zâtı gereği vâcibü'l-vücûd olan, mümkinü'l-vücüd olmuş olur ki, bu, muhaldir. Böylece, buradaki yücelik ve uluvv'ün, cihet bakımından olmadığı sabit olmuş olur. Bu ayetin hem öncesinin, hem de sonrasının, bahsedilen bu üstünlük ile cihet bakımından bir üstünlüğün kastedilişine münafi oluşları da bunu tekid eder. Ayetin öncesine gelince ulüvv (yücelik) O'nun bu alemden son derece uzak olmasından ibarettirki bu O'nun tesbihe, övgüye ve tazime müstehak oluşuna uygun düşmez.ama, kudretinin mükemmel yaratma ve icad etme bakımından tek ve yegane oluşu manasındaki üstünlük ve yücelik ise bu övgüye tesbih ve tazim olunmaya uygun düşer. Bu sure burada kendisi sayesinde Cenab-ı Hakk'ın hamde, senaya, övgüye ve tazime müstehak olduğu vasfını beyan etmek üzere zikredilmiştir.Bu ayetten sonra gelen ifadeye gelince: Cenab-ı Hakk “El-A'lâ” ifadesinin hemen peşinden “...Ki O yaratıp düzene koyandır...” cümlesini getirmiştir.Yaratıcılık ise cihed bakımından bir üstünlüğe değil kudret açısından bir üstünlüğe bir yüceliğe uygun düşer. Cenab-ı Hak Mutlak Olarak En Üstündür Bazı dinsizler şöyle der:”Kur'an, alemin birisi azim, diğeri ise ondan daha üstün olan (haşa!) iki Rabbi olduğunu ihsas eder...Buna göre azim olan Rabbi, Cenab-ı Hakk'ın “Rabbini büyük olan ismiyle tenzih et...” (Hakka, 69/52) ayeti ondan daha üstün olanını ise “Cenab-ı Hakk'ın “Rabbinin o yüce adını tesbih et...” ayeti ifade eder. Binaenaleyh bu ifadeler diğerine nisbetle berikinin daha üstün olduğunu bir başka bulunmasını gerektirir.” Bil ki deliller Sani'i hakim olan Allah'ın tek olduğuna delalet edince böyle bir itiraz ve soru düşer. Sonra biz diyoruz ki bu ayette Cenab-ı Hakk'ın bir başka rabden daha üstün olduğunun beyanı yer almamış tam aksine Cenab-ı Hakk'ın (mutlak olarak) en üstün olduğu anlatılmıştır. Şimdi ayetin bu ifadesi hususunda biz şu tefsirleri yapabiliriz. 1) Allahü teâlâ kendisini vasfedenlerin vasfettiği, zikredenlerin zikrettiği bütün her şeyden daha üstün, daha celil ve daha büyüktür. O halde bu demektir ki Cenab-ı Hakk'ın kibriyasının azameti, bizim bilgi ve idrakimizden nimet ve lutuflarının çeşitleri hamdimiz ve şükrümüzden, haklarının çeşitleri ise bizim taat ve amellerimizden daha üstün, daha yücedir. 2) Ayetteki “El-A'lâ” ifadesi Cenab-ı Hakk'ın her türlü noksanlıktan tenzih edilmeye müstehak olduğuna dikkat çeken bir ifadedir. Buna göre Cenab-ı Hak adeta tenzih et. Çünkü O en üstündür. Demek istemiştir ki bu da Çünkü O mülkü saltanat ve hükünranlığı ve kudreti açısından herşeye üstün olandır. Demek olup bu senin tıpkı “Aklı gideren içkiden sakındım.” Demen gibi olur ki bu da “Aklı giderici olması sebebiyle içkiden sakındım...” demektir. 3) “El-A'lâ” kelimesiyle tıpkı “Ekberu” “en büyük” kelimesiyle, “büyük” manasının kastedilmesi gibi “El-Âli” “üstün olan” manası kastedilmiştir. A'la Suresinin Fazileti Rivayet olunduğuna göre Hazret-i Peygamber bu sureyi çok sever ve şöyle dermiş: ”İnsanlar şayet “Sebbih...” suresinin ihtiva ettiği bilgileri bilecek olsalardı, her biri bu sureyi on altı kez tekrarlardı.” Yine Hazret-i Aişe'nin kendi taraflarına namaz kıldıran ve “Hamilelere kolaylık veren derken ondan zar ile bağırsaklar arasında tepinen bir çocuk, can meydana getiren Rabbinin yüce adını tenzih et. O halde O, ölüleri yeniden diriltmeye kadir değil midir? Dikkat, evet; dikkat, evet..." diye kıraatte bulunan bir bedeviye rastlar da, bunun üzerine ona "Yitikleriniz bulunmasın, kadınlarınız hep sıkıntı içinde olsun" demiştir. Allah en iyisini bilendir. "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir" ayetine gelince, bil ki, Cenâb-ı Hak, tesbihi, tenzihi ve takdisi emredince, sanki bir soru soran, "Tesbihle meşgul olma, ancak Cenâb-ı Hakk'ın bilinip tanınmasından sonra olur. Binâenaleyh, böyle bir Rabbin varlığının delili nedir?" demiş de, işte bunun üzerine Cenâb-ı Hak, "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir.." buyurmuştur. Bil ki, Allah'ın yaratıcı ve doğruya iletici bir zat oluşu ile yapılan istidlal, peygamberlerin (aleyhisselâm) uluları nezdinde, kendisine dayanılan bir metotdur. Bunun delili ise, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in, "Beni yaaratan, derken beni doğruya ileten..." (Şuarâ, 26/78) şeklindeki sözünü nakletmesidir. Yine, Cenâb-ı Hak Firavun, Hazret-i Musa (aleyhisselâm) ile Harun'a, "Ey Musa, siz ikinizin Rabbi kimdir?" (Taha, 20/49) dediğini, bunun üzerine Hazret-i Musa (aleyhisselâm)'nın, "Rabbimiz, her şeye yaratılışını veren, sonra da onu yoluna koyandır" (Taha, 20/50) diye cevap verdiğini nakletmiştir. Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gelince, Allahü teâlâ'nın Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e indirdiği ayetlerin ilki, "Seni yaratan Rabbinin adıyla oku. Ki O, insanı bir nutfeden yarattı..." (Alak, 96/1-2) olup, bu, Cenâb-ı Hakk'ın yaratmasına; daha sonra da, "Oku, ki Rabbin sonsuz kerem sahibidir. Ki o, kalemle (yazmayı) öğretendir.." (Alak, 96/3-4) buyurmuştur ki, bu da, Hakkı hakikate iletişine bir işarettir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, aynı delili bu sûrede tekrar edere, "O, yaratıp düzene koyandır; takdir eden ve yol gösterendir" buyurmuştur. İşte bu şekilde yapılan istidlal, bu metodda zikredilen ilginçlikler, acib şeyler daha çok olduğu ve insan, bunları müşahede ettiği ve bunlara tam manasıyla muttali olduğu için, çokça vaki olmuştur ve yapılmıştır. Dolayısıyla, şüphesiz ki bu tür istidlaller, delalet bakımından daha güçlü olmuşlardır. Cenâb-ı Hakk'ın, “Haleka fesevvâ” ifâdesi ile, insanları kastetmesi, yahut hayvanları kastetmesi, yahut da yarattığı her şeyi kastetmiş olması mümkündür. Binâenaleyh, ayetteki bu ifadeyi, sadece "insanlar" manasına alanlar, ayette geçen "tesviye" ile ilgili olarak şu izahları yapmışlardır: 1) Cenâb-ı Hakk'ın da, "Andolsun ki, Biz insanı en güzel bir kıvamda yarattık..." (Tin, 95/4) buyurduğu gibi, Cenâb-ı Hakk'ın, insanın boyunu, bosunu, uzuvlarını birbirine denk ve yaradılışını güzel kılması; insanı yaratması sebebiyle, kendisini övmesi kastedilmiştir. İşte bundan dolayı Cenâb-ı Hak, "Yaratanların en güzeli olan Allah, ne yücedir" (Mü'minun, 23/14) buyurmuştur. 2) Her canlı, aslında tek bir çeşit işe kabiliyetlidir. Diğer işlere ise müsait değildir. Ama insana gelince, Cenâb-ı Hak onu, muhtelif alet ve vasıta ile bütün canlıların yapabileceği tüm fiilleri yapabilecek bir biçimde yaratmıştır. Binâenaleyh, ayetteki "tesviye" işte, insanın bu yönüne bir işarettir. 3) Allahü teâlâ insanı mükellef tutmaya ve ibadetleri yerine getirmeye müsait hale getirdi. Ayetin bu ifadesini bütün hayvanlar manasına alanlara gelince, onlar şöyle demektedirler: "Allahü teâlâ, her hayvana, uzuv, alet ve hisler gibi, kendisine muhtaç olacağı herşeyi verdi." Bu hususu, bu tefsirin pek çok yerinde tafsilatlı bir biçimde ele aldık. Ayetin bu ifadesini, "bütün mahlukat" manasına alanlar da şöyle demişlerdir: "Ayetteki "tesviye" ile, Allahü teâlâ'nın bütün mümkinâta kadir oluşu, bütün malumatı bilişi ve yaratmak istediği şeyi sapasağlam, bozulmaktan - tutarsızlıktan uzak bir biçimde, isteğine uygun olarak yarattı." Farklı Kıraatler Kıraat alimlerinin çoğu, şeddeli olarak, “Kaddera” şeklinde; Kisâî ise, şeddesiz olarak “Kadera” şeklinde okumuştur. Şeddeli okuyanlara göre mana, "O, herşeyi belli bir ölçüde takdir edip, yarattı" şeklinde; şeddeli okuyanlara göre ise, Kaffâl'ın dediği üzere, mana "Malik ve hidayet etti" şeklinde olup, bu son ifadenin tevili, "Yarattı, tesviye etti; yarattığı şeylere malik oldu, yani o şeylerde dilediği ve istediği biçimde tasarruf etti" şeklindedir. İşte "mâlik olmak" bu demektir. Dolayısıyla da Allah, kendisine malik olduğu bu varlıkları, onları fayda ve menfaatına olan şeylere iletti. Bazı kimseler de, her iki okuyuşun da aynı manaya geleceğini ve Hak teâlâ'nın, hem şeddeli, hem de şeddesiz okunan, “Fekaddernâhu feni'me'l-kâdirun” (Mürselat, 23) ayetinin de böyle olduğunu söylemişlerdir. Takdir ve Hidayet Ayetteki, “Kaddera” ifadesi, hem zatları, hem de sıfatları açısından bütün mahlukatı içine alıp, her birinin kendilerine göre olduklarını ifade eder. Dolayısıyla, Cenâb-ı Hak, gökleri, yıldızları, dört ana elementi, madenleri, bitkileri, hayvanları ve insanları belli bir yapıda, kütlede, cüssede ve büyüklükte takdir etmiş ve yine herbirisi için, bilinen bir müddet beka (kalış) belirlemiş, çeşitli sıfatlar, renkler, tadlar, kokular, yükseklikler, alçaklıklar, güzellikler, çirkinlikler, mutluluklar, mutsuzluklar, hidayetler ve dalaletler gibi şeyler takdir etmiştir. Nitekim Hak teâlâ, "Her şeyin Bizim katımızda hazineleri vardır ve Biz herşeyi, belli bir ölçü (miktar) ile indiririz" (Hicr, 15/21) buyurmuştur. Ayetteki, “Kaddera” (takdir etti) ifadesinin tafsilatı, ciltler dolusu kitablara sığmaz. Daha doğrusu, bütün alem, tâ a'lâ-ı illiyyîn'den esfel-i sâfiline kadar hepsi, bu ifadenin tefsirini ve bu cümlenin ayrıntılarını teşkil eder. Hak teâlâ'nın “Fehedâ” ifadesi, "Her mizaç, hususi bir kuvvete müsait haldedir. Her kuvvette, ancak belli bir fiili yapabilir. O halde, "tasriye" ve "takdir", maddî olan şeylerin cüzlerinde, tasarruf etmekten ve o maddî şeylerin bu kuvveti kabule müsait hale gelebilmesi için, o maddî cüzleri, hususî bir biçimde terkib etmeden ibarettir. O halde, ayetteki “Fehedâ” kelimesi, bahsedilen o kuvvetleri, o uzuvlarda, o belli fiilin kaynağı olabilecek her kuvvet niteliğinde yaratmak demektir ki bunların hepsinden, maslahatın tamamı meydana gelir. Müfessirler bu hususta şu izahları yapmışlardır: Meselâ Mukâtil bu ifadeye, "Erkeğe, dişisine nasıl gelebileceğini öğretti" manasını verirken, diğerleri de, "canlıyı geçimine iletti, onu görüp gözetti" manasını vermişlerdir. Diğer bazıları da, "İnsanı, hayır ile şer, saadet ile şekavet yollarına iletti" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü Allahü teâlâ insanı, onu sevindirecek şeylere yönelebilecek, onu üzebilecek şeylerden geri durabilecek bir biçimde, duygulu ve idrakli bir varlık olarak yaratmıştır. Nitekim Cenâb-ı Hak bu hususu, "Biz ona yolu gösterdik, ister şükredici, ister nankör (olsun)" (İnsan, 76/3) ve "Nefis ve onu tesviye edip de, ona fücurunu ve takvasını ilham edene yemin olsun..." (Şems, 91/7-8) ayetlerinde beyan etmiştir. Süddî de bu kelimeye "cenînin ana rahminde ne kadar kalacağını takdir etti. Sonra da o cenine, ana rahminden çıkma yolunu gösterdi" manasını vermiştir. Ferrâ, bu ifadenin takdirinin, "Takdir etti ve hidayete erdirdi, saptırdı..." şeklinde olduğunu; iki şeyden birisini lafzan zikretmekle yetindiğini ve bunun tıpkı, “Kaddera fehedâ veedalle” "Sizi sıcaktan koruyan elbiseler..." (Nahl, 16/81) ayetindeki gibi olduğunu söylemiştir. Diğer bazıları da, buradaki "hidayet"in, imana davet ve sevk manasına olduğunu ve tıpkı, "Şüphesiz sen sırât-ı müstakime hidayet edersin, yani davet edersin" (Şura, 42/52) ifadesi gibi olduğunu söylemişlerdir. Allah herkesi imana davet etmiştir. Diğer bazıları da, ayetteki "hidayete", "Allah insanları, Allah'ın fiilleri ile, tevhidine, kibriyasının celaline, samadiyyetinin ve ferdâniyyetinin sıfatlarına iletmiştir" manasını vermişlerdir. Bu böyledir. Çünkü insan alemde, sapasağlam, birbiriyle uyum ve ahenk içinde, bir nizam ve düzen arzeden bir takım fiiller görür. Dolayısıyla da şüphesiz işte bu fiiller, kişiyi, ezelî bir yaratıcının bulunduğu fikrine götürür. Katâde de ayetteki "hidayet"e, "Allahü teâlâ, hiç bir kulunu günah ve dalâlete zorlamamış; kulu için bunlara razı olmamış; kuluna bunları emretmemişti. Fakat sizin için, kendisine taatta bulunmasına razı olmuş, size taatı emretmiş ve sizi, günah olan şeylerden nehyetmiştir" manasını vermiştir. Bil ki bütün bu görüşler, bu kadar çok olmalarına rağmen, iki ana görüşün dışında değildirler. Bu cümleden olarak, kimileri, ayetteki bu ifadeyi, tıpkı, "Biz onu iki yola hidayet ettik" (Beled, 90/10) ayetinde olduğu gibi, "din ile ilgili olan şeylere sevk" manasına alırken; kimileri de, "dünyevî fayda ve menfaatlara sevk" manasına almışlardır. Fakat birincisi daha kuvvetlidir. Çünkü Hak teâlâ'nın, “Haleka fesevvâ vekaddera” ifâdeleri, dünya halleriyle ilgili olup, bunların içine, aklı ve kuvvetleri tam olarak verişi de girer. Hak teâlâ bunların hemen peşisıra, “fehedâ” kelimesini getirmiştir ki, bu "Onu mükellef tutup, dine-imana sevketti" manasınadır. Yeşil Mer'a ve Kuruması Hak teâlâ'nın, “Vellezi ehrace'l-mer'a” "Yeşil otu çıkaran" ifadesine gelince, bil ki Allah Sübhânehû ve Teâlâ, insanlara ait şeyleri beyan edince, bunun peşinden, insanların dışındaki canlılara mahsus nimetleri dile getirerek böyle buyurmuştur ki bu, "Kafirlerin taptığı o putlar değil de, bu otları bitirmeye kadir olan O'dur" demektir. "Mer'â", yeryüzünde biten bitkiler, meyveler, ekinler ve otlardır. İbn Abbas (radıyallahü anh), "mer'â"nın, yeşil otlar manasına geldiğini söylemiştir. Hak teâlâ daha sonra, "Sonra da onu kapkara-kupkuru hale getirmiştir" buyurmuştur ki bu ifadeyle ilgili olarak iki mesele vardır: “Ğusâen” kelimesi, vadilerin, çayların, rüzgarların sürükleyip bir araya getirdiği kuru ot demekti. Kutrub, bu kelimenin müfredinin, “Ğusâetun” şeklinde olduğunu söylemiştir. "Huvve" kelimesi siyah-kara manasınadır. Bazıları, ayetteki "ahvâ" kelimesini, "Bu, kendisine bir yaşlık dokunduğunda siyaha çalan ot demektir" diye açıklamışlardır. Binâenaleyh bu kelimeyle ilgili olarak şu iki görüş ileri sürülmüştür. 1) Bu, kelimenin sıfatı olup, mana, "Yeşilken, kupkuru olan, böylece de rengi siyaha değişen ot" şeklindedir. Bu siyahlaşmanın sebebi şunlardır: a) Otlar, havaya soğuk hakim olduğunda kururlar. Soğuk da, yaş otları ağartır, koruları siyahlaştırır. b) O otları seller, sürükleyip götürmüş, böylece otlara, rengi uçuk maddeler yapışmıştır. Böylece siyahlaşmışlardır. c) O otları rüzgarlar sürüklemiş ve böylece onlara fazlaca toz-toprak yapışmış, dolayısıyla o otlar siyahlaşmıştır. 2) Ferrâ ve Ebû Ubeyde'nin tercihine göre, "ehvâ"nın, "alabildiğine yeşil oluşundan dolayı esved (çok siyah) gözüken" manasına olduğunu, bunun tıpkı, alabildiğine yeşil oldukları için, o iki cennete "müdhâmmetân" (Rahman, 55/64) (simsiyah iki cennet)" denilişi gibi, olduğu söylenmiştir. Buna göre ifadenin takdiri, "neredeyse simsiyah görünen, yemyeşil otları çıkaran ve onu kupkuru-kapkara hale getiren (Allah)..." şeklindedir. Bu tıpkı, "O Kur'ân'ı dosdoğru indirip, eğri-büğrü yapmayan" manasında “Velem yec'al lehu ıvecen kayyimen” (Kehf, 18/1-2) denilip, bir takdim-tehir yapılması gibidir, yani takdirindedir. Vahyi Unutmayacaksın |
﴾ 5 ﴿