20"O yere (bakmazlar mı) nasıl yayılıp, döşenmiştir o" . Yani, yer de, üzerinde hareket eden canlılar için bir döşek, bir mekandır. Bazı kimseler bu ayet ile, yeryüzünün küre olmadığına istidlal etmişlerdir ki bu zayıftır. Çünkü küre, çok büyük olduğunda, her bir parçası bir satıh (düzlük) gibi olur. Hazret-i Ali (radıyallahü anh) ayetleri malum sigası ve mütekellim zamiriyle “Keyfe halaktu, rafe'tu, nesabtu” ve “setahtu” "Nasıl yarattım, yükselttim, diktim ve yayıp döşedim" şeklinde okumuştur ki hepsi, "Bunları nasıl yaptım, bakmaz mısınız?" takdirindedir. Buna göre, mef'ûl zamiri hazfedilmiştir. İkinci makam, bu ayetler arasındaki münasebet ve ilginin izahı hakkındadır. Bil ki kimi insanlar, ayetteki "ibil" (deve) sözünü, "bulut" diye tefsir etmişlerdir. Meselâ Keşşaf sahibi şöyle der: "Belki de o kimse, "ibil" kelimesini, gamam, müzm, rebâb, gaym ve gayn gibi, bulut isimlerinden bir isim kastetmemiş; "bulut"un, Arapların pekçok şiirinde deveye benzetildiğini görmüş, dolayısıyla ayetteki bu ifadeyle, bir teşbih ve bir mecaz olarak, "bulut"un kastedilebileceğini söylemiştir. Böyle olması halinde, ayetler arasındaki münasebet açıktır. Fakat biz, ayetteki "ibil" kelimesini meşhur manasına aldığımızda, deve ile, gök, dağlar ve yer arasındaki münasebet şu iki şekilde izah edilebilir: 1) Kur'ân, Arap dili üzere gelmiştir. Araplar, çokça yolculuk yapıyorlardı. Çünkü beldeleri, tarımdan uzak bir belde idi. (Dolayısıyla çok yolculuk yaparlardı) ve yolculukları genelde deve üzerinde olurdu. Bu sebeple, çoğu kez onlar çölde, sahrada insanlardan uzak, tek başlarına, develeriyle birlikte giderlerdi. İnsan böyle tek başına kalınca da, herşeyi düşünmeye başlar. Çünkü son durumda konuşabileceği hiç kimse olmadığı gibi, gözünü ve kulağını meşgul eden başka birşey de yoktur. Böyle olunca da, bu kimsenin gönlünün mutlaka tefekküre dalması gerekir. Düşünürken gözü önce bindiği deveye ilişir, onu enteresan varlık olarak görür. Yukarı bakınca gökten başka birşey göremez. Sağına-soluna baktığı zaman ise dağlardan başka birşey göremez. Alta baktığında ise yerden başka birşey göremez. Böylece Hak teâlâ adeta, insana, yalnız başına kaldığı zaman, kibri ve hasedi kendisini tefekkürden alıkoymasın diye, tefekkür etmesini emretmiştir. İnsan, uzun bir çölde yalnız kaldığında, bu şeylerden başka bir şey göremez. İşte bu sebeple Hak teâlâ, bu ayetlerde, deve ile birlikte gök, dağlar ve yeri zikretmiştir. 2) Bütün mahlukat, bir yaratıcının varlığına delalet etmektedir. Bu yönüyle mahlukatın tümü iki kısma ayrılabilir: a) Kendisinde hem hikmetin (aklın), hem de arzu ve isteğin (şehvetin) birlikte bulunduğu varlıklar... b) Kendisinde şehvet bulunmayan, sadece hikmet bulunan mahlukat... Birincisine gelince bu, mesela yüzü güzel insan, nezih bağ-bahçe; altın-gümüş vs. gibi nesnelerdir. Binâenaleyh bu nesneler ile, Hakîm bir Yaratıcının varlığına istidlal edilebilir. Fakat bu nesneler, nefsin hem şehvet yeri, hem de gaye yeridir. Dolayısıyla Cenâb-ı Hak, bunlara bakmayı ve bunlar üzerinde tefekkürü emretmemiştir. Çünkü kişi bunlara bakıp, bunlar hakkında düşününce, şehvet duygusunun hikmet duygusuna galip gelmesinden emin olamaz. Dolayısıyla da bu, bu husustaki tefekkürünü ve teemmülünü tam olarak yapmasına mani olur ve nefsin bunların sevgisine fazlaca dalmasına bir sebep teşkil edebilir. İkinci kısma gelince bu da, şeklinde güzellik olmayan, ama yapısında üstün hikmetler bulunan, deve gibi hayvanlardır. Fakat burada deveden bahsetmek daha uygun olmuştur. Çünkü Arabın, deve ile olan ünsiyeti (tanışıklığı) daha ileridir. Gökyüzü, dağlar ve yer de böyledir. Çünkü bunların hadis (mahlûk) oluşları ve bir müessire (yaratıcıya) muhtaç oluşları açıktır. Bu tür nesnelerde de şehvetin payı-yeri yoktur. Bu kısım, şehvet gailesinden uzak olarak, hikmetin çokça bulunduğu bir kısım olunca, pek yerinde olarak Allahü teâlâ bu hususta düşünmeyi emretmiştir. İşte bu konuda hatırımıza gelenler bunlardır. Muvaffakiyet Allah'dandır. |
﴾ 20 ﴿