4"Şu beldeye yemin ederim. Sen bu beldeye helal iken, babaya da evlada da yemin ederim ki, Biz insanı andolsun meşakkat içinde yarattık". Müfessirler, bahsedilen "belde"nin, Mekke olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Bil ki Mekke'nin fazileti malumdur. Çünkü Allahü teâlâ orasını, emin (emniyetli) bir "Harem" kılmış ve orada bulunan mescid (Ka'be) hakkında da, "Kim oraya girerse, emin olur." (Al-i imran, 3/97) buyurmuş ve bu mescidi, doğu ve batıdaki, bütün insanların kıblesi kılarak, "Nerede olursanız olun, yüzünüzü (namazda) Mescid-i Haram'a çevirin" (Bakara, 2/144) buyurmuş; "Makam-ı İbrahim'i namazgah edininiz" (Bakara, 2/125) emriyle, oradaki Makam-ı İbrahim'in kıymetli bir yer olduğunu ortaya koymuş, insanlara Beytullah'ı ziyaret etmelerini emrederek, "Allah için, insan üzerinde beytullahı ziyaret etmeleri hakkı vardır" (Al-i İmran, 3/97) buyurmuştur. Yine Beytullah hakkında, "Hatırla o vakti ki Biz, insanların sevab elde edecekleri ve emin olacakları bir yer kıldık" (Bakara, 2/125); "Hani Biz, İbrahim'i, Beytullah'ın yerinde, "Bana hiçbirşeyi şirk koşma diyerek, yerleştirmiştik" (Hacc, 22/26) ve "Her bir binek üzerinde, uzak beldelerden (hacc için) gelirler" (Hacc, 22/27) buyurmuş ve bu beldede avlanmayı haram kılmış, Beyti'l-Mamûr'u, tam buranın hizasına gelecek şekilde dünya semasına koymuş, dünya da buranın altından döşenmeye başlanmıştır. İşte bu ve daha nice faziletler, Mekke'de bulunduğu için, Allahü teâlâ bu ayette Mekke'ye yemin etmiştir. Cenâb-ı Hakk'ın "Sen bu beldeye helalsin" ifâdesi ile şu manalar kastedilmiştir: 1) "Sen bu beldedesin, oraya girmiş (hulul etmiş) ve orada konaklamışsın." Buna göre Hak teâlâ sanki Mekke'yi. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in orada ikamet etmesinden ötürü, ululamıştır. 2) "Hill", helal manasınadır. Bu, "Kafirler bu beldeye saygı duyuyor ve burada herhangi bir saygısız iş yapmıyorlardı. Ama buna ve Allah'ın sana peygamberlik görevi vererek ikramda bulunmasına rağmen, sana eziyet etmeyi helal sayıyorlar. Yolunu, imkanını bulsalar, şüphesiz seni öldürürler bile. Binâenaleyh sen onların inancına göre, onlar için helalsin başkasına gösterdikleri saygıyı sana göstermiyorlar." Şurahbil'in şöyle dediği rivayet edilmiştir: "Onlar, Mekke'de avlanmayı, ağacını kesmeyi bile haram sayarlarken, beni oradan çıkarmayı ve öldürmeyi helal addediyorlar." Bu ifadede, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'i, davasında sebatlı kılma ve Mekkelilerden ötürü, canının yandığı şeylere katlanmaya teşvik ve onların kendisine olan düşmanlıkları hususundaki hallerine şaşmaya davet yatmaktadır. 3 Katâde, bu ayete, "Sen günahkar değilsin, Mekke'de dilediğin kimseleri öldürmen sana helaldir" manasını vermiştir. Çünkü Allahü teâlâ, Mekke'nin kapılarını Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e açmış ve Mekke'yi ona helal kılmıştır. Böyle bir fetih, ondan önce hiç kimseye nasib olmamıştır. Böylece istediğini helal, dilediğini haram kılmış ve istediği gibi hareket etmiş. Böylece Kâ'be'nin örtüsüne tutunmuş olan, Abdullah b. Hatel ile Makîs b. Sababe ve diğerlerini öldürtürken, Ebû Süfyan'ın evine girenleri öldürmeyi haram saymıştır. Daha sonra da şöyle demiştir: "Allah, gökleri ve yeri yarattığı günden beri, Mekke'yi haram (saygın) bölge yapmıştır. Binâenaleyh Mekke, kıyamet kopuncaya kadar, haramdır. Benden önce hiç kimse için mubah olmamıştır. Benden sonra da hiç kimseye mubah olmayacaktır. Bir gündüz, bir saat müstesna bana da helal kılınmadı. Dolayısıyla onun ağaçları kesilmez, otları koparılmaz, av hayvanı ürkütülmez (avlanılmaz), yitiği ancak kaybeden için haleldir." Buhari, İlim, 37; Tirmizi, Hacc, 1 (3/173) (Benzer Hadis). Bunun üzerine Hazret-i Abbas (radıyallahü anh), "Ey Allah'ın Resulü izhîr otu hariç olsun, çünkü o evlerimiz ve kabirlerimiz içindir" deyince, Peygamber (aleyhisselâm), "İzhîr otu hariç..." buyurmuştur. Buna göre eğer, "Bu sûre Mekki'dir. Halbuki "Sen bu beldeye helalsin, gireceksin" ifadesi ise, hal cümlesidir, şimdiki zamanı ifade eder. Bahsettiğiniz bu hadise, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Medine'ye hicret edeceği müddetin sonunda meydana gelmiştir. Binâenaleyh bu iki husus nasıl te'lif edilebilir?" denirse, biz deriz ki: Lafız bazan şimdiki zaman için olur, ama manası müstakbel (gelecek zaman) için olabilir. "Sen ölüsün" yani öleceksin" (Zümer, 39/30) ayetinde olduğu gibi... Bu tıpkı kendisine ikram ve bağış va'dinde bulunduğun kimseye, "Sen, ikram olunmuşsun, sana bağış yapılmıştır" demen gibidir. Halbuki bu tür ifadelerin Cenâb-ı Hak tarafından kullanılması daha güzeldir. Çünkü Cenâb-ı Hakk'a göre müstakbel (gelecek zaman), kendisini va'dinden menedecek hiçbir güç olmaması sebebiyle, şimdiki zaman gibidir. 4) Bu ayet, "Sen, bu beldede, Beytullah'a olan saygıdan ötürü, yapılması sana haram şeyleri hiç işlemedin. Ama, Allah'ı inkar, peygamberleri tekzib eden müşrikler ise böyle değildir. Allahü teâlâ bu beldeye yemin edince bu, bu beldenin alabildiğine faziletli olduğuna delalet etmiştir. Daha sonra da, “Ve ente hillun bihaza'l-beled” buyurmuştur ki bu, "Sen, bu muazzam mükerrem beldenin sakinlerindensin. Bu beldenin halkı, senin aslını, nesebini ve bir ömür boyu kötü işlerden temiz ve uzak olduğunu bilirler" demektir. İşte bu, Hak teâlâ'nın, "O (Allah) ümmîlere, kendilerinden bir peygamber gönderendir" (Cuma, 62/2), "Andolsun ki size, içinizden bir peygamber gelmiştir" (Tevbe, 9/128) ve "(Peygamberliğimden) önce, sizin içnizde uzun zaman bulunmuştum" (Yûnus, 10/16) ayetleriyle anlatılan husustur. Binâenaleyh Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in bu beldeden oluşundan maksad, Resulüllah'ın makamının yüceliğini anlatmaktır. Ayetteki, “Ve vâlidin vemâ veled” "Babaya da evlada da yemin ederim ki..." ifadesine gelince, bil ki bu, “Lâ uksimu bihaza'l-beled” ifadesine ma'tuftur. Aradaki “Ve ente hillun bihaza'l-beled” ifâdesi ise, ma'tuf ile ma'tufun aleyh arasına girmiş, bir i'tiraziyye cümlesidir. Müfessirler, bu hususta şu izahları yapmışlardır: 1) Vâlid (baba), Hazret-i Âdem (aleyhisselâm); evlad da, onun zürriyetidir. Cenâb-ı Hak, bunlara da yemin etmiştir. Çünkü bunlar, yeryüzünde Hak teâlâ'nın yarattığı en ilginç varlıklardandır. Zira bunlarda açıklama, konuşma, düşünme, ilimler çıkarma kabiliyeti vardır. Peygamberler, Allah'a davet edenler ve Allah'ın dinini destekleyenler, bu cinsten, yani insan cinsindendir. Yeryüzündeki herşey bunlar için yaratılmıştır. Cenâb-ı Hak, meleklere, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e secde etmelerini emretmiş ve ona bütün isimleri öğretmiştir. Ayrıca, "Biz insan oğlunu mükerrem kıldık" (İsra, 17/70) buyurmuştur. Binâenaleyh Allah bütün insanoğluna, salihine, fasidine bu ayetle yemin etmiştir. Çünkü biraz önce de belirttiğimiz gibi, insanoğlunun bünyesinde ve terkibinde açıkça görülen ilginç şeyler vardır. Buradaki yeminin, insanların fasitlerinin (kötülerinin), sanki Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in çocukları olmamasına, bunların, Hak teâlâ'nın da "Bunlar hayvanlar gibidirler, hatta yol bakımından daha sapıktırlar" (A'raf, 7/179) ve "Bunlar, sağır, dilsiz kördürler. Binâenaleyh hakka dönmezler" (Bakara, 2/18) ayetlerinde beyan ettiği gibi, birer hayvan gibi olduklarından dolayı, burada sadece Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'e ve onun salih çocuklarına yemin edildiği de söylenmiştir. 2) Buradaki baba, İbrahim ve İsmail (aleyhisselâm), evlad da Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Çünkü Cenâb-ı Hak, burada Mekke'ye yemin etmiştir. Mekke'nin banisi, İbrahim (aleyhisselâm), (en şerefli) sakinleri ise, Hazret-i İsmail (aleyhisselâm) ve Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dir. Bu ifadelerin nekire getirilişi ise, başlıbaşına bir övgü ve hayranlık ifade eden bir ibkâmdır (kapalılıktır). Hak teâlâ, “Vemâ velede” buyurdu, “Vemen velede” demedi. Bu Hak teâlâ'nın (Al-i İmran, 3/36) ayetinde de olan incelikten ötürüdür. Yani, "(Meryem) herne doğurursa, bilesin ki o, şanı yüce bir çocuk olacaktır" demektir. 3) Vâlid (baba), Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm), evlad ise, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in bütün neslidir. Çünkü onun nesli, arabı da, acemi de içine alır. Zira İbrahim (aleyhisselâm)'in tüm zürriyeti, Şam, Mısır, Beyt-i Makdis (Kudüs) ve Arap topraklarının faziletli bölgelerinde oturmuşlardır. Rumlar da bunlardandır. Çünkü rumlar, İsâ b. İshak'ın çocuklarıdır. Ayetin bu ifadesini, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in arapdan olan zürriyetine tahsis edenler olduğu gibi, sadece müslüman araplara tahsis edenler de vardır. Biz, bu yeminin, İbrahim (aleyhisselâm)'in, sadece mü'min olan zürriyetine yapıldığını söyledik. Zira, teşehhüdde "kemâ salleyte alâ İbrahîme ve alâ âli İbrahîme" denilmesi meşru kılınmıştır ki, buradaki "âl" sözüyle, mü'minler kastedilmiştir. 4) İbn Abbas'ın, şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Vâlid” "doğuran" “Vemâ veled” de, doğurmayan, demektir. Bu tefsire göre, “Vemâ vlede” ifâdesinin başındaki “Mâ” nefy için olmuş olur. Böyle olması halinde ise, mutlaka bir ism-i mevsulün takdir edilmesi gerekir. Buna göre kelamın takdiri, “Vevâlidi vellezi vemâ velede” şeklinde olur ki, böyle bir takdir Basralılara göre caiz değildir. 5) Ayetteki bu ifadelerle, bütün baba ve çocuklar kastedilmiştir. Uygun olanı da budur. Çünkü mahlukatin tümünün saygınlığı, bu sözde mevcuttur. Cenâb-ı Hakk'ın "Biz insanı andolsun meşakkat içinde yarattık" ifadesiyle ilgili olarak şöyle birkaç mesele vardır: “Kebed” kelimesinin ne demek olduğu hususunda şu izahlar yapılmıştır: 1) Keşşaf sahibi şöyle der: "Buradaki “Kebed” kelimesinin aslı, sen birisinin ciğerini ağrıttığında, böylece de ciğer şişip genişlediğinde kullanmış olduğun “Kebede'r-raculu, kebden fehuve kebidun” ifâdesindendir. Daha sonra, bu kelime, her türlü sıkıntı ve yorgunluğu ifade için kullanılır olmuştur. Ki, mukâbede (zahmet, sıkıntı) ifadesi de buradan türemiştir. Bu ifadenin aslı da, birisi birisinin ciğerine vurduğunda söylenilen “Kebedehu” deyimindendir. Diğer alimler de, kebed kelimesinin, "bir şeyin dehşeti, şiddet ve kuvveti" anlamına geldiğini söylemiştir. Süt, katılaşıp sertleştiğinde kullanılan, “Tekebbede'l-lebenu” ifâdesi de böyledir. Kebed sözü de, bu manaya varıp dayanır, zira kebed de, katılaşmış, sertleşmiş kan demektir. Şimdi bu iki görüş arasındaki fark şudur: Birinci görüş, kebed ismini, bizzat ciğer anlamına almış, şiddet manasına gelen diğer mananın bundan türediğini söylemiş; ikinci görüş ise, ilgili lafzın, şiddet ve sertlik anlamında olmak üzere vaz olunduğunu, ama daha sonra ilgili uzvun ismi olan kelimenin bundan türediğini belirtmiştir. 2) Kebed, istiva, istikamet ve dümdüz oluş anlamına gelmektedir. 3) Bu kelime, çetin, güçlü yaratılışlı anlamına gelmektedir. Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyebiliriz ki, birinci izaha göre, bu ifadeden, sadece dünyevi sıkıntılar ile, sadece mükellefiyetlerin meydana getirdiği sıkıntılar kastedilmiş olabilir. Yine bu ifade ile, sadece uhrevi sıkıntılar da, kastedilmiş olabileceği gibi, her iki dünyanın sıkıntılarının birden kastedilmiş olması da muhtemeldir. Birincisine, yani sadece dünyevi sıkıntıların kastedilmesine gelince, “Lekad halekna'l-insâne fi kebed” ayetinin manası, "Biz o insanı, hepsi de şiddet ve meşakkatli olan bir takım merhaleler içinde yarattık. Bazan anasının karnında, derken süt emme döneminde, daha sonra buluğa erdiğinde, geçim temini için katlandığı güçlüklerde, daha sonra da ölümünden sonra... İkincisine, yani bu sıkıntıların dini yönden olmasına gelince, Hasan el-Basri şöyle der: "İnsan, iyi şeylere karşı şükretmenin, kötü şeylere karşı da sabretmenin sıkıntısını çektiği gibi, ibadetlerini ifadaki sıkıntılara da göğüs gerer." Üçüncüsüne, yani bunun sadece ahiretle ilgili olmasına gelince, bu, insanın ölümüdür, Münkir-Nekir'in hesaba çekmesidir, kabrin karanlığı, derken, öldükten sonra dirilme, Allah'a arzolunma ve, ya cennette yahutta cehennemde yer alıncaya değin geçirdiği sıkıntılardır. Dördüncüsüne, yani bu lafzın, bütün sıkıntı çeşitlerini içine almasına gelince, işte bu, gerçek ve doğru olan kısımdır. Bence burada şöyle bir diğer izah daha yapılabilir: Bu dünyada lezzet namına, kesinlikle hiçbir şey yoktur. Tam aksine, lezzet sanılan şeyler, elemlerden, acılardan kurtulmaktan ibarettir. Bu cümleden olarak mesela, yerken, lezzet sanılan o şey, açlığın acısından; giyerken haz sanılan şey, sıcak ve soğuğun eleminden kurtulma... hazzıdır. Binâenaleyh bu demektir ki, insan için, ya elem veyahutta bir elemden kurtulup başka bir eleme geçmeden başka bir şey düşünülemez. İşte, Cenâb-ı Hakk'ın, “Lekad halekna'l-insâne fi kebed” ayetinin manası budur. İnsanın öldükten sonra mutlaka dirileceği ve kıyametin kopacağı da bu ifadeden çıkmaktadır. Çünkü, insanı yaratmayı tedbir eden hakim zatın bu yaratıştan gayesi insanın acı duyması ise, bu, O'nun rahmetine uygun düşmez. Yok eğer, gayesi, insanın ne acı çekmesi, ne de lezzet duyması ise, böyle bir netice elde etmek için, onu olduğu üzere bırakması yeterliydi. Yok eğer, gayesi, insanın lezzet duyması ise, biz, bu dünya hayatında lezzetin olmadığını, insanın bu dünyada, bir sıkıntı, meşakkat ve mihnet için yaratıldığını biraz önce anlattık. Binâenaleyh, o yurdun saadet, lezzet ve ikramlar yurdu olabilmesi için, bu yurttan sonra bir başka yurdun (ahiret) olması gerekir. Bu kelimenin, dümdüz olma, müstakîm olma manasına gelince, İbn Abbas “Fi kebedin” "Dümdüz, dimdik demektir. Diğer hayvanlar ise, baş aşağı yürürler. İşte bu şekilde yaratılış, insanlar için ilahi bir lütuftur'" demiştir. Bu kelimenin, "güçlü kuvvetli yaratılışta olma" manasına gelince, Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ebu'l-Eşedd künyesini alan, Benî Cumûh kabilesinden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam, ayaklarının altına, tabaklanmış bir deri koyuyordu. İnsanlar, ayaklarının altından o deriyi çekmeye çalışıyorlardı. Deri yırtılıp, paramparça oluyor, ama onun ayakları yerinden oynamıyordu." Bil ki ayete en uygun mana, birincisidir. Kelbî şöyle der: "Bu ayet, Ebu'l-Eşedd künyesini alan, Benî Cumûh kabilesinden bir adam hakkında nazil olmuştur. Bu adam, ayaklarının altına, tabaklanmış bir deri koyuyordu. İnsanlar, ayaklarının altından o deriyi çekmeye çalışıyorlardı. Deri yırtılıp, paramparça oluyor, ama onun ayakları yerinden oynamıyordu." “Fi” ve lâm manaca birbirine yakın iki harf-i cerdir. Nitekim "Sen yorgunsun, bitkinsin" manasında, “Ente li'l-inâi ve nasbi” ve “Ente fi'l-inâi ve nasbi” denilebilir. Burada şu izah da yapılabilir: “Fi kebed” ifadesi, "kebed"in, o insanı, tıpkı zarfın, mazrufu (içindeki şeyi) kuşatışı gibi kuşattığına delalet eder ki burada, biraz önce de bahsettiğimiz gibi, dünya ancak sıkıntı, bela, musibet ve zahmetten başka birşey ulunmadığına bir işaret vardır. Bazı kimseler, ayetteki insan sözü ile, belli bir insanın (kişinin) kastedildiğini söylemişlerdir: Bu da, kendisini güçlü-kuvvetli diye anlattığımız o şahıstır. Fakat çoğu alimler, her ne kadar bu ayetin, o adam bu hareketi yaparken nazil olduğuna karşı çıkmasak bile, bu ifadenin, içine herkesin dahil olduğu kanaatindedirler. |
﴾ 4 ﴿