15"yakınlığı olan bir yetime..." ifâdesine gelince, Zeccâc, bu ifadenin, “Zâ karâbetin” takdirinde olduğunu, zira senin, “Zeydu zu karabeti ve zu mekrabeti” "Zeyd, akrabamdır..." diyebileceğini, fakat, masdar olduğu için, “Zeydu karabeti” şeklindeki ifadenin, ifade edişi bakımından çirkin ve yerinde olmayan bir kullanış olduğunu söylemiştir. Mukatil de, Cenâb-ı Hakk'ın, bu kelime ile, "Kendisiyle onun arasında bir akrabalık bulunan yetim" manasını kastettiğini, dolayısıyla da, burada şu gerekçenin bir arada bulunmuş olduğunu, dolayısıyla bunu doyurmanın daha efdal olduğunu söylemiştir ki, bu iki gerekçe de, onun, hem yetim hem de akraba olmasıdır. Bu kelimenin muhtevasına, neseb bakımından akraba olanlar girdiği gibi, komşuluk bakımından yakın olanların girdiği de ileri sürülmüştür. Cenâb-ı Hakk'ın “Ev miskinen zâ metrabetin” "Yahut toprakta sürünen bir yoksula..." (Beled, 90/16) ifadesine gelince, bu, fakirliğinden ve muhtaçlığından dolayı, toprağa yapışmış, böylece de, üzerinde kendisini örtecek, altında da, altına serebileceği bir şeyi bulunmayan miskin, aşırı yoksul anlamındadır. Rivayet olunduğuna göre İbn Abbas, (yüzü gözü) toprağa bulaşmış bir miskine rastlamış, bunun üzerine, işte bu, Cenâb-ı Hakk'ın, haklarında “Ev miskinen zâ metrabetin” diye buyurduğu kimsedir" demiştir. Şafiî, işte bu ayete dayanarak, "miskin"in, bazan bir şeyler bulabilen, bir şeye malik olabilen kimse olduğunu söylemiştir. Çünkü, eğer "miskin" lafzı, bu kimsenin kesinlikle hiçbir şeyi olmadığına delalet etmiş olsaydı, o zaman bu "miskin" sözünü “Zâ metrabetin” ifadesiyle kayıtlamak, faydasız bir tekrar olurdu ki, bu caiz değildir. Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da, iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye, merhamet, tavsiye edenlerden olmalıdır" (Beled, 9017) ayeti, "Sonra, bu zor işlere giren, ibadet mükellefiyetini üstlenenler, iman edenlerden (...)dir" anlamındadır. Çünkü, eğer bu kimse, bunlardan olmazsa, ne bu taatlardan istifade edebilir, ne de zor işlere girmiş sayılır. Buna göre şayet, "iman, taatlerden, yapılan iyi şeylerden yararlanabilmenin şartı olduğuna göre, taatlardan önce ifade edilmesi gerekirdi. Binâenaleyh, Cenâb-ı Hakk'ın, bu ifadeyi, taatlardan “Summe kâne minellezine amenu” demek suretiyle sona bırakmasının hikmeti ve sebebi nedir?" denilirse, buna şu birkaç açıdan cevap verebiliriz: 1) Bu sonralık, ifade, zikirde, anlatımda söz konusu olup, varoluş ve tahakkuk da değildir. Ve bu tıpkı, şairin, "Şüphesiz ki kendisi seyyid olup, sonra babası seyyid olan, sonra da, bundan önce dedesi seyyid (kavmin lideri) olan kimse..." demesi gibi olup, şairin, “Summe sâde ebuhu” ifadesiyle, tahakkuk etmede bir sonralığı kastetmeyişi gibidir. Çünkü şiirdeki mana, "Sonra sen, onun atasının da seyyid olduğunu anlat..." şeklindedir. Ayette de böyledir. 2) Ayette kastedilen mana, "Sonra da bu kimse, işin neticesinde, son ömründe iman edenlerden oldu... Yani, iman üzere öldü..." şeklindedir. Çünkü, taatlardan istifade etmenin şartı, ancak bu şekilde ölmektir. 3) Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman etmezden önce, kim Allah'a yaklaşmak maksadıyla bu ibadetleri yaptığı, bundan sonra, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e iman ederse, şimdi, bazı kimselere göre bu kimse, o taatlardan da, mükafaat almış olur. Bunun delili ise, şu rivayettir: Nukeym ibn Hizam, müslüman olduktan sonra, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, "Bizler, cahiliyye dönemimizde de, bir takım iyi amellerde bulunuyorduk. Şimdi, o iyi amellerimizden ötürü, bizim için bir mükafaat var mı?" deyince, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), "Yaptığın o iyi şeylerden ötürüdür ki, müslüman oldun..." buyurmuştur. 4) Cenâb-ı Hakk'ın, “Summe kâne minellezine amenu” ifâdesinden kastedilen, mertebe ve fazilet bakımından, imanın, köle azad edip sadaka vermekten daha üstün oluşudur. Zira, insanın sağladığı mükafaat derecesi, diğer amellerin sağladığı mükafaat derecelerinden çok çok büyüktür. “Vetevâsa bi's-sabri vetevâsav bi'l-merhameti” ayetine gelince, bu, "Onlar birbirlerine, ya, imanın getirdiği külfetlere ve onu devam ettirmeye karşı sabrı, yahutta günahlara, taatlara ve kendisiyle mü'minlerin imtihan edildiği sıkıntılara karşı sabretmeyi tavsiye ederler..." demektir. Daha sonra, Cenâb-ı Hak, merhametin tavsiye edilişini de bunun peşinden getirmiştir ki, bu da, kişilerin birbirlerine mazluma ya da fakire merhamet etmelerini, yahut dinen kötü sayılan bir şeyi yapmaya yeltenen kimseye, merhamet edip de, onun, bu şeyi yapmasını engel olmayı öğütlerler..." demektir. Çünkü, bütün bunlar, "merhamet" sözünün muhtevasına dahildir. Ve bu, kişinin, başkasına, hak yolu göstermesi ve mümkün olduğu kadar batıl ve şer yollarına girmesine mani olmasının gerektiğine işaret etmektedir. Bil ki, Cenâb-ı Hakk'ın, "Sonra da, iman edenlerden, birbirlerine sabrı tavsiye, merhameti tavsiye edenlerden olmalıdır" ifadesi, "o çetin işlere giren kimseler, işte bu zümreden ve bu gruptandır" şeklindedir. Bu zümre ve grup da, mesela dört halife ve diğerleri gibi, sahabenin büyükleridir. Çünkü bunlar, dinin ve dindarların getirdiği sıkıntılara karşı, sabretme ve mahlukata merhamet edip acımada en ileri noktada olan kimselerdi. Sözün özü bu demektir ki, ayetteki, "sabrı tavsiye ederler" ifadesi, Allah'ın emirlerinin alabildiğine tazim edildiğine, "merhameti tavsiye ederler" ifadesi de, Allah'ın yarattığı şeylere, alabildiğine şefkat duymaya bir işaret olup, taat işinin varıp dayandığı şey de, işte bu iki temel unsurdur... Ve bu, bazı muhakkik ulemanın, "Tasavvufta aslolan iki şey; yani, Hakka karşı sadakat, mahlukata karşı güzel huy.." şeklinde dedikleri şeydir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, bu mü'minleri bu şekilde tavsif edince, kıyamet gününde bunların kimler olacağını da beyan etmek üzere "Ulâike eshâbu'l-meymene” "İşte bunlar sağ ehlidirler" (Beled, 90/18) beyan buyurmuştur. Bu ifadeye şunun için yer vermiştir: Allahü teâlâ, bunların halini Vakıa Sûresi'nde beyan etmiş ve bunların, "Dikensiz kirazlar, meyveleri tıklım tıklım muz ağaçları..." (Vakıa, 56/28-29, vd..) içinde olduklarını belirtmiştir. Keşşaf sahibi, meymene ve meş'eme kelimelerinin, "yemîn" ve "şimal" kelimeleri gibi olduğunu, mananın "kendileri için uğur veya uğursuzluk beklentisi içinde oldukları..." biçiminde olduğunu söylemiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Vellezine keferu biâyâtinâ hum Ashâbu'l-Meş'emeh” "Ayetlerimize küfredenler ise, sol ehlinin ta kendileridir" (Beled, 90/19) buyurmuştur ki, bu ifadeyle, kitabları sollarından ya da arkalarından verilenler kastedilmiştir ki, Allahü teâlâ, bunlardan Vakıa, 56/42-43. ayetlerinde de bahsetmiştir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, “Aleyhim nârun mu'sadeh” "Ki üzerlerine kapılar sımsıkı kapatılmış bir ateş vardır" (Beled, 90/20) buyurmuştur. Bu ifadeyle ilgili birkaç mesele vardır: “Mu'sade” Kelimesi Hakkında Ferrâ, Zeccâc ve Müberred, "Arapça'da sen bir kapıyı iyice kapadığında, “Evsadtu'l-bâbe” veya “âsadtu'lbâbe” dersin" Binâenaleyh, kim bu ifadeyi, hemze ile “Mu'sadetun” şeklinde sokumuş ise, bunu, “âsedtu” kökünden türetmiş ve ismi mef'ûlünü de hemzelemiştir. Bunun “Evsadtu” kökünden türemiş olduğu da söylenebilir. Ancak ne var ki, ayetteki, bu ifadeyi hemzeli olarak, “Mu'sadetun” şeklinde okuyanlar bu hemzeyi, mâ kabli mazmûm (dammeli) olduğunda, mesela, “Mu'sâ” kelimesi gibi, vâv'ı hemzeye çevirenlerin lehçesine göre böyle okumuşlardır. Şimdi, bu kelimeyi hemze ile okumayanlara gelince, muhtemelen şu iki şey uygulanmıştır: 1) Bu kelimenin, tıpkı “Ev'adtu” kökünden, “Mu'ade” kelimesinin “Muade” şeklinde kullanılması gibi, “Evsadtu” kökünden olup, ism-i mefûlünü hemzelemeyenlere göre böyle, yani “Mu'sadetu” şeklinde okunması... 2) Bu kelimenin, “âmene” gibi “âsade” kökünden olması, ne var ki, “Elceunete” ve “Elbu'su” kelimelerinin hafifletilerek (hemzeleri atılarak) “Elcunetu” ve “Elbusu” şeklinde okunması gibi, bu kelimenin de hemzesinin yumuşatılarak ve vâv'a çevrilerek “Mu'sadetun” şeklinde okunması... Ferrâ da şöyle der: Bu ifadenin hem “Elâsidu” ve “Elvesidu” kökünden olduğu söylenebilir ki, "bu kökten de yine, ifade kapısı kapanmış, iyice kapanmış ateş..." anlamına gelir. “El-mu'sadetu” kapılar hakkında kullanılır. “Aleyhim nârun mu'sadetu'l-ebvâb” "Onların üzerine, kapıları kapatılmış bir ateş salıverilir, onlar, böyle bir ateş içindedirler" takdirinde olmak üzere, cehennem bu şekilde nitelenegelmiştir. Binâenaleyh, her ne zaman, izafeti terkedersen kelimenin sonuna tenvin gelir. Çünkü bu iki husus, birbirlerini izlerler. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır. Salat ü selâm Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e, âline ve ashabına olsun (amin)! Bunu iyice kavradığına göre şimdi biz diyoruz ki, Mukatil, “Aleyhim” ifâdesinin manasının, yani, "O cehennemin kapıları iyice kapanmıştır. Dolayısıyla, cehennemlikler için herhangi bir kapı açılmaz ve hiçbir zaman o cehennemden ne keder ve gam dışarı çıkabilir, ne de oraya bir hava ve rahatlık girebilir... Buna göre bu ifade tıpkı Cenâb-ı Hakk'ın, "Onları, o cehennemin duvarları kuşatmıştır..." (Kehf, 18/29) ifadesi gibi olmuş olur. |
﴾ 15 ﴿