2"Sizi, çoklukla böbürleniş (o derecede) oyaladı. Hatta kabirleri ziyaret ettiniz...". Bu ifadelerle ilgili birkaç mesele vardır: (el-ilhâ), lehve, eğlenceye yönelmen anlamındadır. Lehv ise, kişinin heves ve arzusunun davet ettiği şeylere yönelmek demektir. Bir şeye yönelmenin başkasından yüz çevirmeyi gerektireceği ise malumdur. İşte bundan dolayı dilciler "Beni unuttu, beni meşgul etti" anlamında, derler. "Zübeyr, gök gürültüsünün sesini duyunca, ne söyleyeceğini unuttu şeklindeki söz de buna dayanır,. Yani, sözünü bıraktı, ondan adeta yüz çevirdi, demektedir. O halde, yapmadığın, terkettiğin herşeyden yüz çevirmiş olursun. el-Tekâsür mal, makam ve şan-şöhret çokluğu ile övünmen demektir. Nitekim Arapça'da, insanlar karşılıklı olarak şan ve şereflerini denkleştirmeye çalıştıklarında, denilir. Ebû Müslim de şöyle der: "et-Tekâsür", "kesret" kökünden, "tefâül" vezninde bir kelimedir. "Tefâül" ise, şu üç manadan biri için kullanılır: Bu kalıbın, iki kimse arasındaki bir ortaklığı ifade etmiş olması, muhtemeldir. Böylece "tekâsür", "mukâseretun" babından olmuş olur. Fiili, istemeye istemeye üstlenmek anlamına da gelir. Nitekim sen bir şeyi istemeyerek yaptığın zaman, tâ dersin. Ve yine sen, bir şeyi görmemezlikten gelip, gafilmiş gibi davrandığında, dersin. Bu kalıbın, bizzat fiilin kökü, anlamına gelmiş olması da muhtemeldir. Nitekim sen, anlamında, dersin. Bu ayette, "tekâsür" lafzı, ilk iki manaya gelebilir. Binâenaleyh, "tekâsür"ün, müfaele, yani "mukâseretun" anlamına gelmesi, muhtemeldir. Çünkü, nice iki kişi vardır ki, onlardan herbiri diğerine, "Ben senden, mal bakımından daha ileriyim, taraftar bakımından da daha güçlüyüm" der. Çoğaltmayı üstlenme anlamına da gelmiş olabilir. Çünkü, düşkün ve haris kimse, bütün ömrü boyunca, malını çoğaltmayı üstlenir, kendini buna verir. Bil ki, tefahür ve tekâsür, şey olup, bu ayetin bir benzeri de, Arasında iftihar etme..." (Hadid,20) ayetidir. Bil ki tefâhür, insanın, saadet çeşitlerinden bir çeşidi kendisine nisbet etmesiyle, kendisinde bunun bulunduğu iddia etmesiyle olur. Saadet nevileri ise, üç tanedir. 1) Nefiste. 2) Bedende. 3) Bedeni hariçten saran şeylerde, eşyada. Nefiste olana gelince, bu, ilimler ve üstün huylar, meziyetlerdir. Ki, işte bu ikisi, Cenâb-ı Hakk'ın, Hazret-i İbrahim (aleyhisselâm)'in söylediğini naklettiği, "Ya Rabbi, bana bir hüküm bağışla ve beni salih kullarına ..." (şuarâ, 83) duasıyla kastedilmişlerdir. İşte bu iki şey sayesinde kişi, ebedî beka ve mutluluğu elde eder. Bedende olana gelince, bu da sıhhat ve güzelliktir. Ki bu, ikinci derecededir. Bedenî hariçten saran şeylere, gelince, bunlar da iki kısımdır: a) Zaruri olanlar, bunlar mal ve makamdır, b) Zaruri olmayanlar... Ki, bunlarda akraba ve dostlardır. Üçüncü mertebede saydığımız şeyin tümü, beden için amaçlanır. Bunun delili ise şudur: Bedenin uzuvlarından herhangi bir uzuv acı çektiğinde, mal ve makam, bu uzuv için feda edilir. Bedeni mutluluklara gelince, fazıl kimseler, bunları nefsanî mutluulklar için elde tutmak isterler. Zira, beden sağlam olmadığı müddetçe, nefsanî ve baki mutlulukları elde etmeye, kişi, zaman bulamaz. Bunu iyice kavradığına göre biz diyoruz ki, aklı olan kimsenin, o say ü gayretini, daha mühim olanı mühim olana takdim etme uğrunda harcaması gerekir. O halde bu demektir ki, mal, makam, taraftar ve akraba ile övünmek, mutluluk sebeplerini en düşük dereceleriyle övünmek demektir. Halbuki bununla meşgul olmak, insanı, ilim ve amel vesilesiyle, ruhani mutlulukları elde etmekten alıkor. Böylece bu da, mutluluk derecelerinin en düşüğünü, en kıymetlisine tercih etmek olur. Halbuki bu, vacib olanın ve hak olanın, aksi ve zıddı olmuş olur. İşte bu yüzden Cenâb-ı Hak, bunları zemmederek, buyurmuştur. Bu ifadeye, sayı, mal, makam, akraba, tareftar ve asker gibi şeylerle övünme de dahildir. Velhasıl, "tekâsür" ifadesinin içine, dünya, onun lezzetli ve şehevî şeylerin tümü de girer. (......) ifadesinin, onların durumlarını haber veren bir ifade olması muhtemel olduğu gibi, tevbîh ve takrîc anlamında bir istifham olması da muhtemeldir. Bu durumda kelamın takdiri, "Sizi... oyaladı mı..." şeklindedir. Ve bu tıpkı, (Nâziat, 11) ifadelerinin okunuşu gibidir. Tefahur'un Her Şekli Kötü Değildir Ayet, övünmenin böbürlenmesinin, kınanmış olduğuna delalet etmektedir. Akıl ise, hakiki mutluluklarda övünme ve böbürlenmenin mezmun olmadığını göstermektedir. Abbas'ın, "sıkâye"nin kendi elinde; Şeybe'nin de, Kâ'be'nin anahtarlarının da kendi elinde olmasıyla övündükleri ve neticede de Hazret-i Ali (radıyallahü anh)'nin, "Ben, küfrün hortumunu (burnunu) kılıcımla kestim. Küfre "misle" yapıldı.. Sizler de ancak bundan sonra müslüman oldunuz..." deyip de bu onlara ağır gelince "Sizler, hacılara su vermenizi (sıkâye)... ve Mescid-i Haram'ı imar etmeyi, Allah'a ve ahirete iman eden ve Allah yolunda cihad eden kimsenin işi gibi mi tuttunuz?" (Tevbe, 19) ayetinin nazil olduğuna dair rivayet bu kabildendir. Biz, Cenâb-ı Hakk'ın (Duhâ, 11) ayetini tefsir ederken, insanın, bu konuda başkalarının kendisine uyacağını tahmin ettiğinde, bu durumda yaptığı taatlar ve huy güzelliği ile övünebileceğini söylemiştik. Böylece, mutlak manada bir övünmenin mezmun olmadığı sabit olur. Tam aksine, ilim, taat, güzel ahlak hususunda övünmek, güzel bir şey olup, bu, güzel şeylerin aslı ve temelidir. O halde bu demektir ki ifadesindekı elif-lâm istiğrak için olmayıp, tam aksine, "ahd" içindir. Ki bu da, dünya, onun leziz şeyleri ve dünya ile alakalı olan şeylere övünmektir. Çünkü, kişiyi, Allah'a taattan ve O'na kulluktan alıkoyan şeyler bunlardır. Bunlar aklen kabul edilen, dinlerde de, üzerinde ittifak edilen şeyler olunca, bu ifadenin başına, harf-i tarifin getirilmesi pek yerinde olmuş olur. Ayetin tefsiri hususunda da şu izahlar yapılabilir: Birinci Görüş: "sizi, sayının çokluğu ile böbürlenmek alıkoydu..." Rivayet olunduğuna göre bu ayet-i kerime, Beni Sehm ile, Beni Abd-i Menaf hakkında nazil olmuştur. Çünkü onlar, hangilerinin daha kalabalık olduğu hususunda karşılıklı övünmeye girişmişlerdi. Beni Abd-i Menaf, daha çok idi. Bunun üzerine Beni Sehm, "Gelin, dirilerinizi, ölülerinizin toplamını, ölülerinizin dirilerinizin toplamı ile mukayese edelim.." dedi de, bunu uyguladılar. Derken, Beni Sehm, daha kalabalık çıktı. İşte, bunun üzerine bu ayet, nazil oldu. Bu rivayet, Kur'ân'ın zahirine uygundur. Çünkü "ta kabirleri ziyaret ettiniz" ifadesi, bu işin, geçmiş bir hadise olduğuna delalet etmektedir. Böylece, Cenâb-ı Hak adeta, onları, kendi hallerine şaşmaya davet ederek, "Farzedin ki sizler, onlardan Sayıca daha çoksunuz, ama bu, ne fayda sağlar?!" demek istemiştir. "Ziyaret", bir yere gelmek-gitmek demektir. Bu geliş ise, pekçok maksat için olur. Ama, bunların en ehemmiyetlisi ve nazar-ı dikkate alınmaya en evla olanı, kendisi sebebiyle, kişinin kalbinin rikkate kavuştuğu, duygulandığı, dünya sevgisinin kalbinden silindiği ziyarettir, geliştir. Çünkü kabirleri görmek Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in de, "Sizlere, kabirleri "Sizlere, kabirleri ziyareti yasaklamıştım. Dikkat, artık şimdiden sonra kabirleri ziyaret ediniz (ziyaret edebilirsiniz). Çünkü onları ziyaret etmede, ibret ve öğüt alma vardır' Müslim, cenâiz, 106 (2/672). hadis-i şerifinde de beyan ettiği gibi, bunu doğurur. Sonra sizler, kalblerinizin katılığı ve dünya sevgisi içinde, kabirleri ziyaret ediniz. Binâenaleyh hüküm değiştiği için, Allahü teâlâ bunu teaccüb (muhatabları hayrete davet) sadedinde zikretmiştir. İkinci Görüş: Bu ifade ile, insanların mal ve zenginlik bakımından öğün meleri kastedilmiştir. Bu görüşte olanların delili ise şudur: Rivayet olunduğuna göre, Mutarraf b. Abdullah b. Şahîr, babasından, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ayetini okuyup, şöyle dediğini rivayet etmiştir: "İnsanoğlu "malım, malım" der. Ama (ey insanoğlu) senin malın ancak, yiyip de bitirdiğin; giyip de eskittiğin, tasadduk edip de gerçekleştirdiğin şeylerdir. Müslim, zühd, 3(4/2273); Tirmizi, Zühd, 3 (4/572). Ayetteki, "Hatta kabirleri ziyaret ettiniz" ifâdesi, "Taki öldünüz" demektir. "Kabirleri ziyaret" mecazen ölmek manasınadır. Nitekim Arapça'da, ölen kimse içip, "Kabrini ziyaret etti" resmini (kabrini) ziyaret etti" denilir. Cerîr de Ahtal'a "Ebû Mâlik öldü, anası da onun devamlı ziyaretçisi oldu" demiştir. Buna göre ayetin manası, "Malları çoğaltmaya ve artırmaya olan hırs ve düşkünlüğünüz, Rabbinize taat ve ibadetten oyaladı, alıkoydu. Bu halinizi sürdürürken, ecelinizin gelip çattı" şeklinde olur. Ayeti bu manaya hamletmenin şu iki bakımdan müşkil olduğu ileri sürülmüştür: a) Ziyaret eden, o anda ziyaret edip, sonra da çekip giden kimseye denir. Ölen ise, artık kabrinde kalakalır, Binâenaleyh ölen kimse için, daha nasıl, "kabirleri ziyaret etti" denilebilir. b) Bu ayet, geçmiş zaman siğasıylasıdır. Binâenaleyh daha nasıl gelecek zamana hamledilebilir. Birinci itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Ziyaretçi bazan, ziyaret ettiği yerde bekleyebilir. Fakat o, birgün mutlaka oradan ayrılacaktır. Kabire girenler de, birgün oradan, hesab yerine göçeceklerdir. İkinci itiraza da şu bakımlardan cevap verilebilir: a) Bu ifade ile, yaşlılığı sebebiyle, ölümle yüzyüze gelmiş kimseler kastedilmiş olabilir. İşte bu yüzden, bu kimseler hakkında, "o kabrin kenarında, bir ayağı çukurdadır" denilir. b) İnsanlara ibret olsun diye, geçmiş kimselerden bahsetmek, onlardan haber verme gibidir. Çünkü onlar da, bu insanların yolu üzere idiler. Hak teâlâ'nın, "Peygamberleri öldürüyorlar" (Bakara, 61) ayeti de böyledir. (Yani ataları peygamberleri öldürdüğü halde, onların yolunda olan nesillerine böyle söylenmiştir). c) Ebû Müslim'e göre, "Allahü teâlâ kıyamet gününde, kafirleri ayıplamak için bu sûre ile hitap edecektir. Halbuki kafirler, bundan önce kabirleri ziyaret etmişlerdi. (İşte ayet bu yüzden geçmiş zaman sığasıyladır). Üçüncü Görüş: Mala ve onu çoğaltmaya olan düşkünlüğünüz sizi oyaladı. Böylece ölünceye kadar, o malın zekatını da vermediniz. Ama şimdi ölürken, "zekat için şu kadar, hac için şu kadar vasiyet ediyorum" demeye başladınız. Dördüncü Görüş: Övünmeniz sizi, ibadetten alıkoydu da böylece artık dine önem vermediniz. Aksine kalbleriniz hiç kırılmayan bir taş gibi oldu. Sadece kabirlerinizi ziyaret ettiğinizde, kalbleriniz yumuşadı oysa, her zaman böyle olmalıydınız. Yazık! dininizden nasibiniz bu kadar mı olmalıydı. Bunun bir benzeri de Hak teâlâ'nın, "Ne kadar az şükrediyorsunuz" (A'râf, 10), yani, "Bu kadar az şükrünüzle yetinmem" ayetidir. Allahü teâlâ, "Sizi, çoklukla böbürlenmeniz, şundan oyaladı" dememiştir. Çünkü mutlak olarak zikretmek, yani bir şeyden gelen olarak bahsetmek daha çok zemmi ifade eder. Zira bu durumda muhatabın aklı, her türlü ihtimali düşünür. Dolayısıyla da ifadenin içine, mahallin elverdiği herşey girebilir. Yani, "Övünmeniz sizi, Allah'ı zikirden, farzlardan, mendublardan, marifetullah'dan, taattan, tefekkürden ve tedebbürden alıkoydu" demek olur. Yahut şöyle diyebiliriz: "Ayetin öncesine bakarsak mana, "Övünmeniz size, kâria (kıyamet) işi üzerinde düşünmekten ve ölmekten bu gün için hazırlanmaktan alıkoydu" şeklinde olur. Yok eğer, bu ayetten sonraki ifadeleri nazar-ı dikkate alırsak, bu durumda da mana, "Övünmeniz sizi oyaladı ve böylece (kabirlere girerek) kabirleri ziyaret edinceye kadar, ölümü unuttunuz" şeklinde olur. |
﴾ 2 ﴿