3

"Ancak iman edenlerle güzel güzel amellerde bulunanlar, birde birbirine hakkı tavsiye, sabrı tavsiye edenler böyle değildirler...".

Bil ki, "iman ve salih amel"in ne olduğu defalarca geçmişti. Sonra, burada şöyle birkaç mesele vardır:

Birinci Mesele

"Amel, imanın mefhumuna dahil değildir" diyenler şu şekilde istidlalde bulunmuşlardır: Allahü teâlâ, bu ayette,

"câhil amel"i kelimesini, "iman" kelimesine atfetmiştir. Şimdi "salih amel", "îman"ın muhtevasına dahil olmuş olsaydı, bu bir tekrar olmuş olurdu. Cenâb-ı Hakk'ın (Ahzâb, 7) ve ve (Bakara, 98) ayetlerindeki gibi, Kur'ân-ı Kerim'de bir tekrarın . bulunduğunun söylenilmesi ise, mümkün değildir. Çünkü biz diyoruz ki, oradaki tekrarlar, güzel ve yerindedir. Zira, bu tekrar, tekrar edilen o kelimelerin, o bütünün türlerinin en kıymetlileri olduğuna delalet etmektedir. Halbuki, salih amel ise, iman olarak adlandırılan şeyin çeşitlerinin en kıymetli türü değildir. Binâenaleyh bu tevil batıl olmuş olur. Halimî şöyle der: "Bu tekrar, kaçınılmazdır. Çünkü, "îman" sözcüğü, her ne kadar "amel-i salih" sözünü ihtiva etmese dahi, ancak ne var ki, "salih amel" ifadesi, iman sözünü ihtiva etmektedir. Böylece de, (......) kelimesi, ifâdesinin getirilmesinden müstağni olabilir. Üstelik, ifâdesi ifadelerini de içine alan bir ifadedir. Binâenaleyh bu ifadelerin de bir tekrar olması gerekir." Evvelkiler buna cevap vererek şöyle demişlerdir: Biz, tekîd maksadıyla bir tekrarın bulunmasına karşı değiliz. Ancak ne var ki, asl olan, tekrarın olmamasıdır. Bu kadarak şey ise, istidlal için yeter sebeptir.

Büyük Günah İşleyenin Cezası

İkinci Mesele: Büyük günah işleyenlerin ceza görmelerinin kesin olduğunu söyleyenler bu ayetle istidlal ederek şöyle derler: "Ayet, insanın, her halükârda bir ziyan içinde olduğuna delalet etmektedir. Daha sonra Cenâb-ı Hak, böylesi insanlardan, iman edip salih amel isteyen kimseleri istisna etmiştir. Halbuki, iki şartın ikisine birden bağlanan şey, şartlardan birisi bulunmadığı zaman, onlara bağlanan şeyde bulunmaz. Böylece biz, İman ve salih ameli birlikte bulundurmayan kimselerin, mutlaka hem dünya, hem de ahirette bir zarar içinde olacaklarını anlıyoruz. Şimdi, bu iki hususiyeti birlikte yaşayanlar çok az olup, ziyan ve hüsran da bu iki özelliği birlikte yaşamayan kimseleri, zorunlu vasfı olunca, kurtulanlar, helak edenlerden daha az olmuş olur. Sonra, şayet kurtulanlar daha çok olsaydı bile, senin helak olan o az kimselerden olmaman için, yine, senin korkma ve haşyetinin büyük olması gerekir. Ya, kurtulanlar az iken, senin korkun nasıl olmalıdır?! Korkunun çok ileri derecede olması gerekmez mi?!

Üçüncü Mesele

Eşyadaki Hüsün ve Kubûh

Ayetteki bu istisnada şu üç şey yatmaktadır:

1) Bu, ömrünü ve gençliğinin geçmesinden ötürü, mü'mini teselli eden bir ifadedir. Çünkü böylesi mü'minin ameli, onu, gençliğinden ve ömründen daha hayırlı bir şeye laştırmaktadır.

2) Bu, seni taata davet eden tüm duyguların, salah, güzel ve iyi şeyler; Allah'dan alıkoyan tüm şeylerin ise, fesat, kötü ve çirkin şeyler olduğuna dikkat çekmektir.

3) Mu'tezile şöyle der: "Amellerin, "sâlih" diye isimlendirilmesi, amellerin "hüsün" (güzellik) yönünün, Eş'ârîlerin ileri sürdüğü gibi, Cenâb-ı Hakk'ın onları emretmesinden ötürü olmadığına, ne var ki ilahi emrin, o ameller aslında, iyilik sayılan şeyleri ihtiva ettiği için, asıllarında hüsün (güzellik) olduğu için olduğuna dikkat çekmektir." Eş'ârîler buna şu şekilde cevap verir: "Allahü teâlâ bu amelleri "sâlih" diye nitelemiş, ama bunların, kendilerine ait bir takım sebeblerden ötürü mü, yoksa Allah'ın emretmesi sebebiyle mi salih olduklarını beyan etmemiştir."

Dördüncü Mesele

Birisi şöyle diyebilir: "Cenâb-ı Hak, "husr" (ziyan) ile ilgili hükmü zikretmiş, bunun sebebini zikretmemiş; "ribh" (kazanç) tarafının ise sebebini zikretmiş ve bunun, iman ile salih ameller olduğunu bildirmiş, ama hükmünü zikretmiştir. Öyleyse, aradaki fark nedir?" Biz deriz ki: Hak teâlâ, ziyanın sebebini zikretmemiştir. Çünkü ziyan, "fiil" ile yani günahı bizzat işlemekle meydana gelebileceği gibi, "terk" ile, yani taata yönelme işini terk ile de meydana gelir. "Kazanç-kâr" ise, ancak "fiil" ile elde edilir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ, kazancın sebebini zikretmiştir. Bu da, salih ameldir. Burada şöyle bir izah daha yapılabilir: Allahü teâlâ, zarar tarafını kapalı geçmiş, tafsilatını vermemiştir. Ama kazanç tarafında detayı geçmiş, onu açık-seçik koymuştur ki kerimeliğe de yakışan budur.

Gerçeği ve Sabrı Tavsiye

Hak teâlâ'nın, "Birbirine hakkı tavsiye eden, sabn tavsiye edenler böyle değil" ayetine gelince, bil ki Allahü teâlâ, ayette istisna edilenler arasında, imanları ve salih amelleri sebebiyle, bir ziyan ve iflas içinde olmaktan hariç kalıp, kendilerini mükafaat elde etmeye ve ilahi cezadan kurtulmaya götüren şeylere sımsıkı sarılmaları açısından, mutluluk erbabı kimseler (saidler) haline gelenler olduğunu beyan edince, bundan sonra onları, alabildiğine taata düşkün olmakla ve sadece kendilerini ilgilendiren şeylerle yetinmeyip, dindarların içinde bulunmaları gereken bir durum olarak, başkalarının da taatlarına sebep olsunlar diye, yollarını, "başkalarına da tavsiye eden kimseler" olarak tavsif etmiştir. İşte Hak teâlâ bu yüzden ve bu tarz üzere, "Ey iman edenler, kendinizi ve çoluk-çocuğunuzu ateşten koruyunuz" (Tahrîm, 6) buyurmuştur. Binâenaleyh "hakkı tavsiye"nin içine, ilim ve amel gibi, dinin diğer hususları; "sabrı tavsiye"nin içine de, kişinin kendi nefsini, hem kendine farz olanları yapma hususunda, hem de haramlardan kaçınma hususunda, mükellefiyet meşakkatlerine katlanması da girer. Çünkü, nefsin hoşuna gitmeyen işlere yönelip, hoşuna giden (haramlardan) geri durması, bu her ikisi de, çok zor iştir.

Bu ayetlerle ilgili bir kaç mesele var:

Kurtuluş Şartları

Bu ayette, alabildiğine bir tehdid vardır. Çünkü Hak teâlâ, şu dört şeyi yani, iman, salih amel, hakkı tavsiye ve sabrı tavsiye işini yerine getirenler hariç, bütün insanlığın hüsranda (ziyanda) olduğunu bildirmiştir. Binâenaleyh bu, kurtuluşun ancak bunların tümüne bağlı olduğuna delalet eder ve mükellefe, kendi İşlerini yapması gerektiği gibi, kendisi dışındakiler için de dine davet etmek, nasihat, emr-i maruf nehy-i münkerde bulunmak ve kendisi için sevip, arzu ettiği şeyi, bakaları için de sevip arzu etmesi gibi, yapması gereken işler olduğunu gösterir. Hak teâlâ daha sonra, birincisi Allah'a daveti, ikincisi davet işini sürdürme; yahut da birincisi, emr-i ma'rufu (iyiliği emir ve tavsiyeyi); İkincisi de, nehyi münkeri (kötülükten sakındırmak ve alıkoymayı) içine alsın diye, fiilini tekrar etmiştir. Hak teâlâ'nın, "Münkeri nehyet ve sabret"(Lokman, 17) ayeti de böyledir. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh) de, "Beni, kusurlarım hususunda ikaz edenden Allah razı olsun, Allah ona rahmet etsin" demiştir.

Hakikat Pahalıdır

Ayet, hakkın ağır bir şey olduğuna; mihnet ve sıkıntıların ise onun ayrılmaz vasfı olduğuna delalet etmekedir. İşte bundan ötürü Hak teâlâ buyurarak, "tavsiye" fiilini bununla kullanmıştır.

Üçüncü Mesele

Hak teâlâ bir emir sanılmasın diye, "tavsiye edenler" buyurmuş, ama "tavsiye ederler" buyurmam ıştır. Çünkü Cenâb-ı Hakk'ın maksadı, bu kimseleri, kendilerinden geçmişte sadır olmuş şeyler sebebiyle methetmektir. Bu da, onların ileride de bunu sürdürme arzusunda olduklarını ifade eder.

Kıraat Farkı

Ebû Amr, bâ harfinin zammesi ile, işba' edilmeyen bir harfmiş gibi, (......) şeklinde okumuştur. Ebû Ali bunun, vakıf halinde caiz olabileceğini; ama vasıl halinde, ancak o vaslın, vakıf gibi yapılması durumunda caiz olacağını söylemiştir. Fakat kıraatta böyle, vakıf gibi bir vasıl yok gibidir. İşte bu yüzden, Selâm b. Münzir'in de sâd'ın kesresi ile, (......) şeklinde okuduğu rivayet edilmiştir. Belki de o, nefesi kesildiği için, yahut da kıraati dere etmeye mani bir sebeb meydana geldiği için vakıf yapmıştır. İşte o, vaslın vakıf gibi yapılmasından dolayı değil de, bu izah ettiğimiz ihtimalden dolayı olmuş olabilir. Allah Sübhânehu ve Teâlâ en iyi bilendir. Salat-ü selâm efendimiz Hazret-i Muhammed'e, âline ve ashabına olsun (amin)!

3 ﴿