5

"işte o namaz kılanların vay haline ki onlar namazlarından gafildirler".

Bu ayetlerle ilgili birkaç mesele var:

Önceki Kısımla Münasebet

Bu ayetlerin, kendinden öncekilerle münasebeti hususunda şu izahlar yapılabilir:

1) Yetimlere eziyet edip, yedirip-içirmemek, kişinin münafıklığına delalet edince, hususuz ve huzursuz kılınan namaz, bu münafıklığa haydi haydi delalet eder. Çünkü eziyette bulunup, yedirmemek, insanlara karşı yapılan bir muameledir. Namaz ise, Allah'a karşı yapılan bir hizmettir.

2) Hak teâlâ yetime eziyetten ve insanın yedirip-içirmeye teşvik etmemesinden bahsedince, sanki birisi, "Namaz, insanı fuhşiyyattan ve kötü şeylerden alıkoymaz" (Ankebût, 45) demiş de, Cenâb-ı Hak ona, "Riya ve gafletten kurtulamayan bir namaz, insanı nasıl kötü işlerden alıkoyabilir" diye cevap vermiş.

c) Hak teâlâ sanki, "Kişinin yetime eziyete yönelmesi ve yetimi doyurmaya teşvik etmemesi, Allah'ın mahlukatına karşı şefkatli olma konusunda bir kusur; namazında gaflet etmesi ise, Allah'ın emrine saygı konusunda bir kusurdur. Binâenaleyh kişiden, bu iki konuda böyle kusurlar meydana gelince, bu kişinin şakiliği doruk noktaya varmış olur. İşte bu yüzden Hak teâlâ, "Vay haline" buyurmuştur. Bil ki "veyl" (vay haline, yazıklar olsun) kelimesi, çok ileri derecede bir suçun işlenmesi halinde kullanılır. Mesela, Hak teâlâ, "Ölçekte ve tartıda hile yapanlara veyl olsun" (Mutaffifin, 1); "Ellerinin kazandığı şeyden, yaptıkları şeyden ötürü onlara veyl olsun " (Bakara, 79) ve "Arkadan çekiştirmeyi yüze karşı eğlenmeyi ve ayıplamayı adet haline getirenlere veyl olsun "(Hümeze, 1) buyurmuştur. Rivayet olunduğuna göre herkes cehennemde, suçuna göre bağırıp-çağırıp ağlayacak. Mesela birisi, "Şan ve şerefin peşinde koşmamdan ötürü veyl bana, yazık bana" diye ağlarken; bir başkası ' "Cahilî taassububdan ötürü veyl bana..", bir başkası, "Namazımdaki kusurumdan ötürü veyl bana, vay halime" deyip ağlar. İşte bu yüzden, bu gibi ayetleri dinlerken kişinin, "Eğer Cenâb-ı Hak beni bağışlamazsa, veyl bana, vay halime" demesi müstehab ..olmuştur.

Mahrumluk Sebepleri

Bu ayet şu üç şeyi yapma yüzünden, büyük bir tehdidin meydana geleceğine delalet eder:

1) Namazdan gafil olmak,

2) Riyakarlık,

3) Milletin ihtiyacı olan, kap-kacak, alet-edevat gibi şeyleri vermemek... Bütün bunlar, kişinin günahkar olmasını, gerektiren hususlardır. Dolayısıyla da kişi bunları yapmakla münafık olmaz. Öyle ise Cenâb-ı Hak niçin, bu fiilleri yapanlar için böyle büyük bir tehdid yöneltmiştir? İşte bu problemden ötürü, müfessirler şu izahları yapmışlardır:

Kafirler ve Şer'î Ameller

a) Ayetteki, ifadesinin mânası, "Bu fiilleri yapan münafık namaz kılanlara veyl olsun" şeklindedir. Buna göre ayet, kafirin, şeriatın yasakladığı işleri yapıp, şeriatın emrettiği şeyleri yapmaması sebebiyle, cezasının daha fazla olacağına delalet eder. Bu da, İmam Şafiî'nin, "Kafirler de, şeriatın hükümlerinden mesuldürler" sözünün doğruluğuna delalet eder. İşte itimada şayan cevab budur.

Namazdan Gafletin Doğru Tefsiri

b) Atâ, İbn Abbas (radıyallahü anh)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Eğer Allahü teâlâ, "Namazlarında gafil olanlara..." demiş olsaydı, bu tehdid, mü'minler hakkında olurdu. Fakat Hak teâlâ, "Namazlarından gafil olanlara..." demiştir. Namazdan gafil olan, namazı hatırlamayan ve namaza boş veren kimsedir." Bu görüş, zayıftır. Çünkü, "namazdan gafil olma", namaz kılmama ve terketme namazına alınamaz. Zira Hak teâlâ, ayetin baında, "işte o namaz kılanların vay haline..." demek suretiyle, zaten bahsedilen bu kişilerin namaz kıldıklarını belirtmiştir. Namazdan gafil olma, namazı terk manasına olsa bile, bunu yapan, bundan dolayı ne münafık olur, ne kafir olur.

Bunlardan birinci itiraza şu şekilde cevap vermek mümkündür: Allahü teâlâ, şekle nazaran, bunlara "namaz kılanlar" demiş, batına ve gerçek hallerine nazaran da, "namazdan gafil olduklarına, yani namaz kılmadıklarına hükmetmiştir. Bu tıpkı, "Namaza kalktıkları zaman, tembel tembel kalkarlar, insanlara riya olsun diye namaz kılarlar ve Allah'ı hiç zikretmezler" (nisa, 142) ayetinde anlatıldığı gibidir.

İkinci itiraza da şöyle cevap verilir: Namazı unutmak, kişinin namazın tüm parçalarında, Allah'ın zikrini unutup kalması manasına gelir ki böyle bir namaz, ancak namazın hiçbir faydası olmadığını düşünen münafıktan sadır olur. Namazda açık bir fayda olduğuna inanan müslümanın ise, namazın hiçbir parçasında din, sevab, ikab işlerini hatırlamaması imkansızdır. Aksine namazının bazı kısımlarında gafil olup, başka düşüncelere dalması manasında, mü'min için, namazda bazan gaflet hali meydana gelebilir. Böylece namaz kılarken sehvetmek, yani bazan gaflete düşmenin, mü'minin hallerinden; namazdan gaflete düşmenin de kafirin hallerinden olduğu sabit olur.

c) Ayetteki "sâhûn" (gafil) kelimesinin manası, "Namazlarının vakitlerine ve şartlarına uymazlar" şeklinde olabilir. Buna göre ayet, "O, namaz kılıp, kıl mamaya aldırmaz" manasında olur. Bu, Sa'd b. Ebû Vakkâs (radıyallahü anh), Mesrûk, Hasan el-Basrî ve Mukâtil'in görüşüdür.

Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hakkında Sehiv Mümkün Mü?

Alimler, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in namazda, sehvedip etmediği konusunda ihtilaf etmişler ve çoğu; "Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), hiç sehvetmemiştir. Fakat Allahü teâlâ, bu hükmü fiilen (pratik olarak) beyan olsun diye, bu hususta, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'İn, sehveden (unutan-gafil olanın) yaptığı gibi yapmasına izin vermiştir. Çünkü birşeyi fiilen (pratik olarak) açıklamak, daha kuvvetlidir. Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den yanılmanın gafletin olduğunun farzedilmesi durumunda "sehv", şu üç kısma ayrılır:

a) Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in ve sahabenin sehvi... Bu, bazan sehiv secdesiyle, bazan da sünnet ve nafilelerle onardır.

b) Namazdaki gaflet, namaza ve niyetine hazırlıklı olmamadır.

c) Namazı, kazaya bırakmaksızın büsbütün terketmek ve vaktini geçirmek... Münafığın namazı böyledir ve bu namazı terketmeden daha şerli bir harekettir. Çünkü münafık kıldığı bu namazı ile adeta dinle eğlenmektedir.

Riyakarlar

"Onlar, riya yapanların ta kendileridir ve onlar mâûnu da vermezler" (Mâûn, 6-7).

Bil ki münafıkla riyakar arasındaki fark şudur: Münafık zahiren iman etmiş görünüp, içinde küfrü saklayan kimsedir. Riyakar ise, kendisini görenler dindar olduğuna inansınlar diye, kalbinde olmadığı halde, alabildiğine bir huşu gösteren kimsedir. Yahut şöyle de diyebiliriz: Münafık, kimsenin olmadığı, görmediği yer ve zamanda namaz kılmayan; riyakar ise, en güzel namazı insanların yanında kılan kimsedir. Bil ki namaz ve zekat gibi farz ibadetleri açıktan yapmak vacibtir. Çünkü bunlar, İslâm'ın alametlerindendir. Bunları terkedenler, lanete müstehak olurlar. Binâenaleyh bunları açıktan yapmak suretiyle, insanın, hakkında oluşabilecek töhmetleri bertaraf etmesi gerekir. Gizli yapma ise, nafileler için söz konusudur. Fakat nafileler de, açıktan yapılınca, başkalarına örnek olacağı umulursa, açıktan yapılır. Birisi, mescidde şükür secdesi yapan ve bunu çok uzatan bir adam görmüş, "Bu ne güzel şey, keşke bunu evinde yapsaydı!" demiştir. Fakat alimler şöyle demektedirler: "Nafileler, utanmadan dolayı terkedilemeyeceği gibi, riyakarane de yapılmamalıdırlar. Çünkü nafilelerde riyadan kaçınmak zordur. İşte bundan ötürü, Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "riya, siyah karıncanın, kapkaranlık gecede, siyah bir zemin üzerindeki hareketinden daha gizlidir" Benzer bir hadis için bakınız: Müsned, 4/403. buyurmuştur. Buna göre eğer, "Ayetteki fiili ne manaya gelir?" denirse, biz deriz ki: Bu, "irâe" (gösterme) masdarından, müfâ'ale'sidir. Çünkü mürâî, yaptığını insanlara gösteren kimsedir. Böylece insanlar da onu görünce, överler ve ona takdirlerini sunarlar. Bil ki "Onlar namazlarından gafildirler"(Mâûn, 5) ayeti şu iki şeyi ifade eder:

a) Namazın vaktini geçirmeyi;

b) İnsanın namazda iken gaflette olmasını... "Onlar, riya yapanların ta kendileridt" ayeti de, riyakarlığı anlatır. Böylece namazın, bu üç durumdan hali olması gerektiği anlaşılır.

Mâûn

Hak teâlâ, namazın durumunu anlatınca, peşisıra bağışta bulunmayı zikrederek, "Onlar mâûnu da vermezler" demiştir. Burada şu izahlar yapılır:

1) Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Ali, İbn Abbas (radıyallahü anha)m), İbnu'l-Hanefiyye, İbn Ömer (radıyallahü anh), Hasan el-Basrî, Sa'id b. Cübeyr, İkrime, Katâde ve Dahhâk'a göre, ayetin bu kelimesi ile zekat kastedilmiştir. Ubeyy (radıyallahü anh)'in hadisinde şu yer almaktadır: "Kim, Eraeyte (mâûn) sûresini okursa, eğer bu kimse zekatını da veriyorsa, Allah onu bağışlar." İşte bu ifade, sûredeki "mâûn" ile, zekatın kastedildiği düşüncesini vermektedir. Bir de Allahü teâlâ, bu ifadeyi, "namaz" ile ilgili ayetin, peşinden getirmiştir. Binâenaleyh bununla zekatın kastedilmesi gerekir.

2) Müfessirlerin çoğunun görüşüne göre, "mâûn", örfen verilmesi gereken, verilmemezlik edilmeyen, fakir-zengin herkesin birbirinden istediği şeylerin adıdır. Böyle şeyleri vermeyenler, kötü huylu ve cimri diye nitelenirler. Bu şeyler, balta, kazan, kova, bakraç, tencere, çengel, kalbur ve keser gibi, kap-kacak, alet-edevattır. Bunlara, tuz, su ve ateş (kibrit vs.) gibi şeylerin verilmesi de girer. Çünkü şöyle rivayet edilmiştir. "Üç şeyin verilmemesi helal değildir: Su, ateş ve tuz'un... " Ebû Davud, zekat, 36 (2/127). (Benzer Hadis). Konusunun, fırında (tandırında) ekmek pişirmeyi istemesi veya bir günlüğünü-yarım günlüğüne bir eşyasını senin yanına koyması da ayetin hükmüne girer. Bu görüşte olanlar şöyle derler: "Mâûn", fâ'ûl vezninde olup kökündendir ise, ufacık-azıcık şey demektir. "Malı çoktur, az değildir" manasında, denilmesi de böyledir. Zekata da "mâûn" denmiştir. Çünkü zekat, malın kırkta biri olarak alınır. Binâenaleyh zekat, çok şeyden az olarak alınan şey demektir. Örfte balta, bıçak gibi şeylere de "mâûn" denmiştir. Bu manaya göre ayet, bu basit, ufacık, önemsiz şeyler hususunda insanları cimrilik etmekten menetmektedir. Çünkü bunlar hususunda cimrilik etmek, son derece düşüklük ve basitliktir. Ki münafıklar da böyle basit insanlardı. Çünkü Hak teâlâ, "Onlar, cimrilik yaparlar ve insanlara da cimrilik emreden (tavsiye edenleridir" (Nisa, 37) ve "O, hayrı alabildiğine engelleyen, haddi aşan ve çok günah işleyendir" (Kalem, 12) buyurmuştur. Alimler, bir kimsenin evinde, komşularının ihtiyaç duyacağı şeyleri çokça bulundurmasının fazilet olduğunu söylemişlerdir. İşte Cenâb-ı Hak insanları bu hususta ayıplamış ve farzları yapmaları ile yetinmemiştir.

3) Ferrâ da şöyle demektedir: "Araplardan birinin, "mâûn, su demektir" dediğini duydum. O, bana şu beyti delil getirdi:

"Onun devesi suyu, ağzıyla püskürtüyor" Belki de Cenâb-ı Hak, bulunmadığında en kıymetli, bulunduğunda ise en ucuz şey oluşundan ötürü özellikle bu ayette, "mâûn" diye suyu zikretmiştir. Bir de su, cehennemliklerin, "Üzerimize su dökün" (A'raf, 50) deyişi gibi, ilk isteyecekleri şey "Rableri onları temiz bir içecekle savardı" (insan, 21) ayetinde ifade edildiği gibi, cennetliklerin ilk tadacakları lezzettir.

4) Mâûn, inkiyâd etmektir. Nitekim "Sana itaat etsin" manasında, "Deven sana itaat etsin diye, onun ağzını burnunu kır" denilir.

Bil ki evla olan "mâûn"un, yapılması kolay ve basit her türlü taat manasına alınmasıdır. Çünkü bu manaya almak, daha fazla fayda (mana zenginliği) sağlar.

Muhakkak alimler, buradaki, "Onlar riya yapanların ta kendileridir" ifadesi ile, "Onlar mâûn da vermezler" ifadesi arasındaki münasebet hususunda şöyle derler: "Hak teâlâ adeta, "Namaz benim için, mâûn ise halk içindir. Binâenaleyh Benim için yapılması gereken şeyi, bu riyakarlar, halka sunup, gösteriyorlar; halkın hakkı olanı ise, onlara vermiyorlar" demek istemiştir. Buna göre sanki bu riyakarlar, hem Hakka hem halka, olması gerekenin tersine muamele ediyorlar. Eğer, "Cenâb-ı Hak niçin din gününü yalanlayan ve (bu sıfatlara sahip olan) kimsenin ismini açıkça zikretmemiştir?

Eğer sen, "O kimseyi teşhir etmemek için..." diyecek olursan, ben de derim ki: "Peki o zaman, Cenâb-ı Hak niçin, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'i teşhir etti de, "Adem Rabbine asi oldu"(Taha, 121) buyurdu?" denilirse, şöyle cevap verilir: Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem (aleyhisselâm)'in hatasını, ölümünden sonra, evladları için bir lütuf olsun diye, tevbe ettiğini de belirtmek suretiyle zikretmiştir. Çünkü Allahü teâlâ, o ufacık zelleden (hatadan) ötürü, onu cennetten çıkarmıştır. Peki onun evladları daha nasıl, bunca büyük günahları işledikleri halde, oraya gelmeyi umabilirler. Bir de bu hatanın, bu şekilde açıkça anlatılması, Hazret-i Adem (aleyhisselâm)'in kadr-u kıymetinin yüceliğini belirtmektir. Çünkü Hazret-i Adem (aleyhisselâm), kedisinden bu tek hata sadır olan, ama buna da böylesine tevbe ve yakarışta bulunan bir yiğittir. Şimdi bu sûreyi şöyle bir dua ile sona erdirelim: "Ey Allahımız, bu sûre münafıklar hakkında; bundan sonraki sûre ise, Hazret-i Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabının derecesine erişemediysek de, bu kötü fiillerde, o münafıkların derekesine düşmedik. Binâenaleyh ey Rabbimiz, ey Erhame'r-Râhimîn fazlınla bizi affet. Salat ve selam efendimiz Hazret-i Muhammed'e, onun âline ve ashabına olsun (amin)!

5 ﴿