KURTUBÎ TEFSİRİ:

el-Câmi’ li-Ahkâmi’l-Kur’ân

Ebû Abdillah Muhammed b. Ahmed, Endelüsî

Mâlikî (ö. 671 /1272)

FÂTİHA SÛRESİ

(Mekke'de Nazil Olmuştur. 7 Âyettir.)

Sûrenin Fâziletleri ve İsimleri

Buna dair açıklamalarımızı yedi başlık halinde sunacağız:

1- Sûrenin Fazileti:

Tirmizî'nin Ubey b. Ka'b'dan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah Tevrat'ta da İncil'de de Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'ın anası olan Fâtiha sûresi) gibisini indirmemiştir. es-Seb'ul-Mesânî odur. Yüce Allah da buyuruyor ki o, benim ile kulum arasında ikiye pay edilmiştir. Kuluma da istediği verilecektir." Tirmizî, Tefsir 15. sûre 4. hadis

İmâm Mâlik de el-A'la b. Abdurrahmân b. Yakub'dan şunu rivâyet etmektedir: Abdullah b. Amir b. Keriz'in azatlısı Ebû Said'in kendisine haber verdiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmakta olan Ubey b. Ka'b'a seslenmiştir... dedi ve hadisin geri kalan kısmını zikretti. Muvatta’', Salât 37.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Ebû Said'in ismi tesbit edilememektedir. Medineliler arasında sayılır. Ebû Hüreyre'den rivâyeti ve bu hadisi mürseldir. Yine bu Hadîs-i şerîf Ebû Said b. el-Mualla'dan da rivâyet edilmiştir. Bu ashab-ı kiramdan birisi olup yine adının ne olduğu tesbit edilememiştir. Bu hadisi Ebû Said'den Hafs b. Âsım ve Ubeyd b. Huneyn rivâyet etmişlerdir.

Derim ki: Aynı şekilde et-Temhid'de de: "Onun ismi tesbit edilememektedir" demiştir. Ayrıca es-Sahabe, el-İstîâb fi Ma'rifeti'l-Ashâb adlı eserinde de ismiyle ilgili görüş ayrılıklarını sözkonusu etmektedir. Bu Hadîs-i şerîfi Buhârî de Ebû Said el-Mualla'dan rivâyet etmiştir.

Ebû Said, dedi ki: Mescidde namaz kılıyordum. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni çağırdı, ancak ben onun çağrısına cevap vermedim. (Daha sonra): Ey Allah'ın rasülü namaz kılıyordum, dedim (ve mazaretimi beyan ettim). Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yüce Allah:

"Sizi çağırdığı zaman Allah'ın ve Rasûlünün çağrısına uyun" (el-Enfal, 8/24) diye buyurmuyor mu?" Daha sonra şöyle devam etti: "Şüphesiz ben mescidden çıkmadan önce Kur'ân-ı Kerîm'deki en büyük sûreyi sana öğreteceğim." Sonra elimden tuttu. Mescidden çıkmak istediğini görünce ona şöyle dedim: Bana Kur'ân-ı Kerîm'deki en büyük sûreyi öğreteceğini söylememiş miydin? Şöyle buyurdu: "O: El-hamdülillahi rabbi'l âlemîndir. es-Seb'u’l-Mesânî ve bana verilen Kur'ân-ı azîm odur. " Buhârî, Tefsir, 1. sûre 1.

İbn Abdi’l-Berr ve başkaları şöyle demektedir: Ebû Said b. el-Mualla ensarın en değerlilerinden ve ileri gelen efendilerindendir. Bunu sadece Buhârî rivâyet etmiştir. İsmi Rafı'dir. Adının el-Haris b. Nufey' b. el-Mualla veya Evs b. el-Mualla olduğu da yahut Ebû Said b. Evs b. el-Mualla olduğu da söylenir. Altmış dört yaşında ve yetmişdört hicri yılında vefat etmiştir. Kıblenin değiştirildiği sırada Kabe'ye doğru ilk namaz kılan kişi odur. İleride gelecektir.

Baş tarafta kaydettiğimiz Ubey b. Ka'b'ın rivâyet ettiği hadisi tam bir senedi ile Yezid b. Zurey' kaydederek şöyle demiştir: Bize Ravh b. el-Kasım, el-Ala b. Abdurrahmân'dan, o babasından o da Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kılmakta olan Ubeyy b. Ka'b'ın yanına çıktı... Daha sonra hadisin geri kalan kısmını aynı manada zikretti.

İbnu'l-Enbârî de "Kitabu'r-Red" adlı eserinde şunu söylemektedir: Bana babam anlattı, bana Ebû Ubeydullah el-Verrak anlattı, bize Ebû Dâvûd anlattı, bize Şeyban, Mansur'dan o Mücâhid'den anlatarak dedi ki: Şüphesiz İblis (Allah'ın laneti üzerine olsun) dört defa sarsıla sarsıla inlemiştir. Lanete uğradığı zaman, cennetten indirildiği zaman, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) peygamber olarak gönderildiği zaman ve Fâtihatü'l-kitab indirildiği zaman. Ve o sûre Medine'de indirildi.

2- Sûreler, Âyetler ve Allah'ın Güzel İsimleri Arasında Fazilet Farkı:

İlim adamları bazı sûre ve âyetlerin diğer bir kısmından, yüce Allah'ın güzel isimlerinden bazısının diğer bazısından üstün olup olmadığı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi, şöyle der: Bir kısmının diğer bir kısmına üstünlüğü yoktur. Çünkü hepsi Allah'ın kelamıdır. İsimleri de böyledir. Birinin diğerine üstün olması sözkonusu değildir. eş-Şeyh Ebû'l-Hasan el-Eş'ari, Kadi Ebû Bekir b. et-Tayyib, Ebû Hakim Muhammed b. Hibban el-Bustî ve fakihlerden bir grup bu kanaattedir. İmâm Mâlik'ten de bu anlamda bir rivâyet gelmiştir. Yahya b. Yahya der ki: Kur'ân'ın bir kısmının diğer kısmına üstün olduğunu kabul etmek yanlışlıktır. Aynı şekilde İmâm Mâlik de sadece bir sûrenin defalarca tekrarlanıp durmasını (diğerlerinin okunmamasını) mekruh görmüştür. (Yahya b. Yahya) İmâm Mâlik'ten yüce Allah'ın:

"Ondan daha hayırlısını... getirmedikçe." (el-Bakara, 2/106) âyeti hakkında şöyle demiştir: Yani nesh edilen âyet yerine muhkem bir âyet getiririz, demektir.

İbn Kinane de bütün bu kanaatlerin benzerini İmâm Mâlik'ten rivâyet etmiş bulunuyor. Bu görüşü savunanlar, şu şekilde delil getirirler: Birşeyin daha üstün olması kendisinden üstün olanın eksikliği izlenimini verir. Halbuki bunların hepsi özleri itibariyle birdir. Bu da Allah'ın kelamı olmaktır. Yüce Allah'ın kelamında ise eksiklik sözkonusu olmaz.

el-Busti der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Tevrat'ta da İncil'de de Ümmü'l-Kur'ân gibisi yoktur" âyetinin anlamı şudur: Şanı yüce Allah; Tevrat ve İncil'i okuyan kimseye Ümmü'l-Kur'ân'ı okuyan kişiye verdiği sevabın benzerini vermez. Çünkü yüce Allah kendi lütfü ve fazl-u keremiyle bu ümmeti diğer ümmetlerden üstün kılmış ve bu ümmete kendi yüce kelamını okuması karşılığında diğer ümmetlere kendi kelamını okuması karşılığında verdiği lütuf ve faziletten fazlasını vermiştir. Bu da Allah'ın bu ümmete bir lütfudur.

Yine el-Busti der ki: Hazret-i Peygamber'in: "En büyük sûre" ifadesi ile kastettiği ecir itibariyle en büyük sûredir. Yoksa Kur'ân-ı Kerîm'in bir kısmının bir diğer kısmından üstün olduğu anlamına gelmez.

Kimi ilim adamları da aralarında üstünlük ve fazilet bakımından farklılık olduğu görüşündedir. Yüce Allah'ın:

"Hepinizin ilahı tek bir ilahtır. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, hem rahman hem de rahimdir." (el-Bakara, 2/163); Âyete'l-Kürsî (el-Bakara, 2/255), Haşr sûresinin son âyetleri (59/22-24) ve İhlas sûresinde (112. sûre) bulunan yüce Allah'ın vahdaniyyetine ve sıfatına delalet eden âyetlerindeki özellikler, mesela:

"Ebû Leheb'in iki eli kurusun" (Tebbet, 111/1) âyetinde ve benzerlerinde bulunmamaktadır.

Üstünlük âyet ve sûrelerin ihtiva ettiği hayret verici anlamlar ve bu anlamların çokluğunda sözkonusudur. Nitelik bakımından değildir. Bu görüş doğru görüştür. İshak b. Rahveyh (radıyallahü anhhuye) ve onun dışında birtakım ilim adamları ve kelamcılar üstünlük bulunduğu görüşünü kabul ederler. Kadı Ebû Bekr b. el-Arabi'nin ve İbnu'l-Hassar'ın tercih ettiği görüş de budur. Bu tercihe sebep ise (az önce kaydedilen) Ebû Said b. el-Mualla tarafından rivâyet edilen hadis ile Ubey b. Ka'b'dan gelen şu Hadîs-i şerîftir: Ubey dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dedi ki: "Ey Ubey, sana göre Allah'ın Kitab'ında en büyük âyet hangisidir?" Ben şöyle dedim: (Bana göre en büyük âyet):

"Allah odur ki, ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Haydır, kayyumdur..." (el-Bakara, 2/255) âyetidir. Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) göğsüme vurdu ve şöyle dedi: "İlme doyasın ey Ebû'l-Münzir (Ubey b. Kab'ın künyesi)" Bunu Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salâtu'l-müsâfirîn 258; Ebû Dâvûd, Vitr 17.

İbnu'l-Hassar der ki: Bu naslara rağmen konu ile ilgili görüş ayrılığından söz edenlere şaşarım. İbnü'l-Arabi der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Allah Tevrat'ta ta İncil'de de ve Kur'ân-ı Kerîm'de de onun benzerini indirmemiştir" âyetinde diğer kitapları (indirilmiş sahifeler, Zebur ve benzerlerini.) sözkonusu etmemesinin sebebi sözü geçen bu kitapların en üstün ve faziletli olmalarından dolayıdır. Herhangi birşey en faziletlinin de faziletlisi ise o vakit hepsinin de en faziletlisi olur. Mesela, Zeyd, âlimlerin en faziletlisidir, dediğinizde insanların en faziletlisidir, demek olur.

Fâtiha'da başka sûrelerde bulunmayan birtakım nitelikler vardır. Hatta: Kur'ân-ı Kerîm'in tümü ondadır da denilmiştir.

Bu sûre yirmibeş kelimedir ki Kur'ân-ı Kerîm'in ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsamaktadır. Şanı yüce Allah'ın bu sûreyi kendisi ile kulu arasında ikiye ayırmış olması da bu sûrenin şerefi cümlesindendir. O olmaksızın yüce Allah'a yakınlık (namaz) sahih olmaz. Hiçbir amel onun sevabına ulaşamaz. İşte bu bakımdan bu sûre Kur'ân-ı Azim'in anası (Ummu'l Kur'ân) olmuştur. Nitekim:

"De ki: O Allah'tır, bir ve tektir." (el-İhlas, 112/1) diye başlayan sûre de Kur'ân'ın üçte birine denktir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm tevhid, ahkam ve öğütler ihtiva etmektedir. "De ki: O, Allah'tır, bir ve tektir" âyetinde ise tevhidin bütünü açıklanmıştır. İşte bu anlamda Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in Ubey b. Kab (radıyallahü anh)'a: Kur'ân-ı Kerîm'de en büyük âyet hangisidir?" diye sorunca o da: "Allah odur ki, O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, haydır, kayyumdur" diyerek Âyetu'l Kürsi olduğunu söylemiştir. Bunun en büyük âyet olarak nitelendirilmesinin sebebi tümüyle tevhidi kapsamasıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber'in: "Benim ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz: Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, bir ve tekdir, O'nun ortağı yoktur" sözüdür Muvatta’', Hacc 246. âyeti gereğince bu ifade zikrin en faziletlisidir. Çünkü bu kelimeler tevhid ile ilgili bütün bilgileri ihtiva etmektedir. Fâtiha sûresi de hem tevhidi hem ibadeti hem de öğüt ve hatırlatmayı ihtiva etmektedir. Yüce Allah'ın kudreti için de böyle bir şey uzak görülmemelidir.

3- Fâtiha ve Âyete'l-Kürsî:

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Fâtihatü’l-kitab Âyetül-Kürsi,

"Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmadığını... açıkladı" (Âl-i İmrân, 3/18);

"De ki: Ey mülkün sahibi Allah'ım..." (Âl-i İmrân, 3-26-27) âyetleri Arş'a asılıdır. Bunlarla Allah arasında bir perde yoktur." Bu hadisi Ebû Amr ed-Dânî, Kitabu'l-Beyan adlı eserinde senedini kaydederek zikretmektedir.

4- Fâtiha Sûresinin Diğer İsimleri:

Bu sûrenin on iki tane ismi vardır:

1- es-Salat (namaz)dır. Yüce Allah (kudsî hadiste) şöyle buyurmaktadır: "Ben namazı benim ile kulum arasında iki yarıya böldüm." Müslim, Salât 38; Muvatta’', Salat 39. Bu Hadîs-i şerîf daha önce geçmişti.

2- Hamd sûresi: Çünkü bu sûrede yüce Allah'a hamdden sözedilmektedir. Tıpkı el-A'raf, el-Enfal, et-Tevbe ve benzeri sûreler denildiği gibi.

3- Fâtihatü'l-Kitab: Bu konuda ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Ona bu adın verilmesinin sebebi Kur'ân-ı Kerîm'in lafzen kıraatine bu sûre ile başlanılmasıdır. Aynı şekilde mushafların yazımına da bu sûre ile başlanılmaktadır. Namazlara da bu sûre okunarak kıraate başlanılır.

4- Ummu'l-Kitab: Bu ismin verilip verilmeyeceği hususunda görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bunu câiz görmekle birlikte Enes, el-Hasen ve İbn Sîrîn bunu mekruh görmüşlerdir. el-Hasen der ki: Ummu'l-Kitab (kitabın anası) helal ve haramdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Bir kısım âyetler muhkemdir. Bunlar kitabın anası (Ummu'l-Kitab)dır. Diğer bir kısmı da müteşabihtir." (Âl-i İmrân, 3/17) Enes ve İbn Sîrîn de der ki: Ummu'l-Kitab Levh-i Mahfuzun adıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak ki o, katımızdaki ana kitabda (Ummu'l-Kitab'da yani Levh-ı Mahfuzda)dır." (ez-Zuhruf, 43/4)

5- Ummu'l-Kur'ân: Bunda da görüş ayrılığı vardır. Çoğunluk bunu câiz görmekle birlikte Enes ve İbn Sîrîn bunu mekruh görmüşlerdir. (Hoş görmemişlerdir.) Ancak bu konuda sahih hadisler bu iki görüşü de reddetmektedir. Tirmizî'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "El-hamdülillah (yani Fâtiha sûresi) Ummu'l-Kur'ân'dır, Ummu'l-Kitabdır ve es-Seb'u’l-Mesanidir." Tirmizî der ki: Bu hasen, sahih bir hadistir. Tirmizî, Tefsir 15. sûre 3.; Dârimî, Fedailu'l-Kur'ân 12.

Buhârî de der ki: Bu sûreye Ummu'l-Kitab ismi verilmiştir. Çünkü mushaflarda önce bu sûre yazılarak başlanılır. Namazda da bu sûre okunarak kıraate başlanır. Buhârî, Tefsir 1, sûre 1. Yahya b. Ya'mer der ki: Ummu’l-Kura (şehirlerin anası) Mekke'dir. Ummu Horasan Merv'dir. Ummu'l-Kur'ân Hamd (Fâtiha) süresidir. Buna Ummu'l-Kur'ân deniliş sebebinin Kur'ân'ın başı olması ve ihtiva ettiği bütün ilimleri kapsaması olduğu da söylenmiştir. Mekke'ye Ummu’l-Kura deniliş sebebi ise, arzın ilkinin orası olması ve ordan itibaren yuvarlaklaştırılmaya başlanmasıdır. Anaya "umm" denilmesi de bundan dolayıdır. Çünkü ana, neslin esasını teşkil eder. Umeyye b. Ebi's-Salt da şu beyitinde yerden "umm (ana)" diye sözetmektedir:

"Arz bizim sığınağımızdır, bir zamanlar anamızdı

Kabirlerimiz ordadır ve orada doğuyoruz."

Savaşta kullanılan sancağa da "umm" denilir. Buna sebep ise sancağın önde olması ve askerin de onu takip etmesidir.

"Umm" kelimesinin aslı dır. Bundan dolayı bu kelimenin çoğulu şeklinde gelir. Yüce Allah da:

"analarınız" (en-Nisa, 4-23) diye buyurmaktadır. Mim harfinden sonraki "lıe" harfi düşürülerek da denilir. Şair der ki:

"Analarınla karanlığı açtın."

"Ummehât" şeklindeki çoğulun insanlar hakkında, "ummât" şeklindeki çoğulun da hayvanlar hakkında kullanılacağı da söylenmiştir. Bunu İbnu’l-Faris "el-Mücmel" adlı eserinde zikretmektedir.

6- el-Mesâni (tekrarlanıp duran): Bu sûreye bu adın veriliş sebebi, her rek'atte tekrarlanmasıdır. Bu adın veriliş sebebinin bu sûrenin istisna olarak yalnızca bu ümmete bildirilmiş olup bundan önce hiçbir ümmete indirilmeyerek bu ümmet için saklanmış olmasıdır da denilmiştir.

7- el-Kur'ânu’l-Azim: Bu ismin veriliş sebebi Kur'ân-ı Kerîmin bütün ilimlerini ihtiva etmesidir. Çünkü bu sûre aziz ve celil olan Allah'a kemal ve celâl sıfatları ile senayı, ibadetlerin yapılmasını ve ibadetlerin ihlâs ile yerine getirilmesi emrini, yüce Allah'ın yardımı olmaksızın bu ibadetin yerine getirilmesinden yana aciz kalınacağının itiraf edilmesini, dosdoğru yola hidâyet hususunda ona dua edilmesini, sözlerini yerine getirmeyenlerin hallerine düşmekten korumasının niyaz edilmesini ve inkarcıların akıbetini beyan etmeyi ihtiva etmektedir.

8- Şifa: Dârimî, Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Fâtihatü'l-Kitab, her zehire karşı bir şifadır." Dârimî, Fedailu'l-Kur'ân 12'de: Abdülmelik b. Umeyr'den ve: "zehire karşı" yerine; "... hastalığa karşı..." şeklinde.

9- er-Rukye (manevi tedavi): Bu, Ebû Said el-Hudrî'den gelen hadisle sabittir. Bu hadiste şu ifadeler de yer almaktadır: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kabilenin (yılan tarafından sokulmuş) reisini Fâtiha'yı okuyarak tedavi eden adama şöyle sormuştur: "Sen onun bir tedavi (rukye) olduğunu nereden bildin?" O: Ey Allah'ın Rasûlü, bu konuda içime böyle birşey doğdu, cevabını verdi. Buhârî, İcare 16; Müslim, Selâm 65. Bu hadisi hadis İmâmları rivâyet etmiştir. İleride bütünüyle gelecektir.

10- el-Esas: Adamın birisi eş-Şa'bi'ye böğrünün ağrıdığından şikâyette bulundu. Ona şu cevabı verdi: Kur'ân'ın esası olan Fâtihatü'l-Kitab'ı okumaya bak. Ben İbn Abbâs'ı şöyle derken dinledim: Herşeyin bir esası vardır. Dünyanın esası Mekke'dir. Çünkü dünya oradan yuvarlaklaştırılmaya başlandı. Semanın esası Arîbâ denilen yedinci semadır. Arzın esası ise en altta yedinci arz olan Acîbâdır. Cennetlerin esası ise Adn cennetidir. Bu bütün cennetlerin göbeğidir ve cennet onun üzerinde tesis edilmiştir. Ateşin esası ise cehennemdir. Bu da ateşin en alt tabakası olan yedinci tabakadır. Diğer bütün tabakalar (derekeler) onun üzerinde tesis edilmiştir. İnsanların esası Âdem'dir, Peygamberlerin esası Nûh'tur, İsrailoğullarının esası Yakub'tur, kitapların esası Kur'ân'dır, Kur'ân'ın esası Fâtiha'dır, Fâtiha'nın esası Bismillahirrahmânirrahîm'dir. O bakımdan sen hastalanır veya rahatsızlanırsan Fâtiha sûresini okumaya bak. Şifa bulursun.

11- el-Vâfiye: Bunu Süfyan b. Uyeyne söylemiştir. Çünkü bu sûre ikiye bölünmez ve parçalanmayı kabul etmez. Bir kişi namaz kıldığı rek'atlerin birinde başka sûrelerden herhangi birisinin yarısını okusa, diğer rek'atinde de öbür yarısını okusa bu yeterli gelir. Fakat Fâtiha sûresi iki rek'ate bölünerek her birisinde yarımşar okunursa câiz olmaz.

12- el-Kâfiye: Yahya b. Ebi Kesir der ki: Çünkü bu sûre başkasının yerine kafi gelir, fakat başka sûre onun yerine kafi gelmez (yerini tutmaz). Buna Muhammed b. Hallad el-İskenderani'nin şu rivâyeti de delalet etmektedir: Muhammed b. Hallad dedi ki:... Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ummu’l-Kur'ân (yani Fâtiha sûresi) başkasının yerini tutar, fakat başkası onun yerini tutamaz." Dârakutnî, I, 322; Müstedrek, I, 238.

5- Fâtiha'nın Tedavi Edici Bölümü:

el-Muhelleb dedi ki: Fâtiha sûresinin tedavi edici bölümü: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz" bölümüdür, sûrenin tümünün tedavi edici (rukye) olduğu söylenmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) durumu kendisine bildiren kişiye: "Onun bir rukye olduğunu nerden bildin? " diye sormuş, fakat: "Onda rukye (tedavi edici) bir bölüm olduğunu nerden bildin?" diye sormamıştır. İşte bu, sûrenin tümüyle bir tedavi olduğunun delilidir. Çünkü bu, Kitabın başlangıcı ve Fâtihasıdır ve az önce de geçtiği gibi Kitaptaki bütün ilimleri ihtiva etmektedir.

6- Fâtiha'nın Bazı İsimleri Başka Sûrelere Verilebilir mi?:

Fâtiha sûresine el-Mesani ve Ummu'l-Kitab adının verilmesi başka sûreye de bu İsimlerin verilmesini engellemez. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah, sözün en güzelini müteşabih, tekrar edilen (mesani) bir kitap halinde indirmiştir." (ez-Zümer, 39/23) âyetinde Kitabı "mesani" diye nitelemiştir. Çünkü onda yer alan haberler tekrar edilmektedir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'in yedi uzun sûresine de "el-Mesani" ismi verilmiştir. Çünkü farzlar ve kıssalar bu sûrelerde tekrar edilmektedir. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yedi Mesani verilmiş bulunmaktadır. Bunlar, yedi uzun sûredir. Bunu en-Nesâî zikretmektedir. Nesâî, İftitâh 26. Sözkonusu bu yedi sûre ise Bakara'dan A'rafa kadar olan altı sûrenin bunlardan olduğu ittifakla kabul edildiği halde, yedinci sûrenin hangi sûre olduğu hususunda farklı görüşler vardır. Yedincisinin Yûnus olduğu söylendiği gibi Enfal ve Tevbe olduğu da söylenmiştir. Bu (son görüş) Mücâhid ve Saîd b. Cübeyr'in görüşüdür. Hemdanlı A'şâ der ki:

"Mescid'e girin, Rabbinize dua edin

Ve bu Mesani ile uzun sûreleri iyice tetkik edin."

Bu husus ile ilgili açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- el-Hicr sûresinde Bk. el-Hicr, 15/87 nin tefsiri. gelecektir.

7- "Mesani" Kelimesi:

"el-Mesani" kelimesi "mesnâ" kelimesinin çoğuludur. Bu ise, birinciden sonra gelen sayı demektir. "et-Tuval" kelimesi ise "atval" kelimesinin çoğuludur. Enfal sûresinin "el-Mesani"den sayılması, miktarı itibariyle uzun sûrelerden sonra gelmesi dolayısıyladır. el-Mesani sûrelerinin ise, âyet sayısı Mufassal sûrelerin âyetlerinden daha fazla ve Miun âyetlerinin sayılarından daha az olan sûreler olduğu da söylenmiştir. Miun ise, her birisinin âyet sayısı yüz âyetten daha fazla olan sûrelere verilen addır.

SÛRENİN NUZÛLÜ, HÜKÜMLERİ

Bu bölüme dair açıklamalar yirmi başlık halinde sunulacaktır:

1- Sûrenin Ayet Sayısı:

İslâm ümmeti, Fâtiha sûresinin yedi âyet-i kerîme olduğu üzerinde icma etmiştir. Ancak Huseyn el-Cu'fi'den altı âyet olduğuna dair rivâyet gelmiştir ki bu da şaz (icmaa aykırı istisnaî) bir rivâyettir. Şu kadar var ki Amr b. Ubeyd "Yalnız sana ibadet ederiz" âyetini bir âyet-i kerîme saymıştır ki o takdirde onun bu sayımına göre sûrenin âyet sayısı sekiz olur. Bu da şazdır. Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun ki Biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik." (el-Hicr, 15/87) âyeti ile "namazı kendim ile kulum arasında ikiye böldüm" kudsî hadisi bu iki görüşü de reddetmektedir.

Yine ümmet bu sûrenin Kur'ân-ı Kerîm'den olduğu hususunda da icma etmiştir. Denilse ki: Eğer bu sûre Kur'ân-ı Kerîm'den olsaydı, Abdullah b. Mes'ûd bunu Mushaf'ında yazardı. Onun bunu Mushaf'ında yazmayışı bu sûrenin Kur'ân-ı Kerîm'den olmadığını göstermektedir. Nitekim o, el-Muavvizeteyn (Felak ve Nas) sûrelerini de bu şekilde Mushaf'ına almamıştır.

Buna cevap Ebû Bekr el-Enbârî'nin şu sözleridir: Bize el-Hasen b. el-Hubab anlattı, bize Süleyman b. el-Eş'as anlattı, bize İbn Ebî Kudame anlattı, bize Cerir, el-A'meş'ten rivâyetle dedi ki: Sanırım o İbrahim'den rivâyetle şöyle dedi: Abdullah b. Mes'ûd'a: Fâtiha'yı neden mushafına yazmadın? diye soruldu, o, şu cevabı verdi: Eğer ben bunu Mushaf'ıma yazmış olsaydım, her sûre ile birlikte yazardım.

Ebû Bekr dedi ki: Şunu anlatmak istiyor: Her bir rek'ate Fâtiha'dan sonra okunacak sûreden önce Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha) sûresi okunarak başlanması gerekir. O bakımdan ben bunu yazmamakla işi kısa kesmek istedim ve müslümanların bu sûreyi ezberlemiş olmalarına güvendim. Onu herhangi bir yerde yazmadım ki her sûre ile birlikte yazmak zorunda kalmayayım. Çünkü Fâtiha sûresi namazlarda her sûreden önce okunan bir sûredir.

2- Fâtiha Nerede İndi?

Bu sûre Mekke'de mi inmiştir yoksa Medine'de mi inmiştir hususunda müfessirler farklı görüşlere sahiptir. İbn Abbâs, Katâde, Ebû'l-Aliye er-Riyahi -ki ismi Rufey'dir- ve başkaları: Bu sûre Mekke'de inmiştir, derler. Ebû Hüreyre, Mücâhid, Atâ b. Yesâr, ez-Zührî ve başkaları, Medine'de inmiştir, derler.

Yarısı Mekke'de, yarısı da Medine'de indiği de söylenmiştir. Bu görüşü Ebû’l-Leys Nasr b. Muhammed b. İbrahim es-Semerkandî kendi tefsirinde nakletmektedir. Birincisi ise daha sahihtir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Yemin olsun ki biz sana tekrarlanan yediyi ve şu büyük Kur'ân'ı verdik." (el-Hicr, 15/87) (Bu âyetin yer aldığı) Hicr sûresinin Mekke'de indiği ise icma ile kabul edilmiştir. Yine namazın Mekke'de farz kılındığı hususunda bir görüş ayrılığı yoktur. İslâm tarihi boyunca "elhamdülillahi rabbi'l âlemin (diye başlayan Fâtiha sûresi)" okunmaksızın bir namaz kılındığına dair bir haber nakledilmemektedir. Buna da Hazret-i Peygamber'in: "Fâtihatü'l-Kitab okunmadıkça hiçbir namaz olmaz" Tirmizî, Salât 69, 115; Nesâî, İftitâh 24; Müsned, II, 428; Dârimî, Salât 36. Ayrıca bk. Dârakutnî, I, 321 vd. âyeti delildir. Bu ifade, hükmü haber vermektedir. Yoksa olan bir şeyin haberi değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Kur'ân'dan İlk Nazil Olan Âyetler: Kadı İbnü't-Tayyib Kur'ân-ı Kerîm'den ilk olarak hangi âyetlerin nazil olduğu hususunda görüş ayrılıklarını nakletmektedir. İlk nazil olan sûrenin "el-Müddessir" olduğu söylendiği gibi, İkra sûresi olduğu da söylenmiştir, Fâtiha sûresi olduğu da söylenmiştir. Beyhaki, "Delailü'n-Nübüvve" adlı eserinde Ebû Meysere Amr b. Şerahbil'den şunu nakletmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Hazret-i Hadice'ye şöyle dedi: "Yalnız kaldığımda bir ses işittim. Allah'a yemin ederim bunun hoşa gitmeyen bir iş olacağından korktum." Hazret-i Hadice şöyle dedi: Bundan Allah'a sığınırım. Allah, sana böyle birşey yapılmasına izin vermez. Allah'a yemin ederim sen şüphesiz emaneti yerine getirirsin, akrabalık bağına riâyet edersin ve doğru söz söyleyen bir kimsesin.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bulunmadığı bir sırada Ebû Bekir (radıyallahü anh) eve gelir ve Hazret-i Hadice, Hazret-i Peygamber'in kendisine neler söylediğini ona anlatır ve devamla şöyle der: Ey Atik, Muhammed ile Varaka b. Nevfel'in yanına git. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına girdiğinde Hazret-i Ebû Bekir, Hazret-i Peygamber'in elinden tutar ve şöyle der: Seninle birlikte Varaka'ya gidelim. Hazret-i Peygamber ona: "Sana durumu kim haber verdi?" diye sorunca Hazret-i Ebû Bekir: Hadice dedi. İkisi birlikte Varaka'nın yanına gittiler ve durumu ona anlattılar. Bu arada Hazret-i Peygamber şöyle dedi: "Yalnız kaldığım sırada arkamdan ya Muhammed, ya Muhammed diye birisinin seslendiğini işitiyorum, ben de kaçmaya koyuluyorum." Varaka: Hayır, böyle yapma, dedi. Bu sesi işittiğin takdirde, sana ne söyleyeceğini işitmek üzere yerinde dur, sonra yanıma gel bana durumu bildir. Hazret-i Peygamber yalnız kaldığı sırada ona: Ya Muhammed, diye seslenildi. Bil ki:

"Rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla, hamd âlemlerin rabbi Allah'a mahsustur..." âyetini

"sapanlarınkine değil" âyetine kadar yani sûrenin sonuna kadar inzal buyurdu. "La ilahe illellah" de. Daha sonra Hazret-i Peygamber Varaka'ya gitti ve bu durumu ona anlatınca Varaka ona şöyle dedi: Sana müjdeler olsun, sana müjdeler olsun. Ben tanıklık ederim ki Meryem oğlu Îsa'nın geleceğini müjdelediği kişi sensin. Mûsa'ya gelen Namus (vahy)'ın benzeri sana da gelmiştir. Sen Rasûl bir peygambersin. Bundan sonra sana cihad emri verilecektir. Bu emir sana geldiği takdirde ben hayatta olursam şüphesiz seninle birlikte senin yanında cihad ederim. Varaka vefat ettiğinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yemin olsun o keşişi, cennette üzerinde ipek elbiseler bulunduğu halde gördüm. Çünkü, o bana îman etti ve beni tasdik etti." Hazret-i Peygamber bu sözleriyle Varaka'yı kastediyor. el-Beyhaki (Allah ondan razı olsun) der ki, bu (hadisin senedi) munkatı'dır. Eğer gerçekten mahfuz bir rivâyet ise bunun Hazret-i Peygamber'e:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku" (el-Alak, 96/1) âyeti ile

"Ey örtülerine sarılıp bürünmüş olan" (el-Müddessir, 74/1 )âyetinin nüzulünden sonra meydana gelmiş bir olaya dair bir haber olma ihtimali vardır.

3- Fâtiha'yı İndiren Melek:

İbn Atiyye der ki: Bazı ilim adamları, Hazret-i Cebrâîl'in el-Hamd (Fâtiha) sûresini indirmediğini sanmışlardır. Buna sebep ise Müslim tarafından kaydedilen İbn Abbâs'tan şöyle dediğine dair rivâyettir: Hazret-i Cebrâîl Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanında oturuyor iken üst taraftan bir ses işitti. Başını kaldırdı ve şöyle dedi: Bu, şu ana kadar açılmamış ve bugün açılan semadaki bir kapıdır. O kapıdan bir melek indi, bunun hakkında da şöyle dedi: Bu, şu güne kadar nazil olmamış ve ilk olarak bugün yeryüzüne nazil olan bir melektir. Bu melek selam verip şöyle dedi: Senden önce hiçbir peygambere verilmemiş ve sana verilen iki nurun müjdesini sana getiriyorum. Bunlar, Fâtihatü’l-Kitab ile Bakara sûresinin son âyetleridir. Bu sûrelerden okuduğun her bir harfin mutlaka karşılığı sana verilecektir. Müslim, Salâtu'l-müsâfirin 248; Nesâî, İftitâh 25.

İbn Atiyye der ki: Ancak bu durum sözü geçen ilim adamının zannettiği gibi değildir. Bu Hadîs-i şerîf, Hazret-i Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e sözü geçen melekten daha önce gelmiş olduğunu, o meleğin gelişini ve onunla birlikte nazil olacak olanı haber vermek üzere geldiğini göstermektedir. Buna göre Hazret-i Cebrâîl, bu sûrenin indirilişinde ortak hareket etmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Hadisin zahiri Hazret-i Cebrâîl'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu konuda herhangi bir bilgi vermediğini göstermektedir. Bizler bu âyetin nüzulünün Mekke'de olduğunu önceden açıklamış bulunuyoruz. Hazret-i Cebrâîl, yüce Allah'ın şu âyeti sebebiyle bu sûreyi indirmiş bulunmaktadır:

"Onu emin olan ruh indirmiştir." (eş-Şuara, 26/93) İşte bu âyet, Hazret-i Cebrâîl'in bu sûreyi indirdiğini göstermektedir. Çünkü bu âyet-i kerîme, bütün Kur'ân-ı Kerîm'in Hazret-i Cebrâîl tarafından indirilmiş olmasını gerektirir. Böylelikle Hazret-i Cebrâîl bu sûrenin okunuşunu Mekke'de indirmiş olup. Medine'de de bunun sevabını belirtmek üzere sözü geçen melek tarafından indirilmiş olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Bu sûrenin Mekkî ve Medenî olduğu Hazret-i Cebrâîl tarafından iki defa indirildiği de söylenmiştir. Bunu es-Sa'lebi nakletmiştir. Ancak bizim sözünü ettiğimiz şekil daha uygundur. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm ile Sünnet-i seniyyedeki haberlerin arası böylece telif edilmektedir. Hamdimiz Allah'adır, minnet duygularımız O'nadır.

4- Besmele ve Namazda Fâtiha'dan Önce Okunacak Dua:

Sahih kabul edilen görüşe göre, besmelenin Fâtiha'dan bir âyet-i kerîme olmadığını daha önceden açıklamış bulunuyoruz. Bu husus sabit olduğuna göre, namaz kılanın hükmü de şu olur: Tekbir getirdiği takdirde hemen onun arkasından Fâtiha'yı okumalı ve susmamalıdır. Ayrıca herhangi bir tevcih (veccehtu vechi...diye başlayan dua) ile herhangi bir tesbih (sübhanekellahumme... diye başlayan dua) okunmamalıdır. Çünkü az önce gördüğümüz Hazret-i Âişe'yle Hazret-i Enes'ten ve başkalarından rivâyet edilen hadisler bunu gerektirmektedir. Fakat tevcih ve tesbih okunacağına ve susulacağına dair hadisler de gelmiş bulunmaktadır. Bir grup ilim adamı bu hadisler istikametinde görüş belirtmiştir. Mesela Ömer b. el-Hattâb ile Abdullah b. Mes'ûd (Allah ikisinden da razı olsun)'dan gelen rivâyete göre, her ikisi de namaza ilk başladıklarında şu duayı okurlarmış: Şanın ne yücedir Allah'ım, seni hamdinle tesbih ederim, adın yüce ve mübarektir, şanın pek yücedir senden başka hiçbir ilâh yoktur. Tirmizî, Salât 65; Nesâî, İftitâh 18; İbn Mâce, İknme 1; Dârimi, Salât 33 (de bu duayı gece namazında okuduğu kaydı ile); Müsned, III, 50 (de aynı kayıt ile) ve 69.

Süfyan, Ahmed, İshak ve ashab-ı rey bu görüşü kabul etmişlerdir.

İmâm Şâfiî de Hazret-i Ali'nin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet ettiği hadis doğrultusunda görüş belirtir idi. Bu rivâyete göre Hazret-i Peygamber namaza tekbir ile başlar, sonra da: duasını okurdu. Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salatu'l-müsâfirin 201; Tirmizî, Deavât 32; Nesâi, İftitâh 17.

En'am sûresinin sonlarında hadisin tamamı gelecektir. Yine orada bu mes'ele ile ilgili eksiksiz açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- gelecektir. Bk. el-En'am, 6/162. âyet 3. başlık.

İbnu'l-Münzir der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazda tekbir getirdikten sonra kıraate başlamadan önce kısa bir süre susup şu duayı yaptığı sabit olmuştur:

"Allah'ım, benimle hatalarımın arasını doğu ile batının arasını uzaklaştırdığın gibi uzaklaştır, Allah'ım, beyaz elbise kirli elbiseden nasıl seçilip ayırdediliyor ise, beni de günahlarımdan öylece arındır. Allah'ım, su ile kar ile dolu ile günahlarımı yıka." Buhârî, Ezan 89; Müslim, Mesâcid 147.

Ebû Hüreyre de bu şekilde amel etmiştir. Ebû Seleme b. Abdurrahmân der ki: İmâmın iki tane hafif susuşu (sektesi) vardır. Bu iki susuşu esnasında kıraati ganimet biliniz.

el-Evzaî, Said b. Abdülaziz ve Ahmed b. Hanbel bu konuda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen bu hadise meyi ediyorlardı.

5- Namazda Fâtiha'yı Okumanın Hükmü:

Namazda Fâtiha sûresinin okunmasının vücubu ile ilgili olarak ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanlar, şöyle demişlerdir: Bu sûre her rek'atte İmâm tarafından da, tek başına namaz kılan tarafından da muayyen olarak okunmalıdır. Basralı, Mâlikî mezhebine mensup İbn Huveyzimendad der ki: İki rek'atli bir namazın bir rek'atinde Fâtiha okumayı unutan bir kimsenin bu namazının batıl olacağı hususunda İmâm Mâlik’ten farklı bir kanaat gelmemiştir. Fakat dörtlü yahut üç rek'atli bir namazın bir rek'atinde Fâtiha okumayı terkeden bir kimse ile ilgili farklı görüşleri nakledilmiştir. Bir seferinde: Namazını iade eder demiş, bir diğer seferinde de: İki sehiv secdesi yapar demiştir. Bu İbn Abdi'l-Hakem'in ve başkalarının İmâm Mâlik'ten yaptığı rivâyettir. İbn Huveyzimendad der ki: Şöyle de denilmiştir: Bu rek'ati iade eder ve selam verdikten sonra sehiv secdesi yapar.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Sahih olan görüş bu rek'ati (Fâtiha okumadığı rek'ati) lağvetmesi ve onun yerine yeni bir rek'at kılmasıdır. Tıpkı yanılarak bir secde yapmayan kimsenin durumunda olduğu gibi. İbnu'l-Kasım'ın tercih ettiği görüş de budur. Hasan-ı Basrî ve Basralıların çoğunluğu Mahzumlu ve Medineli el-Muğire b. Abdurrahmân şöyle demişlerdir: Namazda bir defa Fâtiha sûresini okumak namaz kılan için yeterlidir ve namazını iade etmesi gerekmez. Çünkü Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha sûresi)ni okuduğu bir namaz demek olur. Ve bu namaz Hazret-i Peygamber'in: "Ummu'l-Kur'ân'ı okumayan kimsenin namazı olmaz" âyeti dolayısıyla eksiksiz bir namazdır. Bu kişi ise Ummu'l-Kur'ân'ı okumuş bulunmaktadır.

Derim ki: Ancak bu Hadîs-i şerîfin "her rek'atte Fâtiha sûresi okumayanın namazı olmaz" anlamına gelmesi ihtimali de vardır. İleride görüleceği üzere doğru olan açıklama şekli budur. Yine "rek'atlerin çoğunluğunda Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı olmaz" anlamına gelme ihtimali de vardır. İşte konu ile ilgili görüş ayrılığının sebebi budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Hanîfe, es-Sevri ve el-Evzaî der ki: Namazın tümünde kasten Fâtiha okumayı terketse ve başka bir sûre okusa bu onun için yeterlidir. Ancak bu konuda Evzaî'den farklı görüş de nakledilmiştir. Ebû Yûsuf ile Muhammed b. el-Hasan der ki: Okumanın asgari miktarı ya üç (kısa) âyettir veya borçlanma âyeti (el-Bakara, 2/282) gibi uzunca bir âyettir. Yine Muhammed b. el-Hasan'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Bir âyet miktarı veya (elhamdülillah) demek gibi anlaşılabilir bir söz miktarı okumanın uygun geleceği ictihadındayım, fakat kedisine söz (anlaşılabilir bir kelam) demlemeyecek şekilde bir harflik okumayı uygun görmüyorum. Hanefi mezhebinde namazda farz olan kıraat miktarı budur. Muayyen olarak Fâtiha'nın okunması farz değil, vacibtir. (Meselâ bk. Abdullah b. Mahmûd b. Mevdûd, el-İhtiyar, Kahire, tarihsiz, I, 56).

et-Taberî der ki: Namaz kılan her rek'atte Fâtiha'yı okur. Fâtiha'yı okumayacak olursa, Kur'ân-ı Kerîm'den âyet ve harf "sayısı onun gibi bir bölümü okumadıkça câiz olmaz. Ancak İbn Abdi’l-Berr der ki: Böyle bir sınırlandırmanın anlamı yoktur. Çünkü Fâtiha sûresinin muayyen olarak okunmasının istenmesi ve özellikle onun sözkonusu edilmesi sebebiyle bu hüküm yalnız onun hakkındadır. Başka sûre veya âyetler hakkında sözkonusu değildir. Fâtiha okuması kendisine vacib olan bir kimsenin Fâtiha'yı okuma gücü olmakla birlikte onu terketmesi halinde yerine başka birşey okumasını kabule imkan yoktur. Onun vazifesi (okumamışsa) Fâtiha'yı tekrar okumak ve onu iade etmektir. İbadetlerde muayyen olarak yerine getirilmesi istenen diğer farzlarda olduğu gibi.

6- Rukû'a Varan İmâma Uymak:

İmâma uyan kimse; eğer rükû halinde iken İmâma yetişir ise, İmâmın kıraati onun kıraatinin yerine geçer. Çünkü ilim adamları icma ile şunu kabul etmişlerdir: Kişi rükû halinde İmâma yetişecek olursa tekbir getirir, rukûa varır ve birşey okumaz. Eğer ayakta iken ona yetişir ise, Kur'ân okur. Bu işe bir sonraki başlıkta açıklanacaktır.

7- İmâm Namazda Gizli Okuyorsa:

Gizli okumanın sözkonusu olduğu namazlarda cemaatin İmâmın arkasında kıraati terketmemesi gerekir. Terkedecek olursa, güzel olmayan bir davranışta bulunmuş demektir. İmâm Mâlik ve mezhebine mensup olanların görüşüne göre herhangi birşey yapması da gerekmez. Şayet İmâm açıktan Kur'ân okuyacak olursa, buna dair bilgiler sekizinci başlık altında verilecektir.

8- İmâm Açıktan Okuyorsa:

Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüşe göre bu durumda Fâtiha'yı da başka bir sûreyi de okumaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun." (el-A'raf, 7/204) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu hadisleri de bunu gerektirmektedir: "Ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle münazaa ediliyor?" Ebû Dâvûd, Salât 132-133; Tirmizî, Salât 116; Muvatta’', Salât 44; İbn Mâce, İkame 13; Müsned, II, 240; Dârakutnî, I, 320. İmâm hakkında da: "Kur'ân okuduğu vakit siz de susup dinleyiniz" Müslim, Salât 63; İbn Mâce, İkame 13; Müsned, II, 376; Dârakutnî, I, 327, 328. diye buyurması ile: "Her kimin bir İmâmı var ise İmâmın kıraati onun için de kıraattir" Müsned, III, 339.

el-Buveyti'nin ve Ahmed b. Hanbel'in ondan yaptıkları rivâyete göre de Şâfiî şöyle demiştir: İster İmâm olsun ister cemaat, İmâm ister açıktan okusun ister gizli okusun her rek'atte Fâtiha sûresini okumadıkça hiçbir kimsenin namazı olmaz. Şâfiî Irak'ta bulunduğu sıralarda İmâma uyan kimse hakkında şöyle derdi: (İmâm) gizli okuduğu takdirde (İmâma uyan) içinden okur. Fakat açıktan okuduğu takdirde (İmâma uyan da) okumaz. Mâlikî mezhebindeki meşhur görüş gibi. Fakat Mısır'a geldikten sonra şu şekilde görüşünü açıkladı: İmâmın açıktan okuduğu hallerde iki görüş vardır: Birinci görüş okumasıdır, ikinci görüş ise okumamasının da yeterli geleceği ve İmâmın kıraatiyle yetineceği şeklindedir. Bunu İbnü'l-Münzir nakletmektedir. İbn Vehb, Eşheb, İbn Abdülhakem, İbn Habib ve Kûfeliler der ki: İmâma uyan hiçbir şey okumaz. İmâm ister açıktan okusun, ister gizliden. Çünkü Peygamber efendimiz'in: "İmâmın okuması onun için (İmâma uyan kimse için) de okumadır" hadisi bunu gerektirmektedir. Ve bu hadisteki ifade geneldir. Çünkü Hazret-i Cabir de şöyle demiştir: Her kim Fâtiha sûresini okumaksızın bir rek'at namaz kılacak olursa, -İmâmın arkasında namaz kılması hali müstesna- namaz kılmış olmaz.

9- Namaz'da Fâtiha'nın Okunması İle İlgili Sahih Görüş:

Bu görüşlerden sahih olanı Şâfiî'nin, Ahmed'in ve Mâlik'in diğer görüşüdür. (Yani) Fâtiha'nın her bir rek'atte ve genel olarak herkes için muayyen olarak okunması gerektiğidir. Çünkü Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: "Fâtihatü'l-Kitabı okumayan kimsenin namazı olmaz." Hadisin kaynakları için bk. 2. Başlık. "Her kim Ummu’l-Kur'ân'ı okumaksızın bir namaz kılacak olursa, onun kıldığı bu namaz eksiktir" sözü ve bunu üç defa tekrarlamasıdır. Müslim, Salât 38; Tirmizî, Tefsir 1. sûre; Ebû Dâvûd, Salât 131-132; İbn Mâce, Salât 11.

Ebû Hüreyre de der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bana şu şekilde nida etmemi emir buyurdu: "(En az) Fâtiha sûresi okunmadıkça namaz olmaz ve daha fazlası okunur." Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiştir. Ebû Dâvûd, Salât 131-132.

Nasıl ki bir rek'atteki bir secde veya bir rükû öteki rek'attekinin yerini tutmuyorsa, bir rek'atteki okuyuş da ötekindeki okuyuşun yerini tutmaz. Abdullah b. Avn, Eyyub es-Sahtiyani, Ebû Sevr ve bundan başka Şâfiî mezhebi mensubu olan âlimler ile Davud b. Ali (ez-Zahirî) de bu görüştedir. Benzeri bir görüş Evzaî'den de rivâyet edilmiştir, Mekhul de bu kanaattedir.

Ömer b. el-Hattâb, Abdullah b. Abbas, Ebû Hüreyre, Ubey b. Kab, Ebû Eyyub el-Ensari, Abdullah b. Amr b. el-As, Ubade b. es-Samit, Ebû Said el-Hudrî, Osman b. Ebi'l-Âs, Havvat b. Cübeyr'in de şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Fâtihatü'l-Kitabsız namaz olmaz. Bk. Tirmizî, Salât 69 ve 115. Aynı zamanda bu hem İbn Ömer'in hem de Evzaî mezhebinin meşhur olan görüşüdür. İşte bu konuda bütün bu ashab-ı kirama uymak gerekir, onlar örnek alınmalıdır. Bunların hepsi her rek'atte Fâtiha'nın okunmasını farz kabul etmektedirler.

İmâm Ebû Abdullah Muhammed b. Yezid b. Mâce el-Kazvini, Sünen'inde bu konudaki görüş ayrılıklarını ortadan kaldıracak ve her türlü ihtimali izale edecek bir rivâyet kaydederek şöyle demektedir: Bize Ebû Kureyb anlattı, bize Muhammed b. Fudayl anlattı.

Bize Suveyd b. Said anlattı, bize Ali b. Mushir anlattı, hepsi Ebû Süfyan es-Sa'di'den, o Ebû Nadra'dan, o Ebû Said el-Hudrî'den rivâyetle dediler ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her bir rek'atte elhamdülillah (Fâtiha sûresi) ile bir başka sûre okumayanın -ister farz olsun ister başka bir namaz olsun- namazı olmaz." İbn Mâce, İkametu's-Salât 12.

Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den namazın nasıl kılınacağını öğrettiği kimseye: "Ve bunu namazının tümünde yap" dediği ifadesi yer almaktadır. Buhârî, Ezan 95, 122; Eyman 15; Müslim, Salât 45; Tirmizî, Salât 110; Nesâî, İftitah 7, Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkame 72.

Söz konusu bu Hadîs-i şerîf ileride gelecektir.

Yine bu konudaki delillerden bir tanesi de Ebû Dâvûd'un Nafi b. Mahmud b. er-Rabi el-Ensari'den şöyle dediğine dair rivâyetidir: Ubade b. es-Samit'in sabah namazını kıldırmak üzere gelmesi gecikince müezzin Ebû Nuaym ikamet getirdi ve cemaate namaz kıldırdı. Bu arada Ubade b. es-Samit geldi, beraberinde ben de vardım. Ebû Nuaym'ın arkasında safa durduk. Ebû Nuaym açıktan Kur'ân okumakta idi. Ubade Fâtiha’yı okumaya başladı. Namazı bitirince Ubade b. es-Samit'e şöyle dedim: Ebû Nuaym açıktan okuduğu halde senin Fâtiha sûresini okuduğunu duydum. O: Evet dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) açıktan Kur'ân okunan namazların birisini bize kıldırmakta iken Kur'ân okumasında biraz güçlük çekti. Namazı bitirince bize doğru yüzünü çevirerek şöyle dedi: "Ben açıktan okuduğum vakit sizler Kur'ân okuyor musunuz?" Kimimiz: Evet biz bu işi yapıyoruz, deyince Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır. Ben de Kur'ân hususunda ne oluyor ki benimle çekişiliyor, dedim.

Ben Kur'ân okuduğum takdirde -Ummu'l-Kur'ân (Fâtiha sûresi) dışında Kur'ân'dan birşey okumayınız." Ebû Dâvûd, Salât 131-132 (824. hadis).

İşte bu rivâyet, İmâma uyanın okuyuşu ile ilgili açık bir nastır. Bunu Ebû Îsa et-Tirmizî, Muhammed b. İshak'tan bu manada rivâyet etmiş olup "hasen bir hadistir" demiştir. Tirmizî, Salât 115. İmâmın arkasında Kur'ân okumak hususunda Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve tabiinden ilim adamlarının çoğunluğunun uygulaması bu Hadîs-i şerîfe göredir. Aynı zamanda bu Mâlik b. Enes'in, İbnü'l-Mubarek'in, eş-Şâfiî'nin, Ahmed ve İshak'ın görüşüdür. Bunların hepsi İmâmın arkasında Kur'ân okunacağı görüşündedirler. Yine bunu Dârakutnî de rivâyet etmiş ve: Bu hasen bir isnad olup hadisin senedindeki bütün rical (radıyallahü anhviler) sika (güvenilir) ravilerdir demiştir. Ayrıca Mahmud b. er-Rebi'in, İlya (Beytü'l-Makdis) de yerleşen bir kimse olduğunu, Ebû Nuaym'ın da Beytü'l-Makdis'de ezan okuyan ilk kişi olduğunu zikretti. Dârakutnî, I, 318, 319, 320

Ebû Muhammed Abdulhak der ki: Nafi b. Mahmud'u ne Buhârî Tarih'inde ne de İbn Ebi Hatim zikretmiştir. Buhârî ve Müslim ondan herhangi bir rivâyette bulunmamışlardır. Bk. ez-Zehebî, Mizânu'l-Î'tidâl, no: 8995. Ebû Ömer onun hakkında: Meçhuldür demiştir. İbn Abdi'l-Berr, et-Temhid, XI, 46.

Dârakutnî de Yezid b. Serik'ten şöyle dediğini nakletmektedir: Ben Ömer'e İmâmın arkasında Kur'ân okumaya dair soru sordum da bana okumayı emretti. Ben: İmâm sen dahi olsan da mı? diye sordum, o da: Ben dahi olsam dedi. Ben: Açıktan okusan da mı diye sordum, o: Açıktan okusam dahi dedi. Dârakutnî der ki: Bu sahih bir isnattır. Dârakutnî, I, 317.

Yine Cabir b. Abdullah'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "İmâm teminat altına alan kimsedir. Hadisin buraya kadarki bölümü: Ebû Dâvûd, Salât 32; Tirmizî, Salât 39'da. O ne yaparsa siz de öyle yapınız." Ebû Hâtim der ki: Bu, İmâm arkasında Kur'ân okumanın gerektiğini ileri süren kimseler için uygun bir delildir. Ebû Hüreyre de: "Ben kimi zaman İmâmın arkasında olurum" diyen el-Farisi'ye buna uygun fetva vermiş ve daha sonra yüce Allah'ın (kudsi hadisteki) şu âyetini delil göstermişti: "Ben namazı benim ile kulum arasında ikiye böldüm. Yarısı benimdir, yarısı kulumundur ve kuluma istediği verilecektir." Ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Okuyunuz. Kul der ki: Hamd âlemlerin Rabbi olan Allah'a mahsustur..."

10- İmâmın Arkasında Kur'ân Okunmaz Diyenlerin Delilleri:

Öncekilerin delil gösterdikleri Hazret-i Peygamber'in: "Ve (İmâm) okuduğunda siz de susup dinleyiniz" hadisini Müslim, Ebû Mûsa el-Eş'ari'den rivâyet etmiştir. Cerir'in Süleyman'dan, onun da Katâde'den rivâyet etmiş olduğu: "Ve (İmâm) okuduğunda susup dinleyiniz" fazlalığı ile ilgili olarak Dârakutnî şunları söylemektedir: Bu fazlalık da Süleyman et-Teymi'nin Katâde yoluyla yaptığı rivâyette Süleyman'a uyan olmamış ve Katâde'den hadis belleyenler bu konuda ona muhalefet ederek bu fazlalığı zikretmemişlerdir. Bunlar arasında Şu'be, Hişam, Said b. Ebi Aruba, Hemmam, Ebû Avane, Ma'mer, Adiyy b. Ebi Umare de vardır. Dârakutnî der ki: Bunların icma ile (bu fazlalığı rivâyet etmemeleri) Süleyman'ın bu konuda vehme kapıldığını göstermektedir. Ayrıca Abdullah b. Amir Katâde'den et-Teymi'ye mütabaatte (ona uygun rivâyette) bulunduğuna dair bir rivâyet gelmiştir. Fakat bu (Abdullah b. Amir) pek kuvvetli bir ravi değildir. el-Kattan ondan rivâyet almayı terketmiştir. Yine bu fazlalığı Ebû Dâvûd Ebû Hüreyre'den gelen yolla kaydetmiş ve şöyle demiştir: Şu.- "Okuduğu vakit susup dinleyiniz" fazlalığı mahfuz değildir. (Güvenilir raviler tarafından bellenilmiş değildir). Ebû Muhammed Abdulhak'ın zikrettiğine göre Müslim, Ebû Hüreyre'den gelen bu Hadîs-i şerîfi sahih kabul etmiş ve şöyle demiştir: Bu hadis bana göre sahihtir. Müslim, Salât 63.

Derim ki: Müslim'in bunu sahih kabul ettiğini gösteren delillerden birisi de -ravilerin üzerinde icma etmemiş olmasına rağmen- Ebû Mûsa'dan gelen rivâyet yoluyla bu fazlalığı kitabına almış olmasıdır. Yine İmâm Ahmed b. Hanbel ve İbnu'l-Münzir de bunun sahih olduğunu kabul etmiştir. Şanı yüce Allah'ın:

"Ve Kur'ân okunduğu zaman onu dinleyin ve susun." (el-A'raf, 7/204) âyeti Mekke'de nazil olmuştur. Namazda konuşmanın haram kılınması ise, -Zeyd b. Erkam'ın da söylediği gibi- Medine'de nazil olduğundan dolayı bu onların lehlerine bir delil olamaz. Çünkü orada kastedilen -Said b. el-Müseyyeb'in de dediği gibi- müşriklerdir. Dârakutnî'nin Ebû Hüreyre'den rivâyetine göre bu âyet-i kerîme Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında namaz kılınırken sesi yükseltmek hakkında nazil olmuştur. Ayrıca Dârakutnî der ki: Abdullah b. Amir ravi olarak zayıftır. Dârakutnî, I, 326.

Hazret-i Peygamber'in: "Bana ne oluyor ki Kur'ân hususunda benimle çekişiliyor?" âyetine gelince; bunu Mâlik İbn Şihab'tan, o İbn Ukeyme el-Leysi'den rivâyet etmiştir. Bunun ismi İmâm Mâlik'in, söylediğine göre Amr'dır, başkası da Âmir demektedir. Yezid, Umare veya Ammar olduğu da söylenmiştir. Künyesi Ebû'l Velid'dir. 101 yılında doksanyedi yaşında iken vefat etmiştir. ez-Zühri ondan sadece bir Hadîs-i şerîfi rivâyet etmiştir. Sika bir ravidir. Ondan Muhammed b. Amr ve başkaları da rivâyette bulunmuştur. Hadisinde anlatılmak istenen şudur: Ben açıktan okuduğum zaman siz de açıktan okumayınız. Çünkü bu münazaa (anlaşmazlık) bir çekişme ve bir karışıklıktır. O bakımdan siz içinizden okuyunuz. Bunun böyle olduğunu Ubade'nin rivâyet ettiği hadis ile Ömer el-Faruk'un verdiği fetva ve her iki hadisi de rivâyet eden Ebû Hüreyre'nin rivâyeti beyan etmektedir. Eğer Hazret-i Peygamber'in: "Ne oluyor ki Kur'ân-ı Kerîm'de benimle münazaa olunuyor?" hadisinden her türlü okumanın yasaklığı manası çıkabilseydi buna muhalif fetva vermesi mümkün olmazdı. ez-Zühri'nin İbn Ukeyme'nin rivâyet ettiği hadis ile ilgili olarak söyledikleri de şunlardır: Ashab-ı kiram Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu sözlerini işitince Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın açıktan okuduğu namazlarda Kur'ân okumaktan vazgeçtiler, şeklindeki sözleriyle kastettiği önceden de açıkladığımız gibi, Fâtiha sûresini okumaktır. Başarımız Allah iledir.

Hazret-i Peygamber'in: "Her kimin İmâmı varsa, İmâmın kıraati onun için kıraattir" hadisine gelince, zayıf bir hadistir. Bunu el-Hasen b. Umare müsned olarak rivâyet etmiştir. Ancak el-Hasen metruk ve zayıf bir ravidir.

Her ikisi de bunu Mûsa b. Ebî Âişe'den o Abdullah b. Şeddad'dan, o Cabir'den rivâyet etmişlerdir. Dârakutnî de bu hadisi rivâyet edip şöyle demiştir: Bunu Süfyan es-Sevri, Şu'be, İsrail b. Yûnus, Şerik, Ebû Halid ed-Dalani, Ebû'l-Ahvas, Süfyan b. Uyeyne, Cerir b. Abdulhamid ve başkaları Mûsa b. Ebi Âişe'den o, Abdillah b. Şeddad'dan mürsel olarak Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet etmişlerdir ki doğru rivâyet şekli budur. Dârakutnî, I, 325.

Hazret-i Cabir'in: "Her kim Fâtiha sûresini okumaksızın namaz kılacak olursa, o İmâm arkasında olması hali müstesna namaz kılmış olmaz" Muvatta’'', Salât 38. sözlerini İmâm Mâlik Vehb b. Keysan'dan, o da Cabir'den Hazret-i Cabir'in sözü olarak rivâyet etmiştir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Ayrıca bunu tefsir sahibi Yahya b. Sellam Mâlik'ten, o Ebû Nuaym'dan o Vehb b. Keysan'dan, o Cabir'den o Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet etmiştir. Ancak doğrusu Muvatta’''da olduğu gibi Cabir'e mevkufen rivâyet edilmesidir. Bu mevkuf rivâyetin fıkhi inceliklerinden bir tanesi de Fâtihanın okunmadığı rek'atin iptal edilmesidir. Ayrıca bu İbnü’l-Kasım'ın kabul ettiği görüşün doğruluğunu da ortaya koymaktadır. Bunu da (Fâtiha'nın okunmadığı) rek'atin sayılamayacağı, başka bir rek'atin esas kabul edileceği ve Fâtiha'nın okunmadığı bir rek'atin namaz kılan tarafından sayılamayacağı hususunda İmâm Mâlik'ten rivâyet etmiştir. Yine bu rivâyette şöyle bir fıkhı incelik de vardır: İmâmın kıraati namaz kıldırdığı kimseler için de kıraattir. Bu Hazret-i Cabir'in kabul ettiği görüştür, fakat bu hususta ona başkaları muhalefet etmiştir.

11- Fâtiha Her Rekatte mi Okunur?

İbnu'l-Arabi der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den: "Fâtiha'yı okumayan kimsenin namazı yoktur" şeklinde gelen bu delil hakkında insanlar farklı görüşlere sahiptir: Acaba buradaki nefy (olmayacağını ifade eden âyet) mükemmellik ve tamamlılık ile ilgili midir yoksa yeterlilik ile mi ilgilidir? Delili tetkik edenin durumuna göre fetvada da değişiklik görülmektedir. Bu asıl delil ile ilgili en meşhur ve en güçlü olan şekil, nefiy genellilik ifade eder, şeklinde olduğundan dolayı, İmâm Mâlik'ten gelen güçlü rivâyet de: Fâtiha sûresini namazında okumayanın namazının batıl olacağı şeklindeki rivâyettir. Fakat öte taraftan bu sûrenin her bir rek'atte tekrar edilmesi ile ilgili görüşü tetkik ettiğimizde şunu görürüz: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Ve sen bunu namazının tümünde böylece yap." Bk. Bu bölüm, 9. Bnşlık. âyetini bu esasa göre tevil edip anlayan bir kimsenin tıpkı rükû ve sücudunu tekrarladığı gibi, kıraatini de tekrarlaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

12- Fâtiha Okumanın Farz Olup Olmadığı:

Bizim, bu bölümde zikrettiğimiz ve muayyen olarak Fâtiha'nın okunması gerektiğini ortaya koyan Hadîs-i şerîfler ile bu doğrultudaki diğer hususlar, Kûfelilerin muayyen olarak Fâtiha'nın okunması gerekmez ve Fâtiha ile Kur'ân'ın başka âyetleri arasında fark yoktur, şeklindeki görüşlerini Hanefi mezhebinde namazda kıraatte farz olan, mutlak olarak yani -Fâtiha dahil- belli bir sûrenin tayini sözkonusu olmaksızın, Kur'ân okumaktır. Ancak Fâtiha'nın okunması vacib, okunmasının terki ise tahrimen mekruhtur. Bkz. el-İhtiyar I, 56 vd. reddetmektedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) -açıkladığımız üzere- kendi âyeti ile Fâtiha sûresini tayin etmiş bulunmaktadır. Şanı yüce Allah'ın:

"Namazı kılınız" âyetinden neyi murad ettiğini beyan eden odur. Diğer taraftan Ebû Dâvûd, Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bize Fâtihatü'l-Kitab ile Kur'ân-ı Kerîm'den kolayımıza gelen âyetleri okumamız emrolundu." Ebû Dâvûd, Salât 131, 132; 818. hadis. İşte bu Hadîs-i şerîf Hazret-i Peygamber'in bedeviye: "Kur'ân'dan ezberlediklerinden kolayına geleni oku" Buhârî, Ezan, 122, Eyman, 15; Müslim, Salât, 45; Tirmizî, Salât 110... âyetindeki emrinin Fâtiha'dan fazlasını kastettiğini göstermektedir. Yine bu yüce Allah'ın:

"O halde ondan kolayınıza geleni okuyun." (el-Müzemmil, 73/20) âyetini da açıklamaktadır.

Diğer taraftan Müslim, Ubade b. es-Samit'ten şunu rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ummu'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) okumayanın namazı yoktur." Müslim, Salât 34, 35, 36. Bir diğer rivâyette de: "... ve ondan başka bir miktar okumayanın..." ilavesini de eklemektedir. Müslim, Salât 37.

Hazret-i Peygamber'in: "Eksiktir -sözünü üç defa tekrarlayarak- tamam değildir" şeklindeki âyeti ise sözü geçen deliller gereği, yeterli değildir, anlamındadır. Çünkü Hadîs-i şerîfte geçen (ve eksiktir anlamı verilen kelime olan): kelimesi eksiklik ve fasid oluşu ifade eder. el-Ahfeş der ki: tabiri eksik olarak, tamamlanmadan doğumunu yapan dişi deve hakkında kullanılır. Hilkati tam olsa dahi doğum vaktinden önce erken doğum yaptığı takdirde de (yine aynı kökten gelen) : kelimesi kullanılır.

Konu üzerinde düşünüldüğü takdirde: "Eksiklik" halinde namazın câiz olmaması gerekir. Çünkü eksik bir namaz tamam olmayan bir namazdır. Henüz tamam olmaksızın namazdan çıkan bir kimsenin emrolunduğu şekilde (böylesinin de) namazı iade etmesi gerekir. Kıldığı o namazın hükmü ne ise iadesinin hükmü de odur. Eksik kalacağını kabul etmekle birlikte namazın câiz olacağı iddiasında bulunan kimsenin ise delil getirmesi gerekir. Susturucu bir şekilde delil getirebilmesine ise imkan yoktur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

13- Namazda Kur'ân Okumak:

İmâm Mâlik'ten namazın herhangi bir bölümünde kıraatin vacib olmadığı rivâyet edilmiştir. İmâm Şâfiî de kıraati unutan kimse hakında Irak'ta bulunduğu sûrede aynı şekilde fetva vermekteydi. Ancak Mısır'da bu görüşünden dönerek şöyle demeye başlamıştır: "Fâtiha'yı güzel bir şekilde okuyabilen bir kimsenin Fâtiha'yı okumadan namazı sahih olmaz. Fâtiha'dan bir harf eksik okuması dahi yeterli değildir. Eğer Fâtiha'yı okumayacak yahut bir harf dahi eksik okuyacak olur ise, Fâtiha'dan başka yerler okumuş olsa dahi namazını iade eder." Bu mesele ile ilgili sahih olan pörüş de budur. Hazret-i Ömer'den rivâyet edilen akşam namazını Kur'ân okumaksızın kıldırdığı, bu durum kendisine anlatıldığında: Rükû ve sücud nasıldı? diye sorması üzerine: Güzeldi cevabını alınca, O halde bir mahzur yoktur, şeklinde cevap verdiği şeklindeki rivâyet ise lâfzı münker ve isnadı munkatı' (kesik) bir hadistir. Çünkü bunu İbrahim b. el-Haris et-Teymi Hazret-i Ömer'den rivâyet etmektedir. Bir diğerinde de İbrahim, Ebû Seleme b. Abdurrahmân'dan, o Hazret-i Ömer'den rivâyet etmektedir ki her iki sened de munkatı'dır ve bunda delil olacak bir taraf yoktur. İmâm Mâlik bunu Muvatta’''da zikretmiştir. Bu Muvatta’''ın ravilerinin birisinin Muvatta’' rivâyetinde yer almakla birlikte, Yahya ve onunla birlikte bir grubun rivâyet ettiği Muvatta’''da yoktur. Çünkü İmâm Mâlik daha sonraları bunu pek yerinde görmeyerek Muvatta’''ından çıkarmış ve şöyle demiştir: Uygulama buna göre değildir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kendisinde Fâtiha'nın okunmadığı her bir namaz eksiktir." Diğer taraftan Hazret-i Ömer'in sözü geçen namazı iade ettiği de rivâyet edilmiştir. Ondan gelen sahih rivâyet de budur.

Yahya b. Yahya en-Neysaburi'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Bize Ebû Hazret-i Muâviye, el-A'meş'ten, o İbrahim en-Nehaî'den, o Hemmam b. el-Haris'ten rivâyet ettiğine göre, Ömer (radıyallahü anh) akşam namazında kıraati unuttu, sonra da cemaatle birlikte namazı iade etti. İbn Abdi’l-Berr ki: Bu muttasıl bir hadistir. Buna Hemmam Hazret-i Ömer'den rivâyetle şahit olduğunu belirtmiştir. Değişik yollardan bu şekilde rivâyet edilmiştir.

Eşheb'in rivâyetine göre Mâlik şöyle demiştir: Mâlik'e Kur'ân okumayı unutan kişi hakkında soru sorulmuş ve: Ömer'in bu konudaki sözünü beğeniyor musun? diye sorulunca şu cevabı vermiştir: Ben Ömer'in böyle birşey yaptığını kabul etmiyorum dedi ve böyle bir hadisin olmayacağını söyledi. Sonra da şunları ekledi: İnsanlar (cemaat) akşam namazında açıktan Kur'ân okumadığını görecekler de ona unuttuğunu hatırlatmak üzere sübhanallah demeyeceker, öyle mi? Benim görüşüme göre böyle bir işi yapan kişinin namazı iade etmesi gerekir.

14- Kur'ân Okumaksızın Namaz Kılmak:

Konu ile ilgili kabul ettikleri usullerine göre (aslî delillerine) az önce açıklandığı üzere ilim adamları Kur'ân okumaksızın namazın olamayacağını icma ile kabul etmişlerdir. Aynı şekilde Fâtiha'nın okunuşundan sonra kıraatin vaktini tayin etmemek hususunda da görüş birliğine varmışlardır. Şu kadar var ki kişinin Fâtiha ile birlikte sadece tek bir sûre okumasını müstehab görürler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den çoğunlukla rivâyet edilen hal budur. İmâm Mâlik der ki: Kıraatte sünnet olan ilk iki rek'atte Fâtiha ile bir sûre okuması, son iki rek'atte de yalnızca Fâtiha’yı okumasıdır. el-Evzaî de der ki: Fâtiha'yı okur, eğer Fâtiha'yı okumayıp bir başka sûre okuyacak olsa bu da onun için yeterlidir. Yine el-Evzaî der ki: Eğer üç rek'atte okumayı unutacak olursa namazını iade eder.

es-Sevri de der ki: İlk iki rek'atte Fâtiha ile bir sûre okur, son iki rek'atte de dilediği takdirde tesbih getirir, dilerse Kur'ân okur. Kur'ân da okumayıp tesbih de getirmeyecek olursa namazı caizdir.

Ebû Hanîfe ile diğer Kûfelilerin görüşü de budur. İbnu'l-Münzir der ki: Biz Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet ediyoruz: İlk iki rek'atte Kur'ân oku, son iki rek'atte de tesbih getir. en-Nehaî de bu görüştedir. Süfyan der ki: Şayet üç rek'atte Kur'ân okumayacak olursa namazı iade eder. Çünkü bir tek rek'atte Kur'ân okumak onun için yeterli değildir. Yine Süfyan der ki: Sabah namazının bir rek'atinde Kur'ân okumayı unutması halinde de durum budur.

Ebû Sevr der ki: Her rek'atte Fâtiha'nın okunmadığı bir namaz câiz olmaz. İmâm Şâfiî'nin Mısır'daki (Cedid) görüşü gibi. İmâm Şâfiî mezhebinin bütün ilim adamları da bu görüştedir. Mâlikî mezhebine mensup İbn Huveyzimendad da böyle söylemiştir: Bize göre her rek'atte Fâtiha sûresinin okunması vaciptir. Bu meseledeki sahih görüş de budur. Müslim Ebû Katâde'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bizlere öğle ve ikindi namazlarını kıldırır, ilk iki rek'atte Fâtihatü'l-Kitab ile iki sûre okurdu. Kimi zaman bize bir âyeti işittirir idi. Öğlenin ilk rek'atini uzunca kıldırır, ikincisini kısa keserdi. Sabah namazında da böyle yapardı." Buhârî, Ezan 107, 109, 110; Müslim, Salât 154; Ebû Dâvûd, Salât 124-125; Nesâî, İftitâh 58.

Bir diğer rivâyette de şöyle denilmektedir: "Son iki rek'atte de Fâtihatü'l-Kitabı okurdu." Müslim, Salât 155.

İşte bu İmâm Mâlik'in kabul ettiği görüşün lehine açık bir nas ve sahih bir hadistir. Her bir rek'atte Fâtiha'nın muayyen olarak okunacağına -bu görüşü kabul etmeyenlerin hilafına- açık bir nastır. Delil ise Sünnette olandır, Sünnete muhalif olanda delil olma özelliği yoktur.

15- Namazda Fâtiha'dan Başka Okuma:

Cumhûr, Fâtiha'dan fazla okumanın vacib (farz) olmadığı görüşündedir. Çünkü Müslim, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Her namazda kıraat vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bize işittirerek okuduğunu biz de size işittirerek (yani açıktan) okuyoruz. Bizden gizleyerek okuduğunu biz de sizden gizleyerek okuyoruz. Her kim Fâtiha'yı okuyacak olursa bu onun için yeterlidir. Ve her kim daha fazlasını okuyacak olursa bu da daha faziletlidir." Müslim, Salât 45.

Buhârî'deki ifade ise: "Eğer daha fazla okuyacak olursan bu bir hayırdır." şeklindedir. Buhârî, Ezan 104.

İlim adamlarının çoğunluğu zaruret sebebiyle veya zaruretsiz olarak fazladan bir sûre okumayı terketmeyi kabul etmezler. İmrân b. Husayn, Ebû Said el-Hudrî , Havvat b. Cübeyr, Mücâhid, Ebû Vail, İbn Ömer, İbn Abbâs ve başkaları bu görüştedirler. Bunlar derler ki: Fâtihatü'l-Kitab ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi bir bölüm okumayanın namazı olmaz. Aralarından kimisi iki âyet, kimisi de bir âyet ile bunu sınırlandırırken kimisi de buna sınır getirmeyip: Fâtiha ile birlikte Kur'ân'dan bir bölüm, demekle yetinmiştir. Bütün bunlar her halükarda Fâtiha ile birlikte Kur'ân-ı Kerîm'den kolaya gelen bir bölümü öğrenmeyi gerektirmektedir. Çünkü Ubade b. es-Samit ile Ebû Said el-Hudrî ve başkalarının rivâyet ettikleri hadisler bunu gerektirmektedir.

(İmâm Mâlik'in) el-Müdevvene adlı eserinde şöyle denilmektedir: Veki', el-Ameş'ten, o Hayseme'den rivâyetle dedi ki: Bana Ömer b. el-Hattâb'ı şöyle derken dinleyen birisi anlattı: Fâtihatü'l-Kitabı ve onunla birlikte bir miktar Kur'ân okumayanın namazı yeterli değildir.

Mezhebimizde (Mâlikî mezhebinde) Fâtiha'dan sonra sûre okumanın hükmü ile ilgili üç farklı görüş vardır: Sünnet, fazilet ve vacib görüşü.

16- Fâtiha'yı Öğrenemeyen:

Bütün gücünü harcadıktan sonra Fâtiha'yı öğrenemeyen yahut Kur'ân-ı Kerîm'den hiçbir şey belleyemeyen veya hafızasında ondan hiçbir şey tutamayan kimsenin Kur'ân okunması gereken yerlerde tekbir, tehlil, tahmid, tesbih, temcid yahut la havle vela kuvvete illa billah'tan mümkün olanı söyleyerek Allah'ı zikretmesi gerekir. Bu şekilde zikir yalnız başına namaz kılması veya İmâmın gizliden okuduğu namazlarda İmâm ile birlikte kılması halinde sözkonusudur. Çünkü Ebû Dâvûd ve başkaları Abdullah b. Ebi Evfa'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Bir adam Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gelerek şöyle dedi:Ben Kur'ân-ı Kerîm'den herhangi birşey ezberlemek imkanını bulamıyorum. Bana onun yerini tutacak birşeyler öğret. Hazret-i Peygamber: "De ki Allah'ı tesbih ederim. Hamd yalnız Allah'ındır. O'ndan başka ilâh yoktur. Allah en büyüktür. Bütün gücümüz ve takatimiz ancak Allah'ın yardımı iledir." Bunu soran sahabi: Ey Allah'ın Rasûlü, bunlar Allah için söyleyeceğim sözlerdir. Ya kendim için ne diyeyim? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "De ki: Allah'ım bana merhamet buyur, bana afiyet ver, beni doğru yola ilet, beni rızıklandır." Ebû Dâvûd, Salât 832; Nesâî, İftitah 32(de ilk bölümü); Dârakutnî, I, 313-314.

17- Hiçbir Dua Okuyamayan:

Şayet bu lâfızlardan herhangi birisini de söylemekten aciz ise elinden geldiği kadar İmâm ile birlikte (yani cemaatle) namaz kılmayı terketmesin. İnşaallah İmâm bu konuda onun sorumluluğunu yerine getirir. Ölüm gelinceye kadar aralıksız olarak Fâtiha'yı ve onunla birlikte bir miktar Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenmek için bütün gayretini ortaya koymalıdır. O bu gayret içerisinde ona ölüm gelmelidir ki Allah'a karşı beyan edebileceği bir mazeret sahibi olsun

18- Arapça'ya Dili Dönmeyenler:

Arap olmayanlardan yahut başka kavimlerden arapçaya dili dönmeyen kimseye namazını kılması için anlayacağı diliyle Arapça dua tercüme edilir. Yüce Allah'ın izniyle bu onun için yeterli gelir.

19- Farsça Okumak:

Cumhûrun görüşüne göre güzelce Arapça okuyabilenin Farsça okuyarak namaz kılması yeterli değildir. Ebû Hanîfe der ki: Arapça okuyabilse dahi Farsça okumak onun için yeterlidir. Çünkü maksat manayı isabet ettirmektir. İbnu’l-Münzir ise der ki: Hayır, bu onun için yeterli olmaz. Çünkü bu Allah'ın emrine aykırıdır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den bize gelen bilgiye de aykırıdır, müslüman cemaatlerin görüşüne de aykırıdır. Bu konuda Ebû Hanîfe'ye muvafakat eden bir kimsenin olduğunu da bilmiyoruz.

20- Kıraati Bilmeyen Kimse, Namazda İken Kıraat Öğrenirse:

Kıraati bilmeyerek ve emrolunduğu şekilde namaza başlayan bir kimse namaz esnasında kıraati öğreniverse ne yapar? Meseleyi şöyle tasarlayabiliriz: Namaz kılan bu kişi (namazda iken) Fâtiha'yı okuyanı işitir ve mücerred bu işitmesiyle onu ezberleyiverir. Bu durumda (namazını bozup) yeniden namaza başlamaz. Çünkü o ana kadar kıldıklarını emrolunduğuna uygun olarak kılmıştır. Bunu iptal etmeyi gerektirecek bir durum yoktur. Bunu İbn Sahnun "Kitab "ında zikretmiştir.

ÂMİN DEMEK

Bu bölüme dair açıklamalarımızı sekiz başlık halinde sunacağız:

1- "Amin" Deme Şekli:

Kur'ân okuyan bir kimsenin Fâtiha sûresini okuduktan sonra -Kur'ân olanın Kur'ân olmayandan ayırd edilebilmesi için kelimesinin "nun "harfi üzerinde sekte yaptıktan sonra "âmin" demesi sünettir.

2- "Âmin" Deme Zamanı:

Ana kitaplarda (temel hadis kaynaklarında) Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "İmâm âmin dediğinde siz de âmin deyiniz. Çünkü her kimin âmin demesi meleklerin âmin demesine rastlar ise geçmiş günahları affolunur." Buhârî, Ezan 111, 113, Tefsir 1. sûre 2; Müslim, Salât 72; Ebû Dâvûd, Salât 168; Tirmizî, Mevâkît 71; Nesâî, İftitâh 33, 34; İbn Mâceh, İkame 14; Muvatta’', Nida 44-47 vb.

Bizim ilim adamlarımız (Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun) derler ki: Geçmiş günahların bağışlanması, bu Hadîs-i şerîfin ihtiva ettiği şu dört şeyin gerçekleşmesine bağlıdır.

1) İmâmın âmin demesi

2) İmâmın arkasında namaz kılanların âmin demesi

3) Meleklerin âmin demesi

4) Cematin âmin demesinin meleklerin âmin demesine denk düşmesi.

Bu denk düşme ile ilgili; duanın kabul edilmesi hakkındadır, denildiği gibi, zaman hakkındadır, duanın -nitelik bakımından- ihlasla yapılması hakkındadır da denilmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Duanızın kabul edileceğini bilerek Allah'a dua ediniz. Ve bilin ki Allah gafil ve başka şeylerle oyalanan bir kalbin duasını kabul etmez." Tirmizî, Deavât 65.

3- "Âmin"in Fazileti:

Ebû Dâvûd, Ebû Mûsabbih el-Makrai'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ashab-ı kiramdan olan Ebû Züheyr en-Numeyri'nin yanında otururduk. Çok güzel bir şekilde konuşur idi. Bizden herhangi bir kimse bir duada bulundu mu: Onu âmin sözü ile bitir, derdi. Çünkü âmin bir sahifenin üzerindeki mühür gibidir. Ebû Züheyr dedi ki: Bunun neden böyle olduğunu size bildireyim mi? Bir gece Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte çıkmıştım. Israrla dua eden birisinin yanından geçtik. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onun duasını işitecek bir şekilde durdu. Sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Eğer mühürlerse duası kabul olunur" dedi. Orada bulunanlardan birisi: Ne ile mühürleyecek ey Allah'ın Peygamberi? diye sordu. Hazret-i Peygamber: "Âmin ile" dedi. "Çünkü o âmin ile duasını bitirirse (kabulünü) gerektirmiş olur." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e bu soruyu soran adam dua eden adamın yanına gitti ve ona: "Ey filan, duanı mühürle (âmin diyerek bitir) ve (kabul olunacağına dair) müjde olsun," dedi. Ebû Dâvûd, Salât 167-168.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Ebû Züheyr en-Numeyri'nin asıl ismi Yahya b. Nufeyr'dir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan: "Çekirgeleri öldürmeyiniz. Çünkü çekirgeler Allah'ın en büyük ordusudur" el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, IV, 39; "zayıftır" kaydıyla. hadisini rivâyet etmektedir.

Vehb b. Munebbih de der ki: Âmîn dört harftir. Allah her bir harften: "Allah'ım, âmin diyen herkes için mağfiret buyur" diyen bir melek yaratır.

Haberde şöyle denilmiştir: "Cebrâîl bana Fâtihatu'l-Kitab'ı bitirdiğim vakit âmin demeyi telkin etti ve: Bu mektubun üzerindeki mühür gibidir, dedi." Bir diğer hadiste şöyle denilmiştir: "Âmin âlemlerin Rabbinin mührüdür. " İbnü’l-Esîr, en-Nihâye, Beyrut 1399/1979, I, 72.

el-Herevîder ki: Ebû Bekir dedi ki: Bu, Allah'ın kulları üzerindeki mührüdür, demektir. Çünkü yüce Allah onun vasıtası ile onların üzerinden afet ve musibetleri bertaraf eder. Tıpkı himaye eden ve bozulup içindekinin dışarıya çıkmasına engel olan mektup üzerindeki mühür gibidir. Diğer bir hadiste de şöyle denilmiştir: "Âmin cennette bir derecedir." İbnü’l-Esîr, aynı yer. Ebû Bekr der ki: Bunun anlamı şudur: Âmin öyle bir kelimedir ki bunu söyleyen bu vesileyle cennette bir derece kazanır.

4- "Âmin"in Anlamı:

İlim ehlinin çoğuna göre "âmin" kelimesi, dua anlamında kullanılan bir kelime olarak "Allah'ım duamızı kabul buyur" demektir. Bazıları da: "Âmin" yüce Allah'ın isimlerinden birisidir, demiştir. Ca'fer b. Muhammed Mücâhid ve Hilal b. Yisaf'tan rivâyet edildiği gibi İbn Abbâs da bunu Peygamber(sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmekle birlikte bu sahih bir rivâyet değildir. Bunu İbnu’l-Arabi söylemiştir.

"Âmin"in anlamının: Böyle olsun demek olduğu da ileri sürülmüştür. Bunu da el-Cevherî'nin görüşüdür. el-Kelbi'nin, Ebû Salih'ten, onun İbn Abbâs'tan rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a: Âmin ne demektir? diye sordum, o: "Rabbim yap" demektir, dedi. Mukâtil der ki:

Bu dua için bir güç ve bereketin indirilmesine bir sebeptir. Tirmizî der ki: Âminin anlamı, "sen bizim umutlarımızı boş çıkarma"dır.

5- "Âmin"i Söyleyiş Şekli:

"Amin" kelimesi iki şekilde söylenir. Birincisi Yasin gibi "fail" vezninde med ile ("Âmin" şeklinde), ikincisi ise "yemin" vezninde kasır ile ("emîn" şeklinde) söylenir. Medli söyleyişini şair şu beyitinde kullanmıştır:

"Rabbim, ebediyyen onun sevgisini benden alma

Amîn diyen bir kula Allah rahmet buyursun."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"Âmin âmin diyorum, razı olmam, bir tanesine

Ta ki ikibin âmin diyene kadar."

Bir başka şair de kasr ile şöyle kullanmıştır:

"Ondan istekte bulununca Futhul benden uzaklaştı

Allah aramızdaki uzaklığı artırsın, emin."

Mim'in şeddeli okunması hatadır. Bunu el-Cevherî söylemiştir.

el-Hasen ve Ca'fer es-Sadık'dan şeddeli okunduğuna dair rivâyet de gelmiştir. el-Hüseyn b. el-Fadl'ın görüşü de budur. O vakit bu kelime kasdetmek için kullanılan den türemiş olur. Bizler sana yönelmeyi kastediyoruz, demektir. Yüce Allah'ın: Beyt-i haramı kast ederek

"gelenlere de saygısızlık etmeyin" (el-Maide, 5/2) âyeti de bu kökten gelir. Bunu Ebû Nasr b. Abdurrahim b. Abdülkerim el-Kuşeyri nakletmektedir. el-Cevherî der ki: Âmin kelimesi iki sakin harfin birarada gelmesi dolayısıyla kelimeleri gibi feth üzere mebnidir. "Âmin dedi" ve "âmin demek" anlamında: filan kişi âmin dedi" denilir.

6- İmâm'ın "Amin" Demesi:

İmâm âmin'i söyler mi ve açıktan söyler mi konusunda ilim adamları arasında görüş ayrılığı vardır. Şâfiî ve Medinelilerin rivâyetine göre, Mâlik bu görüştedir. Kûfeliler ve kimi Medineliler de: İmâm âmin'i açıktan söylemez, demişlerdir. Taberî'nin görüşü de budur. Bizim ilim adamlarımızdan İbn Habib'in de görüşü budur. İbn Bukeyr de: İmâm muhayyerdir, demiştir. İbnu’l-Kasım'ım İmâm Mâlik'ten rivâyetine göre: İmâm âmin demez. Onun arkasındakiler yani ona uyanlar âmin, der demektedir. Bu İbnu'l-Kasım'ın ve İmâm Mâlik'in mezhebine mensup Mısırlıların görüşüdür. Bunların delilleri ise Ebû Mûsa el-Eş'ari'nin rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize hutbe irad etti. Bize sünnetlerimizi açıkladı, nasıl namaz kılacağımızı öğretti ve şöyle dedi: "Namaz kıldığınız vakit saflarınızı doğru tutunuz. Daha sonra sizden herhangi bir kimse İmâm olsun. İmâm: Allahu ekber dediği vakit siz de tekbir getiriniz. "Gazaba uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil" dediğinde siz de "âmin" deyiniz. Allah sizin duanızı kabul buyurur." dedikten sonra hadisin geri kalan kısmını da zikretti. Bunu Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salât 62; Nesâî, İmâme 38, Tatbik 23, 101, Sehv 44.

Sumeyy'in Ebû Hüreyre'den rivâyet ettiği hadis de bunun gibidir. Bunu da İmâm Mâlik rivâyet etmiştir.

Sahih olan ise birincisidir, (yani İmâm "âmîn"i açıktan söyler) Vail b. Hucr'un rivâyet ettiği hadiste şöyle denilmektedir: Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "ve leddâllîn"i okuduğunda: Âmin der ve sesini yükseltirdi. Bunu Ebû Dâvûd Ebû Dâvûd, Salât 167-168; Tirmizî, Salât 70. ve Dârakutnî rivâyet etmiştir. Dârakutnî şunu da eklemiştir: Ebû Bekr der ki: Bu, Küfe halkının yalnız başlarına rivâyet ettikleri bir sünnettir. Bu hadis ve bundan sonraki hadis sahihtir. Dârakutnî, I, 334. "Buhârî de: İmâmın âmin lâfzını açıktan söylemesi" diye bir başlık açmıştır. Buhârî, Ezan 111.

Atâ der ki: "Âmin" bir duadır. İbn ez-Zübeyr ve onun arkasından namaz kılanlar öyle bir âmin dediler ki mescidde bir ses kalabalığı işitildi. Tirmizî der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından ve onlardan sonrakilerden ilim ehlinden birçok kişi bu görüştedir. Bunlar kişinin âmini yüksek sesle söyleyeceğini ve gizlemeyeceğini kabul ederler. Şâfiî, Ahmed ve İshak da bu görüştedir. Tirmizî, Salât 70.

Muvatta’''da ve Buhârî ile Müslim'de İbn Şihab'ın şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "âmin" derdi. Muvatta’', Salât 44; Buhârî, Ezan 111; Müslim, Salât 72.

İbn Mâce'nin Sünen'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İnsanlar "âmin" demeyi terketti. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise "Gazaba uğramış olanların ve sapıtanlarınkine değil" dediğinde "âmin" derdi. Onun âmin deyişini birinci saftakiler işitir ve bu ses ile mescid dolardı." İbn Mâce, İkame 14.

Az önce kaydettiğimiz Ebû Mûsa ile Sumeyy yoluyla gelen iki hadis ise "âmin" lâfzının söyleneceği yeri göstermektedir. Bu da İmâmın "veleddâllîn" demesi sırasında olur. Böylelikle İmâm ile cemaatin âmin deyişleri birlikte olur ve cemaat ondan önce âmin demiş olmaz. Buna sebep ise az önce belirttiğimiz hususlardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Diğer taraftan Peygamber efendimiz de: "İmâm âmin dediği takdirde siz de akabinde âmin deyiniz" diye buyurmuştur. Buhârî, Ezan 111, 113; Deavât 4; Müslim, Salât 72; Ebû Dâvûd, Salât 168; Tirmizî, Salat 70-71...

İbn Nâfi' de "Kitabu İbn el-Haris"de şöyle demektedir: İmâma uyan bir kimse İmâmın "veleddâllîn" dediğini işitmedikçe bu sözü (âmin'i) söylemez. Eğer uzak olup da onun âmin dediğini işitmiyor ise demez. İbn Abdus der ki: O takdirde okuma miktarını kendisine göre tesbit etmeye çalışır ve bitirdiğine kanaat getirdiği yerde "âmin" der.

7- "Âmin"i İçten Söylemek:

Ebû Hanîfenin mezhebine mensup olanlar derler ki: Âmin'i içten söylemek açıktan söylemekten daha iyidir. Çünkü âmin bir duadır. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Rabbinize yalvara yakara ve gizlice dua edin." (el-A'raf, 7/55) Buna delil ise, yüce Allah'ın:

"İkinizin de duası kabul olundu" (Yûnus, 10/89) âyetinin tevili ile ilgili olarak gelen rivâyettir. Burada denildiğine göre Hazret-i Mûsa dua ediyor, Hazret-i Harun da âmin diyordu. O bakımdan yüce Allah her ikisine de: Dua edenler ismini vermiştir.

Buna cevap: Duanın gizlenmesinin daha faziletli oluşu riyakarlığın sözkonusu olması dolayısıyladır. Cemaat namazı ile ilgili hususlara gelince bu cemaate katılmak zaten İslâm'ın açık bir şiarını açıktan yerine getirmektir. Ve kulların açıktan yapması mendup olan bir hakkı izhar etmeleridir. İmâmın duayı ve sonunda âmin demeyi kapsayan Fâtiha'yı açıktan okuması teşvik edilmiştir. Buna göre duanın açıktan yapılması sünnettir. Sünnet olan dualardan ise bu duaya âmin demek de ona tabidir ve onun gibidir. Bu da açıkça bilinen bir husustur.

8- Bizden Öncekiler ve "Âmin":

"Âmin" kelimesi bizden önce yalnızca Mûsa ve Harun (ikisine de selam olsan )'a verilmiş ve öğretilmiştir. Tirmizî el-Hakim "Nevadiru'l-Usul" adlı eserinde şunu zikretmektedir: Bize Abdu'l-Varis b. Abdüssamed anlattı, dedi ki: Bize babam anlattı. Dedi ki: Bize Hişam b. Hassan'ın mescidinin müezzini olan Rezin anlattı, dedi ki: Bize Enes b. Mâlik anlattı dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Şanı yüce Allah benim ümmetime kendilerinden önce kimseye verilmemiş üç şeyi verdi. Selam. Bu cennet ehlinin kendi aralarındaki selamlaşmalarıdır. Meleklerin saf saf dizilmesi (gibi namazda dizilmek) ve âmin demek. Mûsa ile Harun'un söyledikleri dışında ("âmin" öncekilerden kimseye verilmemiştir.) Ebû Abdullah der ki: Bunun anlamı şudur. Mûsa Fir'avn'a beddua etmiş Harun da âmin demiş idi. Şanı yüce Rabbimiz de Kitab-ı Kerîm'inde Hazret-i Mûsa'nın duasını bize zikrettiğinde:

"Sizin duanız kabul olundu" (Yûnus, 10/89) dediğini bize bildirmekte ve Harun'un söylediğini zikretmemektedir. Hazret-i Mûsa: Rabbimiz, diye dua etti. Harun (aleyhisselâm) da "âmin" diyordu. Bu şekilde ona da dua eden kişi ismini vermiştir. Çünkü onun âmin demesini de onun dua etmesi olarak değerlendirmiştir.

Şöyle de denilmiş bulunuyor: Âmin bu ümmete hastır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Yahudilerin selam ve âmin demekten dolayı sizi kıskandıkları kadar hiçbir şeyden dolayı kıskanmamışlardır." Bunu İbn Mâce Hammâd b. Seleme'den, o Süheyl b. Ebû Salih'ten, o babasından, o Âişe (radıyallahü anha)dan rivâyetle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki., senediyle rivâyet etmiştir. İbn Mâce, İkâme 14. Yine İbn Mâce İbn Abbâs'tan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Yahudiler sizleri âmin dediğiniz için kıskandığı kadar hiçbir şeyden dolayı kıskanmamıştır. O bakımdan çokça âmin deyiniz." Aynı yer.

Bizim ilim adamlarımız -Allah'ın rahmeti üzerlerine olsun- derler ki: Kitap ehlinin bizleri kıskanma sebepleri şudur: Çünkü bunun (Fâtiha Sûresi'nin) başı Allah'a hamdetmek, O'na senada bulunmaktır. Daha sonra O'na itaat etmek, O'na yönelmektir. Arkasından bizi dosdoğru yola iletmesi için bir duadır. Sonra da âmin demekle birlikte onlara beddua ediyoruz.

FATİHA SÛRESİ'NİN ANLAMI, KIRAATLER, İ'RAB VE HAMD EDENLERİN FAZİLETİ

1

Rahmân ve Rahîm Allah'ın İsmi ile

Besmele:

Buna dair açıklamalarımızı yirmiyedi başlık halinde sunacağız.

1- Besmele'nin Özelliği:

İlim adamları der ki:

"Bismillahirrahmânirrahim" Rabbimizin her sûre başında indirmiş olduğu bir yeminidir. Bununla kullarına şu şekilde yemin etmektedir: Kullarım, bu sûrede Benim sizin için indirdiğim âyetler hakkın kendisidir. Ve Ben bu sûrede size vermiş olduğum vadimi, lütfumu ve iyilikle muamelelere dair bu sûrenin bütün muhtevasını aynen yerine getireceğim.

"Bismillahirrahmânirrâhim" âyeti, yüce Allah'ın bizim Kitabımıza ve özel olarak bu ümmete Süleyman (aleyhisselâm)'dan sonra indirmiş olduğu âyetlerindendir.Kimi ilim adamı şöyle demiştir:

"Bismillahirrahmânirrâhim" şeriatın tümünü ihtiva etmektedir. Çünkü bu ifade, hem Allah'ın zatına, hem sıfatlarına delalet etmektedir. Bu doğru bir açıklamadır.

2- Besmele'nin Bazı Özellikleri

Said b. Ebi Sükeyne der ki: Bana Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'ın

"bismillahirrahmânirrahim"i yazan bir kişiyi gördüğü haberi ulaştı. O kişiye şöyle dedi: Bunu güzel bir şekilde okunaklı olarak yaz. Çünkü bir kişi, bunu güzel ve okunaklı bir şekilde yazmış, o mağfiret olunmuştur.

Said dedi ki: Yine bana ulaştığına göre adamın birisi, üzerinde

"bismillahirrahmânirrâhim" yazısı bulunan bir kağıda baktı. Onu aldı öptü, gözlerine sürdü, bunun için ona mağfiret olundu. İşte Bişr el-Hâfî'nin kıssası da bu kabildendir. O, üzerinde Allah adının yazılı olduğu bir parçayı yerden kaldırdı, ona kokular sürdü. Bundan dolayı da onun ismi de hoş kılındı. Bunu el-Kuşeyrî zikretmektedir.

Nesâî, Ebû'l-Muleyh'ten, o Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın arkasında bineğe binen (bir kişi Men şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (s. a) buyurdu ki: "Bineğin sen üzerindeyken tökezleyecek olursa, kahrolasıca şeytan, deme. Çünkü o bir ev kadar oluncaya kadar büyüdükçe büyür ve: Ben kendi gücümle bunu yaptım, der. Fakat böyle diyecek yerde: Bismillahirrahmânirrâhim, de. O vakit sinek kadar oluncaya kadar küçülüp gider." Ebû Dâvûd, Edeb 77; Müsned, V, 59; aynen yakın ifadelerle V, 71, 365.

Ali b. el-Huseyn de, yüce Allah'ın:

"Sen Kur'ân'da Rabbini bir tek olarak zikrettiğin zaman nefret ile arkalarına döner giderler." (el-İsra, 17/46) âyetini açıklarken anlamının: Yani sen: " Bismillahirrahmânirrâhim" dediğin vakit demek olduğunu söylemiştir.

Veki', el-A'meş'ten, o Ebû Vail'den, o Abdullah b. Mes'ûd'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Allah tarafından ondokuz zebaniden kurtarılmak isteyen kimse

"bismillahirrahmânirrâhim"i okusun ki yüce Allah da o kimse için bunun her bir harfi karşılığında her bir melekten kendisi vasıtasıyla korunacağı bir kalkan yaratsın. Besmele de yüce Allah'ın haklarında:

"Üzerinde ondokuz (görevli melek) vardır." (el-Müddessir, 74/30) diye buyurduğu cehennem üzerinde görevli melekler sayısınca ondokuz harftir. Bunlar ayrıca bütün fiillerinde:

"Bismillahirrahmânirrâhim" derler. İşte bundan dolayıdır ki bu besmele, onlar için bir güç (kaynağı)tür. Onlar, Allah'ın adıyla bu kadar büyük güce sahip kılınmışlardır.

İbn Atiyye der ki: Kadir gecesiyle ilgili olarak ilim adamlarının şu görüşleri de bunu andırmaktadır. Bazı ilim adamlarının görüşlerine göre, Kadir gecesi, yirmiyedinci gecedir. Bunu da (doksanyedinci sûre olan) Kadr sûresinin yirmiyedinci kelimesi olan O" kelimesini gözönünde bulundurarak söylerler.

Yine (rükudan doğrulduğu vakit) Rabbimiz sana pek çok pek hoş ve mübarek kılınmış hamd ile hamd olsun" diyen kimsenin sözlerini yazmak için biribirleriyle yarışırcasına acele eden meleklerin sayısı ile ilgili, ilim adamlarının görüşleri de buna benzemektedir. Bu ifade otuz küsur harftir. Bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Hangisi daha önce yazacak diye otuz küsur meleğin birbirleriyle yarışırcasına acele ettiklerini gördüm" diye buyurmuştur. Buhârî, Ezan 126; Ebû Dâvûd, Salât 118-119 (770. hadis); Tirmizî, Salât 179; ayrıca bk. Müslim, Mesâcid 149.

İbn Atiyye der ki: Bu tür açıklamalar, tefsire dair güzel nükteler ve açıklamalar kabilindendir. Yoksa sağlam bilgiye dayalı açıklamalardan sayılmazlar. eş-Şa'bi ve el-A'meş'in rivâyetine göre Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) önceleri "Bismikellahumme (adın ile Allah'ım)" şeklinde yazıyordu. "Bismillah" diye yazması emroluncaya kadar bu şekilde yazdı. "Bismillah" diye yazması emrolununca bu sefer böyle yazdı.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Gerek Allah diye dua edin ve gerek Rahmân diye dua edin..." (el-İsra, 17/110) âyeti nazil olunca "bismillahirrahmân" şeklinde yazmaya başladı. Daha sonra:

"O gerçekten Süleyman'dandır ve o gerçekten bismillahirrahmânirrâhim (rahmân ve rahîm olan Allah'ın adıyla) diye başlıyor" (en-Neml, 27/30) âyeti nazil olunca bu sefer bu şekilde (yani bismillahirrahmânirrâhim şeklinde) yazdı.

Ebû Dâvûd'un Mûsannef'inde şöyle denilmektedir: eş-Şa'bi, Ebû Mâlik, Katâde ve Sabit b. Umare'nin dediklerine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), Neml sûresi nazil oluncaya kadar

"bismillahirrahmânirrâhim" şeklinde yazmıyordu. Ebû Dâvûd, Salât 120-121 (787. hadis).

3- Sûrelerin Başlarındaki Besmeleler:

Ca'fer es-Sadık (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Besmele, sûrelerin taçlarıdır.

Derim ki: Bu besmelenin Fâtiha'dan ve diğer sûrelerden bir âyet olmadığının delilidir. Bu hususta ilim adamlarının üç ayrı görüşü vardır:

a) Besmele Fâtiha'dan da, başka sûrelerden de bir âyet değildir. Bu İmâm Mâlik'in görüşüdür.

b) Besmele, her sûreden bir âyettir. Bu da Abdullah b. el-Mubarek'in görüşüdür.

c) Şâfiî der ki, besmele Fâtiha'dan bir âyet-i kerimedir. Diğer sûrelerden âyet olup olmadığına dair görüşü ise farklı farklı nakledilmiştir. Bir seferinde: Her sûrenin bir âyetidir, derken bir diğer seferde, sadece Fâtiha'dan bir âyet-i kerimedir, demiştir. Ancak ilim adamlarının Besmele'nin Kur'ân-ı Kerîm'de Neml süresindeki bir âyette yer aldığında görüş ayrılığı yoktur.

Şâfiî, Darakutnî tarafından rivâyet edilen ve Ebû Bekr el-Hanefi'den, o Abdülhamid b. Ca'fer'den, o Nûh b. Ebi Bilal'den, o Said b. Ebi Said el-Makburî'den, o da Ebû Hüreyre'den gelen rivâyet yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini delil göstermektedir: "Elhamdülillahi rabbil alemin diye okuduğunuz takdirde (başında) bismillahirrahmânirrâhim'i okuyunuz. Çünkü o (Fâtiha sûresi) Kur'ân'ın anasıdır, Kitabın anasıdır, es-Seb'u’l-mesani (tekrarlanan yedi )dir. Bismillahirrahmânirrâhim de âyetlerinden bir tanesidir." Darakutnî, I, 312.

Bu hadisi Abdülhamid b. Ca'fer, merfu olarak rivâyet etmiştir. Sözü geçen bu Abdülhamid'i Ahmed b. Hanbel, Yahya b. Said ve Yahya b. Main sika (güvenilir) bir ravi olarak saymaktadırlar. Ebû Hâtim onun hakkında: O doğru sözlüdür, derken Süfyan es-Sevri zayıf olduğunu söyler ve ona hücum ederdi. Senette geçen Nûh b. Ebi Bilal de ünlü ve sika bir ravidir.

İbnu'l-Mubarek ile Şâfiî'nin iki görüşünden birisinin delili ise, Müslim tarafından Enes'ten gelen şu rivâyettir: Enes dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) günün birinde bizimle birlikte oturuyor iken bir parça uyukladı. Daha sonra gülümseyerek başını kaldırdı. Biz: Ey Allah'ın rasûlü, neden güldün? diye sorduk. Şu cevabı verdi: "Az önce bana bir sûre nazil oldu." dedi ve şunları okudu:

"Bismillahirrahmânirrâhim. Şüphesiz biz sana Kevseri verdik. O halde Rabbin için namaz kıl, kurban kes. Şüphesiz sana buğz edenin kendisi ebter (soyu kesik) olandır." (el-Kevser, 108/1-3) Ve sonra hadisin geri kalan kısmını kaydetti. Müslim, Salat 53. Yüce Allah'ın izniyle bu hadisin tamamı Kevser sûresinin tefsirinde gelecektir.

4- Sahih Görüş:

Bu görüşler arasında doğru olan İmâm Mâlik'in görüşüdür. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm âhâd haberlerle sabit olmaz. Onun sübut yolu hakkında ihtilafın sözkonusu olmadığı kati tevatürdür. İbnul-Arabî der ki: "Bunun (yani besmelenin) Kur'ân-ı Kerîm'den olmadığını anlamak için insanların onun hakkındaki ihtilafları yeterlidir. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm hakkında ihtilaf edilmez.

Tenkid edilmeleri sözkonusu olmayan sahih haberler de Besmele'nin Neml sûresi dışında Fâtiha veya bir başka sûreden olsun bir âyet olmadığını ortaya koymaktadır. Müslim, Ebû Hüreyre'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim:

"Aziz ve celil olan Allah buyuruyor ki, Ben namazı (yani Fâtiha sûresini) kendim ile kulum arasında ikiye ayırdım ve kuluma istediğini vereceğim.

Kul: "Hamd âlemlerin rabbi olan Allah'a mahsustur" dediği takdirde, Yüce Allah: Kulum Bana hamdetti, der.

Kul: "Rahmân ve rahîm" dediğinde yüce Allah: Kulum Bana sena etti, der.

Kul: "Din gününün maliki" dediğinde, yüce Allah: Kulum Benim şanımı yüceltti, der. -Bir defasında da: Kulum herşeyin benden olduğunu ifade etti, der.-

Kul: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz" dediğinde yüce Allah: Bu Benim ile kulum arasındadır ve kuluma istediğini vereceğim, der.

Kul: "Bizi dosdoğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet, gazaba uğrayanların ve sapıkların yoluna değil" dediğinde yüce Allah: "İşte bu kuluma aittir ve kuluma istediği verilecektir." Müslim, Salât 38; Muvatta’' Salât 39

Yüce Allah'ın: Namazı: ". . . Ayırdım demekten" kastı Fâtiha süresidir. Fâtiha sûresine "namaz" ismini veriş sebebi, Fâtihasız namazın sahih olmamasıdır.

Yüce Allah ilk üç âyeti kendisine ayırmış ve şanı yüce zatına tahsis etmiştir. Bu ilk üç âyet hakkında müslümanların ihtilafı yoktur. Dördüncü âyetin, kendisi ile kulu arasında olduğunu ifade etmiştir. Çünkü bu âyet-i kerîme kulun Rabbi önünde zilletini arzedişini, O'ndan yardım isteyişini ihtiva etmektedir. Bu ise yüce Allah'ı ta'zimi de ihtiva eder. Daha sonraki üç âyet-i kerîme ile de Fâtiha sûresi yedi âyete tamamlanmış olmaktadır. Bunların üç âyet-i kerîme olduğunu ifade eden de Hadîs-i şerîfte geçen : "İşte bunlar da kuluma aittir" demesidir. Bunu İmâm Mâlik rivâyet etmektedir. Burada "(Bunlar yerine): Bu ikisi" dememektedir. İşte bu da: "Üzerlerine nimet verdiğin kimseler...." âyetinde âyetin sona erdiğini göstermektedir.

İbn Bukeyr der ki: Mâlik dedi ki:

“Üzerlerine nimet verdiklerin...." âyeti âyet sonudur. Yedinci âyet ise, bundan sonra gelen ve sûrenin sonuna kadar devam eden kelâmıdır.

Yüce Allah'ın bu şekilde yaptığı paylaştırma ile Hazret-i Peygamber'in Ubeyy (radıyallahü anh)'a: "Namaza başladığın zaman nasıl okursun?" sorusuna onun: "Ben "âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun" âyetini okudum ve sûreyi sonuna kadar devam ettim" Muvatta’', Salât 37. demesi de Besmelenin Fâtiha'dan bir âyet-i kerîme olmadığını göstermektedir. Aynı şekilde Medine, Şam ve Basra halkıyla ve kurranın büyük çoğunluğu: Kendilerine nimet verdiklerini âyet sonu kabul etmişlerdir. Yine Katâde de Ebû Nadra'dan, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Altıncı âyet-i kerîme: kendilerine nimet verdiklerin" âyetidir. Küfe halkından olan kurra ve fukaha ise bu sûrede

"bismillahirrahmânirrâhim"i bir âyet saymış fakat kendilerine nimet verdiklerin"i âyet sonu kabul etmemişlerdir.

Eğer: Besmele mushafta yazılı bulunmaktadır. Ayrıca Kur'ân hattı ile yazılmış olup tıpkı Neml sûresinde olduğu gibi, Kur'ân gibi nakledilmiştir ve bu şekilde nakil onlardan tevatür yoluyla gelmiştir, denilecek olursa şu cevabı veririz: Sözünü ettiğiniz şey doğrudur. Fakat bu şekilde nakil edilmesi ve yazılışı Kur'ân-ı Kerîm'den olduğundan mıdır, yoksa sûrelerin biribirlerinden ayrıldığını belirtmek için midir? Nitekim ashab-ı kiramdan: Biz

"bismillahirrahmânirrâhim" âyeti nazil olmadıkça bir sûrenin bittiğini anlayamıyorduk, dedikleri Ebû Dâvûd tarafından rivâyet edilmiştir. Ebû Dâvûd, Salât 120-121 (788. hadis): İbn Abbâs'tan dedi ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), üzerine "Bismillahirrahmânirrâhim" nazil olmadıkça (bir) sûrenin (diğerinden) ayrıldığını bilmezdi."

Yahut bu besmele, teberrüken mi yazılmıştır? Nitekim ümmet, kitap ve mektupların baş taraflarında besmele yazmak üzerinde ittifak etmiştir. Bütün bunlar ihtimal dahilindedir. el-Cüreyrî der ki: el-Hasen'e:

"Bismillahirrahmânirrâhim" hakkında soru soruldu şu cevabı verdi: Bu, mektupların baş taraflarında yazılır. Yine el-Hasen der ki: Bismillahirrahmânirrâhim âyeti yalnızca Ta-Sin (en-Neml) sûresinde yer alan:

"Muhakkak ki o Süleyman'dandır ve şüphesiz ki o bismillahirrahmânirrâhim (diye başlamaktadır)." (en-Neml, 27/30) dışında Kur'ân-ı Kerîm'den bir ifade olarak nazil olmuş değildir.

Bu konudaki tartışmaların hakkında nihaî hükmü verecek olan ifade şudur: Kur'ân-ı Kerîm düşünme kıyas ve istidlal ile sabit olmaz. Aksine Kur'ân-ı Kerîm, zorunlu bilgiyi gerektiren, kesin mütevatir olan nakille sabit olur. Diğer taraftan, her sûrenin baş taraflarında ilk âyet olup olmadığı hususunda Şâfiî'nin görüşleri farklı farklı gelmiştir. Bu da besmelenin her sûrenin bir âyeti olmadığını göstermektedir. Allah'a hamdolsun.

Eğer: Bir grup ilim adamı, Besmele'nin Kur'ân-ı Kerîm'den olduğunu rivâyet etmiş, hatta Dârakutnî bu rivâyetlerin sahih olduğunu belirttiği bir cüzde bunları bir araya getirmeyi üstlenmiştir, denilecek olursa cevabımız şu olur: Biz bu konudaki rivâyeti reddetmiyoruz. Buna zaten işaret de etmiş idik. Buna karşılık bizim lehimize delil olacak sabit olmuş haberler vardır. Bunları güvenilir İmâmlar ve sağlam fakihler rivâyet etmiştir. Müslim'in Sahih'inde Hazret-i Âişe'nin şöyle dediği rivâyet edilmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbirle ve "elhamdülillahi rabbil alemin"i okuyarak başlardı. . . Hadis, bütünüyle biraz sonra gelecektir.

Yine Müslim, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahü anhüm)'ın arkalarında namaz kıldım. Bunlar namaza "elhamdülillahi rabbil âlemin"i okuyarak başlıyorlar ve ne kıraatin başında ne de sonunda "bismillahirrahmânirrâhim" demiyorlardı. Müslim, Salât 52.

Diğer taraftan bu konuda bizim kabul ettiğimiz görüş çok büyük bir delil ile de ağırlık kazanmaktadır. Bu, aklın kabul ettiği bir husustur. Şöyle ki, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'deki mescidi üzerinden asırlar geçmiş bulunmaktadır. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın zamanından İmâm Mâlik'in dönemine kadar (ve günümüze kadar) o mescidde hiçbir kimse Sünnete tabi olduğundan dolayı

"bismillahirrahmânirrâhim"i okumuş değildir. Bu sizin konu ile ilgili rivâyet ettiğiniz hadisleri reddetmektedir.

Şu kadar var ki, bizim mezhebimizin ilim adamları, nafile namazlarda besmelenin okunmasını sevap görmüşlerdir. Onun okunacağına dair varid olmuş haberler buna veya bu konuda genişlik bulunduğuna hamledilerek açıklanır. İmâm Mâlik der ki: Nafile namaz kılarken ve Kur'ân-ı Kerîm'i başkasının huzurunda okurken, besmelenin okunmasında bir mahzur yoktur.

İmâm Mâlik'in ve onun mezhebine mensup ilim adamlarının genel görüşü şu ki: Besmele Fâtiha'run da başka bir sûrenin de (ilk) âyeti değildir. Farz namaz olsun, başkasında olsun namaz kılan kimse, gizli olsun açıkta olsun besmeleyi okumaz. Bununla birlikte nafilelerde okuması caizdir. İmâm Mâlik'in mezhebine mensup ilim adamlarınca meşhur olan görüş budur.

İmâm Mâlik'ten gelmiş bir başka rivâyete göre, Besmele nafile namazlarda ve sûrenin baş tarafında okunabilir. Ancak Fâtiha'nın başında okunmaz.

İbn Nâfi'in ondan (Mâlik'ten) rivâyetine göre farz ve nafile namazlarda kıraatin başında okunacağını ve hiçbir şekilde terkedilmeyeceğini ifade etmektedir: Medine halkından şöyle diyenler de vardır. Onda -kıraatin başında- bismillahirrahmânirrâhim'in okunması mutlaka gereklidir. Bu görüşü savunanlar arasında İbn Ömer ve İbn Şihab da vardır. Şâfiî, Ahmed, İshak, Ebû Sevr ve Ebû Ubeyd'in görüşü de budur. İşte bu, meselenin içtihadı bir mesele olduğunu, kati olmadığını göstermektedir. Görüşlerini kabul ettiğimiz takdirde, aksi görüşte olan müslümanları tekfir etmek gereken birtakım cahil ve kendisini fukahadan zanneden kimselerin sandıkları gibi değildir. Çünkü bu konuda sözü geçen görüş ayrılığı vardır.

Bir grup ilim adamı da Fâtiha ile birlikte gizlice okunacağı kanaatindedir. Ebû Hanîfe ve es-Sevri bunlardandır. Ömer, Ali, İbn Mes'ûd, Ammar ve İbn ez-Zübeyr (radıyallahü anhüm)'dan bu kanaat rivâyet edilmiştir. Aynı zamanda bu el-Hakem ve Hammâd 'ın da görüşüdür. Ahmed b. Hanbel ve Ebû Ubeyd de bu görüşte olduklarını belirtmişlerdir. el-Evzai'den de buna benzer bir rivâyet gelmiştir. Bunu Ebû Umer b. Abdi’l-Berr "el-İstizkar" adlı eserinde zikretmektedir. Bunlar, görüşlerine bu konudaki rivâyetleri delil gösterirler ki bunu Mansur b. Zâzân, Enes b. Mâlik'ten rivâyet etmektedir. Enes b. Mâlik dedi ki: Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize namaz kıldırdı.

"bismillahirrahmânirrâhim"i okuyuşunu bize işittirmedi. Ayrıca Ammar b. Ruzeyk'in el-A'meş'ten, Onun Şube'den, onun Sabit b. Enes'ten rivâyetini de delil gösterirler. Enes dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Ebû Bekir ve Ömer'in arkasında namaz kıldım. Onlardan herhangi birisinin

"bismillahirrahmânirrâhim"i açıktan okuduğunu işitmedim. Müslim, Salât 50.

Derim ki: Bu güzel bir görüştür. Enes'ten gelen rivâyetler bu görüşe uygundur. Bununla çelişmemektedir. Bu görüş ile hareket edildiği takdirde besmelenin okunuşu ile ilgili görüş ayrılıklarından da kurtulmak mümkün olur. Saîd b. Cübeyr'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Müşrikler mescidde bulunurlardı. Resulullah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Bismillahirrahmânirrahim" diye okuduğunda onlar: İşte Muhammed, Yemame'nin rahmanını -Müseylime'yi kastediyorlar- zikrediyor. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber

"bismillahirrahmânirrahim"in gizliden okunmasını emretti ve bu sefer:

"Namazında sesini pek yükseltme, fazla da kısma. İkisi ortası bir yol tut." (el-İsra, 17/110) âyeti nazil oldu.

Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hakim der ki: Bu uygulama bu günümüze kadar -illet ortadan kalkmış olmakla birlikte -bu şekil üzere kalmaya devam etti. Nitekim tavafta remel yapılması de illet ortadan kalkmış olmakla birlikte, gündüz namazlarında içten okumakta olduğu gibi kalmış, değişikliğe uğramamıştır.

5- Besmele ile Başlamanın Hükmü:

Ümmet ilim kitaplarının ve risalelerin başlarında Besmele'nin yazılmasının câiz olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Eğer kitap bir şiir divanı ise, Mücâhid'in eş-Şa'bi'in konu ile ilgili şöyle dediği rivâyet edilmektedir: (İlim adamları) Şiirin başında

"bismillahirrahmânirrahim" yazılmaması üzerinde icma etmişlerdir.

ez-Zühri de der ki: Bismillahirrahmânirrâhim'in şiir başında yazılmaması şeklinde uygulama günümüze kadar gelmiştir.

Saîd b. Cübeyr, şiir kitaplarının başında besmelenin yazılacağı görüşündedir. Müteahhir ilim adamlarının çoğunluğu da bu konuda onun görüşünü kabul etmiştir. Ebû Bekr el-Hatib der ki: Bizim tercih ettiğimiz ve müstehap gördüğümüz de budur.

6- Lûgat Açısından "Besmele":

el-Maverdi der ki: Bismillah diyen kimseye "mübesmil (besmele çeken)" denir. Bu kelime müvelled rivâyet asrından sonra insanlar tarafından kullanılan bir kelimedir. Şiirde bu kelime geçer. Ömer b. Ebi Rabia der ki:

"Onunla karşılaştığım sabah Leyla besmele çekti

Şu mübesmil (besmele çeken) sevgili ne hoştur!"

Derim ki: Dil bilginlerinin (fiilde) kullandıkları yaygın şekil "Besmele (besmele çekti)" şeklindedir. Yakub b. es-Sikkit, el-Mutarriz, es-Saâlibî ve başka dil âlimleri şöyle der: Kişi "bismillah" dediği takdirde "besmele: Besmele getirdi, çekti" denilir. Mesela, bismillah sözünü çokça tekrarlayan bir kimseye fazlaca besmele çektin, denir. Kişi: "La havle vela kuvvete illa billah" dediği takdirde "havkale" denilir. "La ilahe illellah" dediğinde "hellele" : tehlil getirdi" denilir. Sübhanallah dediği takdirde "sebhale: Teşbih getirdi" denilir. "Elhamdülillah" demeye "hamdele"; "hayya alessalah" demeye "haysala"; Sana feda olayım" demeye "ca'fele"; Allah eksikliğini vermesin" demeye "tabkala" denilir. "Allah seni daim aziz kılsın" demeye "dem'aze" denilir. "Hayyaalel felâh" demeye "hayfele" denilir.

el-Mutarriz bu deyimlerden: "Hayya alessalah" demeye "haysale" denileceğinden; "Sana feda olayım" demeye "ca'fele" denileceğinden; "Allah ömrünü uzun etsin" demeye "tabkale" denileceğinden ve: "Allah seni daim aziz etsin" demeye "dem'aze" denileceğinden söz etmemektedir.

7- Besmele Çekilecek Yerler:

Şeriat, yemek, içmek, hayvan kesmek, cima', taharet, gemiye binmek ve buna benzer her türlü (meşru) fiilin başında besmele çekilmesini teşvik etmiştir. Yüce Allah Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurmaktadır:

"Artık üzerlerine Allah'ın ismi anılanlardan yeyin" (el-En'am, 6/118)

"Dedi ki: 'Binin içerisine, onun akması da durması da Allah'ın adıyladır.'" (Hud, 11/41) Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmaktadır: "Kapını kapat, Allah'ın ismini an, kandilini söndür ve Allah'ın ismini an. Kabını ört ve Allah'ın ismini an, su kabının (kırbanın) ağzını düğümle ve Allah'ın ismini an." Buhârî, Eşribe 22; Müslim, Eşribe 97; Ebû Dâvûd, Eşribe 22.

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi biriniz, hanımı ile ilişki kurmak istediği takdirde: İsminle ey Allah'ım, şeytanı bizden uzaklaştır, bize ihsan ettiğin rızıktan da şeytanı uzak tut." diyecek olursa eğer bu ilişkilerinden dolayı çocuklarının doğması takdir edilirse ebediyyen şeytan ona zarar veremez." Buhârî, Tevhid 13; Müslim, Nikâh 116.

Hazret-i Peygamber, Ömer b. Ebû Seleme'ye şöyle demiştir: "Ey oğul, Allah'ın ismini an, sağ elinle ve önünden ye." Müslim, Eşribe 108.

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Yemeğin üzerine Allah’ın ismi anılmadığı zaman şeytan o yemeği kendisine helal bilir.(O yemekten yer)" Müslim, Eşribe 102

Yine Hazret-i Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Hayvanını kesmemiş olan Allah'ın İsmi ile kessin." Buhârî, Zebâih 18; Müslim, Edâhî 1.

Osman b. Ebi'l-Âs, Hazret-i Peygamber'e İslâm'a girdiğinden beri vücudunda bir ağrı duyduğundan şikâyette bulunur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle der: "Elini vücudunun ağrıyan tarafına koy ve üç defa "bismillah" de. Yedi defa “duyduğum ve kendisinden çekindiğim şeyin kötülüğünden Allah'ın izzetine ve kudretine sığınırım" de. Müslim, Selâm 67; İbn Mâce, Tıb 36. Bütün bunlar, Sahih'te sabittir. İbn Mâce ve Tirmizî'nin rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Helâya girdikleri zaman Âdemoğullarının avretlerini cinlere karşı örtmeleri "bismillah" demeleri ile olur. (Besmele, helâya girmeden önce çekilir.)" Tirmizî, Cuma, 73; İbn Mâce, Taharet 40

Darakutnî de Hazret-i Âişe'nin şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) abdest suyuna elini değdirdiği takdirde yüce Allah'ın ismini anar, sonra da ellerine su boşaltırdı. Darakutnî, I, 72.

8- Besmele'nin Anlamı:

İlim adamlarımız der ki: Besmelede Kaderiyye'nin ve onlardan olmayıp işledikleri fiilleri kendi kudretlerinin sonucu ortaya çıkar, diyenlerin görüşleri reddedilmektedir. Bu hususta bu gibi kimselere karşı delil gösterme şekli şöyledir: Şanı yüce, Allah her bir fiile başlama sırasında -önceden de belirttiğimiz gibi- bismillah diyerek başlamamızı emretmektedir.

"Bismillah'ın anlamı "Allah ile" demektir. "Allah ile" âyetinin anlamı ise, O'nun yaratması ve O'nun takdiri ile ulaşılan sonuçlar elde edilir, şeklindedir. İnşaallah buna dair daha etraflı açıklamalar ileride gelecektir. Bazı âlimler de şöyle der: "Bismillah..."in anlamı Allah'ın yardımı, tevfiki ve bereketi ile başlıyorum, demektir. Bununla yüce Allah, kullarına kıraat ve buna benzer işlere başlamaları halinde kendi ismini anmalarını öğretmektedir. Bu başlangıçları aziz ve celil olan Allah'ın bereketi ile olsun diyedir.

9- "İsm" Kelimesinin Fazladan Kullanılması:

Ebû Ubeyde Ma'mer b. el-Müsenna, "bismillah"daki "ism" kelimesinin fazladan kullanıldığı görüşündedir. Buna da Lebid'in şu beyitini delil göstermektedir:

" Siz bir yıla kadar (ağlayın mezarımın başında) sonra size olsun selam ismi

Tam bir yıl ağlayan kimse ise artık mazur görülür."

Burada "ad" anlamına gelen "ism" kelimesini şair fazladan zikretmiştir. Onun anlatmak istediği: "Sonra size selam olsun"dan ibarettir.

Bizim ilim adamlarımız da Lebid'in bu sözlerini "ism"in müsemmanın kendisi olduğuna delil gösterirler. Bu bahiste ve başka yerlerde buna dair açıklamalar -yüce Allah'ın izniyle- ileride gelecektir.

10- Farklı Görüşler:

"İsm"in fazladan getirilmesinin ne anlama geldiği hususunda farklı görüşler vardır. Kutub der ki: Bu kelime şanı yüce Allah'ın zikrinin tazim ve tebcil edilmesi için fazladan konulmuştur. el-Ahfeş de der ki: Bu kelimenin fazladan getirilmesi, yemin hükmünden uzaklaşılıp Allah İsmi ile teberrük kasdının gerçekleştirilmesi içindir. Çünkü bu sözün aslı "bismillah" yerine: "billah" şeklindedir. "Billah" ise "Allah adına" anlamına yemin şeklinde de anlaşılabilir.

11- "Besmele" de Emir Anlamı:

Yine bu kelimenin başına "ba" harfinin gelmesinin ne anlama geldiği hususunda da farklı görüşler vardır. Bu, emir anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde: Allah adıyla başla, demek olur. Yoksa haber anlamını ifade etmek için mi gelmiştir? O takdirde anlam: Allah'ın İsmi ile başladım (başlıyorum) olur. Görüldüğü gibi bu konuda iki görüş vardır. Birincisi el-Ferrâ''nın, ikincisi ez-Zeccâc'ın görüşüdür.

Buna göre her iki açıklamaya göre "bism" lâfzı nasb konumundadır.

Anlamın şöyle olduğu da söylenmiştir: "Benim başlamam Allah adıyladır." Buna göre "bismillah" mübtedanın haberi konumunda merfudur. Haberin hazfedildiği de söylenmiştir. Yani: Benim başlayışım Allah'ın ismi ile gerçekleşmiş veya sabit olmuştur, demek olur. Bunu açıkça ifade ettiğimiz takdirde o vakit "bismillah" lâfzı, gerçekleşmiş" veya "sabit olmuştur" fiilleri dolayısıyla nasb konumunda olur. Ve bu: "Evde fazlalıklar eklenmiştir" sözüne benzer. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Rabbimiz şöyle buyurmaktadır:

"Onu hemen kendisinin yanında durduğunu görünce: Bu benim Rabbimin lütfundandır... dedi." (en-Neml, 27/40) Burada yer alan "yanında" ifadesi nasb mahallindedir. Bu açıklamalar Basralı nahiv âlimlerinden rivâyet edilmiştir.

Takdirin: "Benim başlayışım Allah'ın ismi iledir" yahut "O'nun ile sabittir" şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna göre "bism" ifadesi "başlayışım" şeklindeki masdar ile nasb edilmek konumunda olur.

12- "Besmele"nin Yazılışı:

"Bismillah" Elif'siz olarak yazılır. Çokça kullanıldığı için gerek lafızda gerek yazıda isme bitişik olarak gelen "ba" harfi yazıldığı için Elifin yazılmasına gerek duyulmaz. Halbuki:

"Yaratan Rabbinin adıyla oku" âyetinde durum böyle değildir. Az kullanıldığı için burada kelimesinde "be" harfinden sonraki "elif" harfi hazfedilmemektedir. Diğer taraftan kelimesindeki "be" harfinden sonra gelen Elifin "er-Rahmân ve el-Kahir" lâfızları ile birlikte kullanıldığı takdirde hazfedilip (yazılmayıp) edilmeyeceği hususunda farklı görüşler vardır. el-Kisai ile Said el-Ahfeş elifin hazfedileceği (yazılmayacağı) görüşündedirler. Yahya b. Vessab ise: Sadece "bismillah" ile birlikte yazıldığı takdirde elif hazfedilir. Çünkü çokça kullanış burada sözkonusudur, demektedir.

13- " Besmele"nin Başındaki "Bi"

Ba harf-i cerrinin özellikle esreli "bi" şeklinde okunuş sebebi ile ilgili olarak üç farklı görüş ileri sürülmüştür:

Söyleyişinin ameline (yani kendisinden sonra gelen ismin sonunu esreli okutmasına) uygun düşmesi içindir, denilmiştir.

İkinci görüşe göre "ba" harfi sadece isimlerin başına geldiğinden dolayı özellikle esreli okunur. Çünkü esre ancak isimlerde sözkonusudur.

Üçüncü görüş ise, bazan isim olabilen harfler ile "ba"yı birbirinden ayırdetmek içindir. Şairin şu sözünde yer alan "kaf" harfi de böyledir (isim yerini tutmaktadır):

"Öyle bir atla geri döndük ki, sanki su kuşu idi aramızda, uzaklaşıp gidiyordu."

Yani o, bizimle birlikte olan su hayvanı gibi veya ona benzeyen bir hayvandı, anlamındadır.

14- "Besmele"deki "İsm" kelimesinin vezni şeklindedir.

Bu kelimenin sonundan "vav" harfi düşmüştür. Çünkü kökü fiilinden gelmektedir. Çoğulun şeklinde küçültme ismi de: şeklindedir. Bu kelimenin aslının ( vezninin) ne şekilde olduğu ile ilgili olarak görüş ayrılığı vardır. Vezni "fil" şeklindedir, denildiği gibi "ful" şeklinde olduğu da söylenmiştir. el-Cevherî der ki: Bu veznin çoğulu "esma" şeklinde gelir. "Ciz"' ve "ecza" ile "kufi" ve "ekfâl" kelimelerine benzemektedir. Bunların ne şekilde çoğullarının yapılacağı ise ancak kulaktan duyma ile anlaşılır. Bu kelimenin dört ayrı söyleyiş şekli vardır. Esreli olarak "ism" şeklinde, ötreli olarak: "usm" şeklinde. Ahmed b. Yahya der ki: Elifi ötreli okuyan bir kimse bu kelimeyi " semevtu" den türetmekte, esreli olarak okuyan ise "semîtu" kökünden türetmektedir. Üçüncü bir söyleyiş olarak: "Simun", dördüncü söyleyiş ise "sumun" şeklindedir. Bu söyleyişlere uygun olarak şairlerden birisinin şöyle bir beyiti aktarılmaktadır:

"Allah sana mübarek bir ad vermiştir

Bu isim ile Allah seni tercih etmiş, mümtaz kılmıştır."

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Bizi hayrete düşürdü bu senemizin başları

Bolluk sahibi diye bilinir fakat herşeyi kuru kuru yer bitirir

eline geçirdiği her kemiği etinden ısrarla sıyırır."

Burada geçen kelimesinin ilk harfi hem ötreli hem de esreli olarak okunmuştur.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her sûrede ismi bulunanın İsmi ile (başlarım)"

kelimesindeki "sin" harfi sakin (cezimli) okunmuştur. Kıyasa aykırı olarak i'lal yapılmıştır. Bu kelimenin elifi vasıl elifidir. Şair bazan bunu zorunluluk sebebiyle kat' elifi olarak da okuyabilir. el-Ahvas'ın şu beyitinde olduğu gibi:

"Ben Mâlik'in soy kütüğünde aşağılık birisi değilim.

Bir isim alan herkes daha sonra bu isminin gereğine sıkı sıkıya riâyet etmez."

15- "İsm"e Nisbet:

Araplar, "ism" kelimesine nisbet etmek istediklerinde (mensub isim yapmak istediklerinde) derler. Bunun yerine da diyerek olduğu gibi bırakabilirsin. şeklinde kelimesinin çoğulu ise şeklinde gelir. el-Ferrâ' Allah'ın bütün isimleriyle seni sığındırırım" söyleyişini nakletmektedir.

16- "İsm"in Türediği Kök:

"İsm" kelimesinin hangi kökten türediği hususunda iki farklı görüş vardır. Basralılar der ki: Bu kelime yükseklik yücelik anlamına gelen "sümuvv" kökünden türemiştir. "İsm" denilmesi bu ismin sahibinin kendisi vasıtasıyla yücelen bir kimse ayarında olması dolayısıyladır. İsmin müsemmayı (ad olduğu şeyi) yükseltip başkalarına üstün kıldığından dolayıdır da denilmiştir. Yine: "İsm"e bu adın veriliş sebebi, sahib olduğu güç sebebiyle sözün diğer iki kısmı olan harf ve fiilden üstün olduğundan dolayıdır. İsmin harf ve fiilden daha güçlü olduğu da icma ile kabul edilmiştir. Çünkü aslolan odur. İşte isim, fiil ve harfe üstün geldiğinden dolayı, ona (üstün anlamında) "ism" ismi verilmiştir. Buna göre Basralıların bu hususta üç ayrı açıklaması vardır.

Kûfeliler der ki: "İsm" kelimesi, alamet anlamına gelen "es-simeh" den türemiştir. Çünkü "ism" ad olarak konulduğu şeyin alametini teşkil etmektedir. Buna göre "ism" kelimesinin kökü "ve-se-me" şeklinde olur. Ancak birincisi daha doğrudur. Çünkü bu kelimenin küçültme ismi: "sumeyy", çoğulu ise "esma" şeklindedir. Bir kelimenin çoğulu ve küçültme ismi ise, o kelimenin kökünü bize gösterir. (Kûfelilerin açıklamasına aykırı olarak): "vuseym" denilmediği gibi (çoğulunda:) "evsam" da denilmemektedir.

Birinci görüşün doğruluğunun bir delili de bu konudaki görüş ayrılığının faydasıdır. Bunun faydası da şudur:

17- İsim ile Sıfat:

"İsm" kelimesinin yücelik ve üstünlükten türediğini söyleyenler şöyle der: Yüce Allah bütün mahlukatın varlığından önce de onların varolmasından sonra da ve yok olacakları takdirde de (bu üstün) sıfatlara sahiptir. Yüce Allah'ın isim ve sıfatlarında yaratıkların etkisi yoktur. Bu, Ehl-i Sünnet'in görüşüdür. "İsm"in alametten türetildiğini söyleyenler de şöyle demektedir: Ezelden yüce Allah, isimsiz ve sıfatsız idi. O mahlukatı yaratınca onlar O'na birtakım isim ve sıfatlar izafe ettiler. Onları yok ettiği takdirde yine isimsiz ve sıfatsız kalır. Bu da Mu'tezile'nin görüşüdür. Ümmetin icma ile kabul ettiği görüşe muhalif bir görüştür. Bu konudaki hata ve yanlışlıkları "O'nun kelamı mahluktur (yaratılmıştır)" demelerinden daha büyük bir hatadır. Şanı yüce Allah, onların bu yanlış kanaatlerinden yüce ve münezzehtir. Bu konudaki görüş ayrılığı dolayısıyla isim ve müsemma hakkında da farklı görüşler ortaya çıkmıştır ki, bunu da bir sonraki mes'elede açıklayalım.

18- İsim ile Müsemmâ (“isim” ile “o isim ile anılan”):

Kadı Ebû Bekr b. et-Tayyib'in naklettiğine göre Hak ehli, ismin müsemmanın kendisi olduğu görüşündedir. İbn Fûrek de bu görüşü kabul etmiştir. Bu Ebû Ubeyde ve Sîbeveyh'in de görüşüdür. Bir kimse: "Allah alimdir (bilicidir)" dediği takdirde onun bu sözü "alim" olmak niteliğine sahip zatına delalet eder. İsmin "alim" olması bizzat müsemmanın kendisinin böyle olduğu anlamındadır. Yine bir kişi: "Allah haliktır (yaratıcıdır)" diyecek olursa hâlik olan Rabbin kendisidir, der. Ve bu bizatihi isimdir. İsim onlara göre herhangi bir açıklama sözkonusu olmaksızın bizatihi müsemmanın kendisidir.

İbnu'l-Hassar der ki: Bid'atçilerden sıfatların varlığını inkar edenler, adlandırmaların zatın dışında bir medlulü olmadığını zanneder. O bakımdan bunlar: İsim müsemmadan başkadır, derler. Allah'ın sıfatlarını kabul edenler ise adlandırmaların medlullerini de kabul eder ve bunlar zatın vasıfları olup bunlar (sıfatlar) ibarelerden (söylenen sözlerden) ayrıdır. Onlara göre bu sıfatlar isimlerin kendileridir. Bakara ve A'raf sûrelerinde -yüce Allah'ın izniyle- buna dair daha fazla açıklamalar gelecektir.

19- "Allah" Lâfza-i Celâli:

"Allah" lâfzı şanı yüce Rabbimizin en büyük ve en kapsamlı adıdır. Hatta kimi ilim adamları şöyle demiştir: Bu, yüce Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi)dir. O'ndan başka hiçbir kimseye bu isim verilmiş değildir. Bundan dolayı bu ismin tesniyesi (ikili) ve çoğulu yapılmaz. Şanı yüce Allah'ın:

"Sen O'nun adıyla başka bir kimsenin adlandırıldığını biliyor musun?" (Meryem, 19/65) âyeti ile ilgili iki açıklama şeklinden birisi de budur. Yani onun "Allah" ismini alan bir başka kimsenin varlığını biliyor musun?

Allah ismi, bütün ilahî sıfatları kendisinde toplayan rububiyyetin niteliklerine sahip kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan hak varlığın adıdır.

Bunun ibadet edilmek hakkına sahip anlamına geldiği söylenmiştir. Ezelden beri var olan ebediyen var olacak olan vacibu'l-vücud (varlığı zorunlu) anlamında olduğu da söylenmiştir. Bu ikisinin anlamı arasında da fark yoktur.

20- "Allah" Lâfzının Aslı:

Dil bilginleri bu ismin türemiş (müştak) midir, yoksa zat-ı bari'nin özel ismi olmak üzere mi konulmuştur hususunda da farklı görüşlere sahiptir.

Birinci görüşü, yani türemiş olduğunu, ilim adamlarının birçoğu kabul etmektedir. Ancak bunun türeme yolu ve asıl kökünün ne olduğu hakkında farklı görüşlere sahiptirler.

Sîbeveyh, el-Halil'den bunun aslının "Fiâl" gibi "ilâh" şeklinde olduğunu söylediğini rivâyet etmektedir. Hemzenin yerine elif ve lâm getirilmiştir. (Allah olmuştur.)

Sîbeveyh der ki: Mesela "en-Nass" kelimesinin aslı da "Unas"dır. Bu kelimenin aslının "lâhe" olduğu da söylenmiştir. Bunun başına elif ve lâm tazim için getirilmiştir. Sîbeveyh'in tercih ettiği görüş budur. Buna delil olarak şu beyiti gösterir:

"Saklan, gizlen ben amcan oğluyum, şerefin benden üstün değildir

Ve sen benim yöneticim değilsin ki beni yönetesin."

el-Kisai ve el-Ferrâ' der ki: "Bismillah"ın anlamı "el- ilahın İsmi ile" demektir. Hemzeyi hazfederek birinci lamı ikinci lama idğam ettiler ve böylelikle bu ikisi şeddeli lâm haline geldi. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Fakat ben (muvahhidim) Allah benim Rabbimdir." (el-Kehf, 18/38) Burada yer alan kelimesi aslında şeklindedir. Nitekim el-Hasen de böyle okumuştur.

Diğer taraftan "Allah" lâfzının şaşkınlık ifade eden : "velehe" kökünden türediği de söylenmiştir. el-Veleh: Aklın baştan gitmesi anlamındadır. Nitekim: Aklı başından gitmiş erkek, aklı başından gitmiş kadın" denilir. Su çöle akıtıldığı takdirde de denilir. Şanı yüce Allah'ın sıfatlarının hakikatini bilmek, O'nun marifeti üzerinde düşünmek halindeyse, akıllar hayrete düşer ve altından kalkamaz, şaşırır kalır. Buna göre "ilâh" kelimesinin aslı "velah"dır. Bu kelimenin başında yer alan hemze "vav" harfinin değişikliğe uğramış şeklidir. Nitekim (kemer anlamına gelen) "işah" kelimesindeki hemze de "vişâh" şeklinde "vav" ile; (yastık anlamına gelen) "isâde" kelimesindeki hemze vav'a dönüştürülerek "visâde" şekline getirilmiştir. Bu açıklama şekli el-Halil'den de rivâyet edilmiştir, ed-Dahhak'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Allah"a, "ilâh" denilmesinin sebebi, yaratıkların ihtiyaçlarını ona bildirip sığınmaları, sıkıntılı zamanlarında ona yalvarıp yakarmalarıdır. el-Halil b. Ahmed'in de şöyle dediği nakledilmektedir. Çünkü yaratıklar O'na sığınırlar.

(Aynı anlamı ifade etmek üzere) bu kelime şeklinde söylenir.

Bu lâfzın yükselmek anlamına gelen kökten türediği de söylenmiştir.

Araplar yüksekteki her şeye "lâh" derlerdi. O bakımdan güneş doğduğu zaman doğuşunu ifade etmek üzere ifadesini kullanırlardı.

Tapınıp ibadet etmek için kullanılan "elihe" kelimesinde ve kendisini ibadete verdiği takdirde de kullanılan "teellehe" kelimesinden türediği de söylenmiştir. Yüce Allah'ın (el-A'raf, 7/127)de yer alan şeklindeki okuyuşu da böyledir. İbn Abbâs ve başkaları derler ki: Buradaki bu kelime "sana ibadeti.... " anlamındadır.

Bunlar şöyle demektedirler: O halde Allah lâfzı, bu kökten türemektedir. Şanı yüce Allah lâfzının anlamı ibadette kendisine yönelinen, ibadet ile kastedilendir. Allah'ı tevhid edenleri "La ilahe illellah" şeklindeki sözleri, Allah'tan başka kendisine ibadet edilen yoktur, anlamındadır. Burada yer alan "illa" lâfzı başka anlamındadır. Yoksa istisna anlamını ifade etmez.

Bazıları da -uzak bir ihtimal olarak- şu iddiada bulunmaktadır: Bu yüce lafızda aslolan gaib olanı kinaye yoluyla kasteden "ha (hu)" zamiridir. Çünkü bunlar, (Allah'ı tanımanın) akıllarının fıtrî yapısında varolduğunu kabul ederler. O bakımdan O'na bu kinaye (zamir) harfi ile işaret ettiler. Daha sonra mülkiyet ifade eden "lâm" harfi eklendi. Çünkü eşyayı yaratanın ve eşyalara malik olanın O olduğunu bilmişlerdir. Böylelikle bu kelime "lehu" şeklini aldı. Daha sonra ta'zim ve hürmet ifade etmek için ona elif ve lâm eklendi (böylelikle Allah oldu).

İkinci görüş (ki lafzatullahın zat-ı uluhiyyeti kastetmek üzere kullanılmış bir kelime olduğunu kabul edenlerin görüşüdür): Bu görüşü aralarında Şâfiî'nin Ebû'l-Meali, el-Hattabi, el-Ğazzali, el-Mufaddal ve başkalarının da bulunduğu bir grup ilim adamı ileri sürmüştür. el-Halil ve Sîbeveyh'ten de şöyle dedikleri rivâyet edilmiştir: Elif ve lâm bu lâfzın ayrılmaz harfleridir. Bu harflerin bu lafızdan hazfedilmeleri câiz değildir. el-Hattabi de der ki: Elif ile lâm'ın bu yüce ismin yapısından olduğunun ve tarif için gelmediklerinin delili bu lâfzın başına bu şekli değişmeksizin "nida harfinin" girmesidir. Mesela "ya Allah" diyebiliyoruz. Nida harfleri ise tarif için olan elif ve lâm ile birlikte bir arada bulunmaz. Mesela ya Allah dediğimiz gibi ya er-Rahmân, ya er-Rahîm demeyiz. İşte bu, iki harfin (elif ile lâm harflerinin) ismin yapısının birer parçası olduğunu göstermektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21- "er-Rahmân" ismi:

Yine "er-Rahmân" adının türemesi ile ilgili farklı görüşler vardır. Kimisi bu ismin türemiş bir isim olmadığını söylemektedir. Çünkü şanı yüce Allah'a has özel isimlerdendir. Diğer taraftan eğer bu kelime, "rahmef'den türemiş olsaydı, rahmet olunan ile birlikte de kullanılabilmeli idi ve böylelikle "Allah kullarına rahîmdir" denilebildiği gibi "Allah kullarına rahmandır" da denilebilmeli idi. Yine eğer bu isim "rahmef'den türemiş olsaydı yüce Allah'ın ismi olarak bunu işittiklerinde Arapların tepki göstermemeleri gerekirdi. Çünkü o zaman Araplar, Rablerinin rahmet sahibi olduğunu kabul ediyorlardı. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlara: Rahmâna secde edin denildiğinde onlar: Rahmân neymiş?... dediler." (el-Furkan, 25/60) Hudeybiye barışı sırasında da Ali (radıyallahü anh), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın emriyle: "Bismillahirrahmânirrâhim" yazınca Süheyl b. Amr şöyle itiraz etmişti: Biz "Bismillahirrahmânirrâhim"in ne demek olduğunu bilmiyoruz. Bunun yerine bizim bildiğimiz şey olan "bismikellahumme" (adın ile Allah'ım) diye yaz.

İbnu'l-Arabi der ki: Onların bilmedikleri mevsuf (nitelenen) olan Allah değil, onun sıfatı idi. Buna delil olarak onların "Rahmân kimdir?" demeyip "rahman nedir?" demelerini göstermektedir.

İbnu'l-Hassar der ki: Sanki o (İbnu'l-Arabi) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- yüce Allah'ın başka âyet-i kerimede yer alan:

"Ve onlar Rahmânı inkar ederler" (er-Radıyallahü anh'd, 13/30) âyetini hatırlamamış gibidir.

İnsanların Cumhûru (çoğunluğu) "er-Rahmân" lâfzının mübalağa ifade etmek üzere "rahmet" kökünden türemiş ve mebni bir kelime olduğunu kabul etmektedir. Manası ise, eşsiz olan rahmet sahibi demektir. İşte bundan dolayı "er-Rahîm" lâfzının ikili ve çoğulu yapıldığı gibi bunun iki ve çoğulu yapılmaz.

İbnu'l-Hassar der ki: Bu kelimenin türemiş olduğunun delillerinden birisi de Tirmizî'nin rivâyet edip sahih olduğunu belirttiği Abdurrahmân b. Avf tan gelen şu rivâyettir. Abdurrahmân b. Avf, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinlemiş: "Aziz ve celil olan Allah buyurdu ki: Ben Rahmânım. Rahîmi (akrabalığı) yarattım ve ona kendi ismimden türeyen bir isim türetip verdim. Kim onun bağına riâyet ederse ben de onu bitiştiririm. Kim de onun bağını keserse ben de onu keserim." Tirmizî, Birr ve Sıla 9.

İşte bu Hadîs-i şerîf er-Rahmân isminin türemiş olduğunu açıkça ortaya koyan bir nasstır. Buna muhalefetin ve görüş ayrılığına düşmenin anlamı yoktur. Arapların bu ismi tepki ile karşılamalarının sebebi yüce Allah'ı ve ona karşı yerine getirilmesi gereken görevleri bilmeyişlerinden dolayıdır.

22- "er-Rahmân" İbranice midir?

İbnu'l-Enbârî'nin "ez-Zâhir" adlı eserinde zikrettiğine göre el-Müberred "er-Rahmân"ın İbrance bir isim olduğunu bundan dolayı da bununla birlikte er-Rahîm isminin de zikredildiğini iddia etmiştir. Bunu ifade etmek üzere de şu beyitler delil gösterilmektedir:

"Şerefe nail olamazsınız; ister abanızı ipekle sırmalayın,

İster yenbüt (haşhaş) ağacını ufak ağaçlara dönüştürün.

İsterseniz (develerin) arkalarından ayrılmayan deve palanlarından ayrılın

Ve onların sırtlarını "Rahmân ve Kur'ân" diye sıvazlamayı bırakın."

Ebû İshak ez-Zeccâc "Meani'l-Kur'ân"da şöyle demektedir: Ahmed b. Yahya dedi ki: "er-Rahîm" Arapça ve "er-Rahmân" İbranicedir. İşte bundan dolayı ikisi bir arada zikredilmiştir. Fakat bu kabul edilmeyen bir görüştür.

Ebû'l-Abbas der ki: Na't (niteleme) bazan övgü için olur. Mesela, şair Cerir demek bunun gibidir. Mutarrif in Katâde'den yüce Allah'ın:

"Bismillahirrahmânirrâhim" âyetinde kendi zatını methettiğini söylediğini nakletmiştir. Ebû İshak der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Kutrub da der ki: Rahmân ve Rahîmin bir arada zikredilmesi, te'kid için olabilir. Ebû İshak der ki: Bu da güzel bir görüştür. Ve te'kidde büyük bir fayda vardır. Arapların sözünde de bu pek çoktur. Onun için ayrıca delil göstermeye ihtiyaç yoktur. Burada te'kidin faydası ise Muhammed b. Yezid tarafından şöylece açıklanmaktadır: Bu, lütuf üstüne lütuf, nimet ihsanı üzerine nimet ihsanına, bunlara rağbet edenlerin arzularını güçlendirmek ve umanın emelini boşa çıkmayacağına dair bir vaaddır.

23- "Rahmân" ve "Rahîm" Arasındaki Fark:

Rahmân ve Rahîm isimleri aynı anlamı mı ifade eder, yoksa iki ayrı anlama mı gelir hususunda da ilim adamları farklı görüşler belirtmişlerdir. "Nedman ve Nedim (pişmanlık duyan)" kelimelerinde olduğu gibi aynı anlama gelirler, denilmiştir. Bu Ebû Ubeyde'nin görüşüdür. Bazıları da fa'lan (rahman kelimesinin vezni) faîl (radıyallahü anhhîm kelimesinin vezni) in binası gibi değildir. Çünkü fa'lan vezni ancak fiilin mübalağalı halini anlatmak için kullanılır. Mesela kızgınlık ile dolup taşmış bir kimse için "Ğadbân" tabiri kullanılır. Faîl vezni ise bazen fail ve mef'ûl (yani etken ve edilgen) anlamlarını ifade edebilir. Amalles der ki:

"Savaş seni bir defa dişlerinin arasına aldı mı?

O vakit sen şefkat duyulan merhamet olunan olursun."

Buna göre "er-Rahmân" isim olarak özel, fiil olarak genel; "er-Rahîm" ise isim olarak genel, fiil olarak özeldir. Bu Cumhûrun görüşüdür.

Ebû Ali el-Farisî der ki: "er-Rahmân" bütün rahmet türleri hakkında kullanılan genel bir isim olup yalnız yüce Allah hakkında kullanılır. "Er-Rahîm" ise, mü’minler hakkında kullanılır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve mü’minlere çok merhametli (radıyallahü anhhîm)dir." (el-Ahzab, 33/43) el-Arzemî der ki: "er-Rahmân" yağmurlarla, duyu nimetleriyle ve genel olarak bütün nimetlerle bütün yaratıklarına merhamet edendir. "er-Rahîm" ise, onları hidâyete iletmek, onlara lütuflarda bulunmak suretiyle mü’minlere merhametli olandır.

İbnu'l-Mübarek der ki: "er-Rahmân" kendisinden istendiği zaman verendir. "er-Rahîm" ise kendisinden dilekte bulunulmadığı zaman kızıp gazaplanandır.

İbn Mâce Sünen'inde, Tirmizî de el-Cami'inde Ebû Salih'ten, o Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah'tan dilekte bulunmayana Allah gazab eder." Bu lâfız Tirmizî'ye aittir. Tirmizî, Dua 2; Müsned, II, 477.

İbn Mâce de der ki: "Yüce Allah'a dua etmeyene Allah gazab eder." İbn Mâce, Duâ 1 İbn Mâce der ki: Ben Ebû Zur'a'ya bu senette sözü geçen Ebû Salih hakkında soru sorduğumda şöyle dedi: Bu kendisine el-Farisi ismi verilen kişi olup Huzistanlıdır. İsmini bilmiyorum. Şairlerden birisi de bu anlamı kabul ederek şöyle demiştir:

"O'ndan dilekte bulunmayı terkettin mi Allah gazab eder

Âdem oğlancığı ise kendisinden istendi mi gazaplanır."

İbn Abbâs der ki: Bunlar rakîk (ince anlamlar ifade eden) iki isimdir. Birisi ötekinden daha rakîkdir. Yani daha çok rahmet ifade eder.

el-Hattabî der ki: Bu müşkil bir ifadedir. Çünkü rakîkliğin yüce Allah'ın sıfatlarından hiçbirisiyle bir alakası yoktur.

el-Huseyn b. el-Fadl el-Beceli der ki: Bu şekildeki bir rivâyet ravinin vehminden kaynaklanmaktadır. Çünkü inceliğin (rikkatin) yüce Allah'ın sıfatlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu ifadenin doğru şekli: "Bunlar biri ötekinden daha refik (nfk ve yumuşaklık) olan iki isimdir." Rıfk ise, aziz ve celil olan Allah'ın sıfatlarındandır. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah refik (yumuşak merhametli) dir, rıfkı sever ve katılığa karşılık olarak vermediği şeyleri rıfka karşılık olarak verir." Müsned, IV, 87

24- "er-Rahmân" ismi:

İlim adamlarının çoğunluğu, "er-Rahmân"ın yüce Allah'ın özel ismi olup başkasına verilmesinin câiz olmadığı kanaatindedir. Yüce Allah'ın şu âyetleri bunu göstermektedir:

"De ki: İster Allah diye dua edin ister Rahmân diye dua edin." (el-İsra, 17/110) Burada görüldüğü gibi er-Rahmân ismi başkasının ortaklığının sözkonusu olmadığı diğer ismi olan "Allah" lâfzına denk ve eşit olarak zikredilmiştir. Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Senden önce gönderdiğimiz peygamberlerimize sor: Rahmân'dan başka ibadet edilecek tanrılar kılmış mıyız?" (ez-Zuhruf, 43/45) Burada yüce Allah, ibadete hak kazananın "Rahmân" olduğunu haber vermektedir. Müseylime el-Kezzab (Allah'ın laneti üzerine olsun) kendisine "rahmânu'l-yemame" ismini vermek cesaretini göstermiştir. Müseylime kendisine bu ismi verir vermez, hemen onun kulağına "el-Kezzab (çok yalancı)" şeklindeki sıfatı ulaşıverdi. Bundan dolayı şanı yüce olan Allah, "el-Kezzab" sıfatını onun adının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. Her ne kadar her kâfir, aynı zamanda yalancı ise de bu nitelik Müseylime'nin kendisi ile tanındığı bir özel sıfat halini almış ve yüce Allah, bu niteliği onun adının ayrılmaz bir parçası haline getirmiştir. er-Rahmân İsmi ile ilgili olarak onun yüce Allah'ın ism-i a'zamı olduğu da söylenmiştir. Bunu İbnu'l-Arabi zikretmiştir.

25- "er-Rahîm" ismi:

"er-Rahîm" yaratıklar için mutlak bir niteliktir. "er-Rahmân" isminde genel bir anlam bulunduğundan dolayı bizim sözlerimizde de tenzile (vahye) uygun olarak "er-Rahîm" den önce zikredilmiştir. Bu el-Mehdevî'nin açıklamasıdır.

Şöyle de denilmiştir: er-Rahîm'in anlamı, sizin Allah'ı ve er-Rahmân'ı bulmanız er-Rahîm iledir. Çünkü er-Rahîm, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliğidir. Yüce Allah, onu şu âyetinde böyle nitelemiştir:

"O raûf (çok şefkatli) ve rahîm (çok merhametli) dir." (et-Tevbe, 9/129) Bu açıklamayı yapan, mananın şöyle olduğunu kastetmiş gibidir: "Bismillahirrahmâni ve birrahîmi" yani ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) aracılığıyla bana ulaştınız. Yani ona uymak ve onun getirdiklerine tabi olmak sayesinde sizler benim sevabımı, lütuf ve ihsanımı ve vechime nazarı elde edebildiniz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

26- "Besmele"nin Genel Anlamı'na Dair Bazı Rivâyetler:

Ali b. Ebî Tâlib (k.v)'den yüce Allah'ın:

"Bismillah" lâfzı ile ilgili olarak şöyle dediği rivâyet edilmiştir: O, her türlü hastalığa karşı şifa ve her türlü devaya karşılık da bir yardımdır. "er-Rahmân" ise ona îman eden herkese yardımdır. Bu, kendisinden başkasına bu ismin verilemeyeceği zatın adıdır. "er-Rahîm" ise tevbe edene, îman edip salih amel işleyene merhametlidir demektir.

Kimisi, bu lâfzı (yani bismillahirrahmânirrâhim'i) harfleri esas alarak açıklamıştır. Osman b. Affan'dan rivâyet edildiğine göre o, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a

"bismillahirrahmânirrâhim"in açıklamasını sormuş o da şöyle buyurmuş:

"Ba, yüce Allah'ın belası (sınaması) ruhu, aydınlığı, parlaklığı ve yüceliği;

sin yüce Allah'ın üstünlüğü,

mim Allah'ın mülkü demektir. Allah kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır.

Rahmân ise, yarattıklarından iyi olana da kötü ve günahkar olana da merhametli olan demektir.

Rahîm ise, özellikle mü’minlere karşı şefkatli ve merhametli olan demektir."

Ka'b el-Ahbar'ın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ba, yüce Allah'ın göz kamaştırıcılığı, sin yüceliği demektir. O'ndan yüce hiçbir şey yoktur. Mim onun mutlak malikiyetini ifade eder. O, herşeye kadir olandır. O'na karşı hiçbir kimse çıkamaz, mağlup edemez.

Şöyle de denilmiştir: Her bir harf, yüce Allah'ın isimlerinden birisinin başlangıcıdır. Ba basir adının, sin semi' adının, mim melik adının, elif Allah adının, lâm latîf adının, ha hadi adının, radıyallahü anh râzık adının, ha halîm adının, nun nûr adının birinci harfidir. Bütün bunların anlamı ise, herşeyin başlangıcı esnasında şanı yüce Allah'a dua etmektir.

27- Besmele ile Fâtiha'nın Okunuşu:

(Besmelenin son kelimesi olan): "er-Rahîm" lâfzının "elhamdülillah" ile bitişik okunması hususunda ihtilaf edilmiştir. Umm Seleme'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), mim harfini sükunlu okuyup vak'f yapar ve maktu' bir elif ile başlayarak: şeklinde okurdu.

Kûfelilerden bir grup bu şekilde okumuştur. Ancak çoğunluk ise: şeklinde okumuşlardır. Yani "er-Rahîmi" şeklinde esreli ve "elhamdü"deki elifi vaslederek .... er-Rahîmi’l-Hamdü... (şeklinde) okursun.

el-Kisai, kimi Arapların, mim harfini üstünlü ve elifin vasledilmesi şeklinde er-Rahîme’l-Hamdü... diye okuduğunu nakletmektedir. Bu, şöyle açıklanır: Mim harfi sükûnlü okunur, elif kat' ile okunur. Sonra elifin harekesi mime aktarılarak elif hazfedilir.

İbn Atiyye der ki: Bildiğim kadarıyla bu herhangi bir kimsenin kıraati olarak rivâyet edilmemiştir. Yahya b. Ziyad'ın yüce Allah'ın: âyetini okuyuşu ile ilgili görüşü de böyledir.

Bu bölüme dair açıklamalarımızı otuzaltı başlık halinde sunacağız:

2

Hamd âlemlerin Rabbi, Rahmân, Rahîm ve Din Günü'nün maliki olan Allah'adır.

1- Hamdetmek:

"Hamd Allah'ındır" âyeti; Ebû Muhammed Abdu'l-Gani b. Said el-Hafız, Ebû Hüreyre ve Ebû Said el-Hudri yoluyla Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Kul 'hamd Allah'ındır' dediği vakit, Allah da: Kulum doğru söyledi. Hamd yalnız benimdir diye buyurur." Müslim'in de rivâyetine göre Enes b. Mâlik dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah, birşey yediği zaman Allah'a hamdetmesi yahut birşey içtiği zaman Allah'a hamdetmesi dolayısıyla kulundan razı olur." Müslim, Zikr 89.

el-Hasen der ki: Ne kadar nimet varsa, şüphesiz el-hamdülillah "hamd, Allah'a mahsustur" demek, ondan daha faziletlidir.

İbn Mâce, Enes b. Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah bir kula bir nimet verip de o kul el-hamdülillah diyecek olursa, mutlaka Allah'ın ona verdiği şey ondan aldığından daha kıymetli olur." İbn Mâce, Edeb 55.

Nevadiru'l-Usul'de Enes b. Mâlik'ten rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İçindeki herşeyiyle birlikte dünya, benim ümmetimden bir kişinin elinde bulunsa, daha sonra da bu kişi el-hamdülillah diyecek olsa, bu el-hamdülillah hiç şüphesiz bütün bu nimetlerden daha faziletli olur." Süyûtî, İbn Asâkir'in bunu Enes bin Mâlik'ten rivâyet ettiğini zikreder. es-Sirâcu'l-Münir, III, 195. Abdullah der ki: Bize göre bunun anlamı şudur: Bir kişiye dünya verilmiş ve daha sonra da ona bu kelime ihsan edilip onu söylemesi lütfunda bulunulmuş ise, söylediği bu kelime bütün dünyadan daha faziletlidir. Çünkü dünya fanidir, söylediği bu kelime ise bakidir. İşte bu kelime de "geriye kalan kalıcı salih ameller" arasındadır. Zaten yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Geriye kalacak olan salih amellerdir ki, Rabbinin nezdinde bunlar sevapça da hayırlıdır amelce de hayırlıdır." (el-Kehf, 18/46) Bazı rivâyetlerde de şöyle denilmiştir. Onun verdiği aldığından daha hayırlı olur. Ne'vâdiru'l-Usûl, II, 72. Bu ifadeye göre söylediği söz kulun verdiği olur, dünya ile de Allah'tan alınan şeyi kastetmiş olur. Bu tedbir (işleri çekip çevirmek) hakkındadır. Yine bu kelime kul tarafından söylenir, dünya da Allah tarafından verilir şeklinde de açıklandığı olur. Fakat aslı itibariyle her ikisi de Allah'tandır. Dünya da Allah'tandır, bu sözü söylemek de O'nun lütfundandır. Allah kişiye dünyayı vermiş ve onu ihtiyaçtan kurtarmış olur, bu kelimeyi de söylemeyi lütfetmiş, bu sebepten dolayı da ona âhirette şeref ihsan etmiş olur.

İbn Mâce'de İbn Ömer yoluyla gelen şu rivâyet yer almaktadır: Resûlüllah şunu anlattı:

"Allah'ın kullarından birisi, Rabbim, zatının celâline, saltanatının azametine yakışacak şekilde sana ham ederim" dedi. Yazıcı melekler için bunu yazmak zor geldi. Bunu nasıl yazacaklarını bilemediler. Semaya çıktılar ve şöyle dediler: Rabbimiz, senin kulun öyle bir söz söyledi ki onu nasıl yazacağımızı bilemiyoruz. Aziz ve celil olan Allah kulunun ne söylediğini daha iyi bildiği halde der ki: Kulum ne dedi? Melekler: Rabbim, o şöyle dedi: Rabbim, zatının celâline, saltanatının azametine yakışır şekilde sana hamdederim, dedi. Yüce Allah o iki meleğe şöyle dedi: Bu sözü kulumun söylediği şekilde yazınız. Nihayet o bana kavuşacağında o sözün karşılığını ben ona vereceğim." İbn Mâce, Edeb 55.

Müslim'de rivâyet edildiğine göre Ebû Mâlik el-Eş'arî dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Abdest almak imanın yarısıdır, el-hamdülillah demek mizanı doldurur. Sübhanellahi vel-hamdülillahi demek de sema ile arz arasını doldurur -yahut doldururlar. " Müslim, Tahâre 1.

2- "el-Hamdulillah" Demenin Fazileti:

İlim adamları, kulun: "el-hamdülillahi rabbi'l âlemîn" demesinin mi yoksa "lâ ilâhe illâlah" demesinin mi daha faziletli olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim: "el-hamdülillahi rabbi'l-âlemin" demesinin daha faziletli olacağını söylemişlerdir. Çünkü bu hamdin kapsamı içerisinde "lâ ilâhe illâlah" diye ifade edilen tevhid de bulunmaktadır. Buna göre kulun "elhamdülillah.." demesinde hem tevhid hem de hamd vardır. Fakat "lâ ilâhe illâlah" demesinde sadece tevhid sözkonusudur.

Bir başka kesim de; "lâ ilâhe illâlah" demenin daha faziletli olacağını söylemiştir. Çünkü bu tevhid kelimesiyle, küfür ve şirk ortadan kaldırılmaktadır. Bunun söylenmesi için insanlarla Savaşılır. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ben insanlarla lâ ilâhe illâlah deyinceye kadar savaşmakla emrolundum" diye buyurmuştur. Buhârî, Îman 17, Salât 28..., Müslim, Îman 32; Ebû Dâvûd, Zekat 1... ve diğer hadis kitapları... Bu görüşü İbn Atiyye tercih ederek şöyle der: Bunun daha faziletli olduğuna hüküm veren Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetidir: "Ben ve benden önceki bütün peygamberlerin söylediği en faziletli söz; lâ ilâhe illâlah vahdehu la şerike leh (Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur, O bir ve tektir, O'nun ortağı yoktur) sözüdür." Tirmizî, Deavât 122; Muvatta’', Kur'ân 32, Hacc 246.

3- Âlemlerin Rabbi:

Müslümanlar, yüce Allah'ın diğer bütün nimetlerine karşılık Mahmud (övülmeye, hamdedilmeye değer) olduğu üzerinde icma etmişlerdir. Allah'ın lütfettiği nimetlerden birisi de imandır. Bu da imanın Allah'ın fiili ve yaratması ile olduğunun delilidir. Buna delil de yüce Rabbimizin:

“Âlemlerin rabbi" âyetidir. Âlemler ise, bütün yaratıkları ifade eder. Bunlardan birisi de imandır. Yoksa durum ileride de açıklanacağı üzere Kaderiyye'nin söylediği imanı insanlar yaratmamaktadır.

4- Hamd'in Anlamı:

"Hamd"in Arap dilindeki anlamı eksiksiz övgü, "sena"dır. Bunun başına gelen elif ve lâm (-ı tarif) bütün hamd türlerini kapsaması içindir. Şanı yüce Allah bütün hamdleri hak edendir. Çünkü en güzel isimler ve en yüce sıfatlar onundur, "el-hamd" lâfzı şairin şu sözlerinde cem'i kıllet (azlık bildiren çoğul) lâfzı ile çoğul yapılmıştır:

"En açık şekilde hamdedilip övülene tahsis ettim

Sözlerimin en faziletlisini ve hamdlerimin en üstününü."

Hamd'ın zıddı zem (yermek)dir. Övülen kimseye "hamîd" ve "mahmud" denilir. "Tahmid" ifadesi "hamd" den daha beliğdir. Ayrıca "hamd" şükürden daha kapsamlı ve geniştir. "Muhammed" ise övülmeye değer özellikleri çokça olan kimse demektir. Şair der ki:

"Şanlı, şerefli, kavminin efendisi,

son derece cömert ve çokça övülmeye değer özellikleri olana...."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a da bu isim verilmiştir. Şair der ki:

"Onu tebcil etmek için kendi isminden ona bir isim türetti.

Arşın sahibi olan (Allah) Mahmud'dur. İşte bu da Muhammed'dir."

Mahmede (övülmeye değer husus), yerilmeye değer hususun anlamını ifade eden "mezemme"nin zıddıdır. Kişi hamdettiği takdirde onun hakkında: Adam hamdetti, denilir. Hamdedildiği görülen kimse için de kişi der. Mesela: "Filan yere vardım ve oranın övülecek bir yer olduğunu gördüm" demek gibi. Yani orayı övülmeye değer ve uygun bir yer olarak gördüm demektir. Bu ifadeleri; orada kalıp yaşamayı veya orada hayvanlar için bulunan otlakları beğendiğimiz takdirde kullanınz. Eşyayı çokça öven ve özelliklerinden daha fazla şeylere sahip olduklarını ileri süren kimse için de "Humede" denilir. Ateşin alevinin çıkardığı ses için de "hamedetu'n-nar" tabiri kullanılır.

5- "Hamd" ile "Şükür":

Ebû Cafer et-Taberi ile Ebû'l-Abbas el-Müberred, hamd ile şükürün aynı anlamda olduğunu söylemişlerse de bu görüş pek kabule değer bir görüş değildir. Ayrıca Ebû Abdurrahmân es-Sülemi de "el-Hakaik" adlı eserinde bunu Cafer es-Sadık ve İbn Atâ'nın görüşü olarak da nakletmektedir. İbn Atâ der ki: Hamd'in anlamı Allah'a şükretmektir. Çünkü onun bize zatına hamdetmeyi öğretmesi dolayısıyla O, bize bu alandaki lütfunu hatırlatmaktadır. Taberi de bu iki kelimenin aynı anlama geldiğini delil göstermek için kişinin: şükür olmak üzere Allah'a hamdolsun" demesinin doğru olacağını delil göstermiştir. İbn Atiyye de der ki: Gerçekte bu onun kabul ettiğinin zıddına delildir. Çünkü kişi ayrıca şükür olmak üzere" demekle "hamd'i" tahsis etmiş olur. Bu nimetlerden herhangi bir nimete bir hamd ifade eder.

Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Şükür hamdden daha geneldir. Çünkü şükür hem dil ile hem organlarla hem de kalp ile olur. Hamd ise sadece dil ile olur.

Hamd'in daha genel kapsamlı olduğu da söylenmiştir. Çünkü hamd, hem şükür manasını hem övmek anlamını kapsamaktadır. Bu ise şükürden daha geneldir. Hamd, şükür yerine kullanılabildiği halde şükür hamd yerine kullanılamamaktadır. İbn Abbâs'ın da şöyle dediği kaydedilmektedir: el-hamdülillah şükreden herkesin kullandığı bir sözdür. Âdem (aleyhisselâm) da aksırdığı vakit "el-hamdülillah" demiştir.

Yüce Allah da Hazret-i Nûh'a şöyle demesini emretmiştir:

"Bizi zâlimler topluluğundan kurtaran Allah'a hamdolsun, de." (el-Mu'minun, 23/28)

İbrahim (aleyhisselâm) da şöyle demiştir:

"Bana ihtiyarlığıma rağmen İsmail'i ve İshak'ı bağışlayan Allah'a hamdolsun." (İbrahim, 14/39)

Hazret-i Davud ile Hazret-i Süleyman kıssasında da yüce Allah bize şunu bildirmektedir:

"İkisi dedi ki: Bizi pek çok mü’min kullarına üstün kılan Allah'a hamdolsun." (en-Neml, 27/15)

Yüce Allah Peygamberi Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'e de şöyle emretmektedir:

"Evlat edinmeyen o Allah'a hamdolsun, de." (el-İsra, 17-111)

Cennet ehli de şöyle diyeceklerdir:

"Bizden üzüntüyü gideren Allah'a hamdolsun." (Fatır, 35/34);

"Ve dualarının sonu da el-hamdülillahi rabbi âlemin (Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun, veya: Bütün hamdler âlemlerin Rabbi Allah'a mahsustur) demeleridir." (Yûnus, 10/10).

Buna göre "el-hamdilillah" şükreden herkesin söylediği sözdür.

Derim ki: Doğrusu şudur: Hamd, önceden bir ihsan sözkonusu olmaksızın nitelikleriyle övülmeye değer olana yapılan bir senadır, övgüdür. Şükür ise, bağışladığı ihsana (iyiliğe, güzelliğe) karşılık şükredilen kimseye yapılan bir senadır. İşte bu noktadan hareketle ilim adamlarımız şöyle demiştir: Buna göre hamd şükürden daha kapsamlıdır. Çünkü hamd hem sena, hem tahmid (yani hamdetmek) hem de şükür bakında kullanılır. Karşılık olarak yapılan (şükür), özel bir hali ifade eder. Ve sana iyilik yapana karşı bir mükâfattır. O bakımdan âyet-i kerimede kullanılan hamd, daha genel bir mana ifade ediyor. Çünkü şükürden geniş bir anlamı kapsamaktadır.

Hamd'in rıza anlamına geldiğinden de sözedilmektedir. Mesela: yani; ben onu sınadım ve beğendim, denilir.

Yüce Allah'ın:

"Makam-ı Mahmud" (el-İsra, 17/79) âyetinde de geçen "mahmud" kelimesi ise (övülmeye değer anlamına değil de) beğenilen ve hoşnud olunan makam demektir. Hazret-i Peygamber de âyeti: "Sidiğin çıkış yerini yıkamanızı sizin için uygun ve yerinde görürüm" İbnü’l-Esîr, en-Nihâye (I, 433)'de İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğini kaydetmektedir anlamındadır.

Yüce Allah'ın:

"el-hamdülillah" âyeti ile ilgili olarak Cafer es-Sadık'ın şöyle dediği de zikredilmektedir: Şanı yüce Allah'ı kendi zatını nitelendirdiği şekilde sıfatlarıyla öven kimse Allah'a hamdetmiş olur. Çünkü "hamd" kelimesi, "h, m, d" harflerinden meydana gelmiştir. Ha, vahdaniyyetten, mim, mülkten, dal ise deymumiyyetten (devamlılıktan, bekadan) gelmektedir. Yüce Allah'ı vahdaniyeti, deymumiyeti ve mülküyle tanıyıp bilen bir kimse gereği gibi tanımış olur. İşte "el-hamdülillah"ın hakikati de budur.

Şakik b. İbrahim de "el-hamdülillah"in tefsirinde şunları söylemektedir: Allah'a hamdetmek üç şekilde olur: Birincisi, Allah sana birşey verdiği takdirde o şeyi sana kimin verdiğini bilip tanımandır. İkincisi, sana verdiği şeye razı olmandır. Üçüncüsü ise onun ihsan ettiği güç senin vücudunda kalmaya devam ettiği sürece herhangi bir şekilde O'na isyan etmemektir. İşte bunlar hamdetmenin şartlarıdır.

6- Hamd ve Övgüler Allah'ındır:

Şanı yüce Allah "hamd" ile kendi zatını övüp sena etmiş ve Kitab-ı Kerîmi zatına hamd ile başlatmıştır. Bu hususta kendisinden başkasına izin vermemiştir. Aksine Kitab-ı Kerîm'inde ve yüce Peygamberinin dili üzere kendilerini bu şekilde övmelerini yasaklamak üzere şöyle buyurmaktadır:

"O halde kendinizi övmeyin (temize çıkarmayın). O, takva sahibi olanları, en iyi bilendir." (en-Necm, 53/32) Hazret-i Peygamber de: "Övücülerin yüzlerine toprak saçınız." Müslim, Zühd 69. diye buyurmaktadır. Bunu el-Mikdad rivâyet etmiştir. İleride yüce Allah'ın izniyle en-Nisa sûresinde (49. âyetin tefsiri yapılırken) insanların kendilerini övmeye dair açıklamalar gelecektir.

Buna göre

"el-hamdülillahi rabbi'l-âlemin (hamd âlemlerin Rabbi Allah'adır)" âyetinin anlamı şudur: Âlemlerden hiçbir kimse bana hamdetmeden önce ben kendi zatımı hamd etmiş (övmüş) bulunuyorum. Ezelden beri benim kendime hamdedişim herhangi bir sebebe bağlı değildir. Fakat insanların, yaratıkların bana hamdetmelerinin birtakım sebeplerle yapılma şaibesi vardır. İlim adamlarımız der ki: O bakımdan kendisine kemal ihsan edilmemiş yaratıklardan herhangi bir kimsenin menfaatleri çekmek ve nefsine gelecek zararları bertaraf etmek için kendisine hamdetmesi (övmesi) çirkin görülmüştür.

Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah kullarının kendisini hamdetmekten aciz olduklarını bildiğinden dolayı ezelde kendi zatını kendi zatı ile ve kendi zatı için hamdetmiştir. O bakımdan onun kulları bu konuda bütün güçlerini ortaya koyacak olsalar dahi O'na hamdetmekten aciz kalırlar. Peygamber efendimizin: "Ben sana yapılması gereken bütün övgüleri sayıp dökemem" Müslim, Salât 222; Ebû Dâvûd, Salât 148, Vitr 5; Tirmizî, Deavât 111; Müsned, VI, 58 vb.. âyeti ile bu konudaki aczini nasıl ortaya koyduğuna dikkat edelim. Şair de şöyle demiştir:

"Bir iyilik sebebiyle biz sana senada bulunsak dahi

Sen bizim övdüğümüz gibi ve hatta övdüğümüzün de çok üstündesin."

Şöyle de denilmiştir: Yüce Allah kullarına nimetlerinin çokluğunu onların ise gereği gibi kendisine hamdedebilmekten acizliklerini bildiğinden dolayı - lütuf ve minnetin ağırlığını üzerlerinden kaldırdığı için sahip oldukları nimetlerden daha rahat ve huzurlu bir şekilde faydalanabilsinler diye -onlar yerine kendi zatını ezelde hamdetmiş, övmüştür.

7- "el-Hamdu..."de Kıraat:

Yedi kıraat İmâmı ve insanların Cumhûru el-hamdülillah" âyetindeki "dal" harfinin ref edilmesi (du şeklinde ötreli okunması) üzerinde icma etmişlerdir. Süfyan b. Uyeyne ve Ru'be b. el-Accac'dan "dal" harfinin üstünlü okunması ile "el-hamdelillahi" şeklinde okudukları da rivâyet edilmiştir. Bu ise, bir fiilin takdir edilmesi anlamına gelir, "el-hamdülillah" ifadesinde "dal" harfinin ötreli okunması, mübteda ve haberdir de denilmiştir. Haber olması ise, bir mana ifade etmesini gerektirir. Bunun ifade ettiği mana nedir? Bunun cevabı şudur: Sîbeveyh der ki: Kişi (dal harfini) ötreli okuyarak "el-hamdülillah" dediği takdirde Allah'a hamd ettim, ifadesinin ihtiva ettiği manaya benzer bir söz söylemiş olur. Şu kadar var ki "el-hamdü" diyerek "dal" harfini ötreli okuyan kimse hem kendisinin hem de bütün yaratıkların yüce Allah'a hamdettiğini haber vermektedir, "el-hamde" şeklinde "dal" harfini üstünlü okuyan bir kimse ise, yalnız kendisinin hamdinin Allah'a olduğunu haber vermektedir.

Sîbeveyh'ten başkaları ise şöyle demiştir: Bu şekilde yüce Allah'ın affına ve mağfiretine sığınmak, O'nu tazim etmek, şanını şerefini yüceltmek için söylenir. Böyle bir ifade ise haber kipinin anlamından farklıdır. Ondan çok dilekte bulunmak anlamı vardır. Nitekim Hadîs-i şerîfte de şöyle buyurulmuştur: "Her kim beni anmakla uğraşırken bana talepte bulunmak fırsatını bulmayacak olursa ona dilekte bulunanlara verdiklerimden daha üstün olanlarını veririm." Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 25; "Her kim Kur'ân okumak ve beni anlamakla..." şeklinde.

Şöyle de denilmiştir: Şanı yüce Allah'ın kendi zatını övüp senada bulunması, bunu kullarına öğretmek içindir. Buna göre "el-hamdülillah"ın manası: "el-hamdülillah deyiniz" şeklinde olur. Taberî der ki: "el-hamdülillah" şanı yüce Allah'ın kendisine yaptığı bir sena ve övgüdür. Ayrıca bunun kapsamı içerisinde kullarına kendisine övgüde bulunmalarını emretmektedir. Âdeta: el-hamdülillah deyiniz, demiş gibi olur. İşte (bundan sonra gelecek olan): "Yalnız sana.... deyiniz" âyeti de bu şekilde açıklanır. Bu sözün zahirinin açıkça ifade ettiği şeyleri Arap dilinde hazfetmek (zikretmemek) türünden bir söyleyiştir. Şairin şu sözlerinde olduğu gibi:

"Ben biliyorum ki, toprak olacağım

Develer hızlı yürüdüğünde yürüyemez (olacağım)

Soranlar kime (kabir) kazıdınız? diye soracaklar

Cevap verenler onlara: Vezirî diyecekler."

Yani: Kendisi için kabir kazdığımız kişi (şair) Veziridir, diyeceklerdir. Burada bu ifadelerin söylenmeyişi kullanılan sözlerden bunun açıkça anlaşılması dolayısıyladır. Bunun benzerleri pek çoktur.

İbn Ebi Able'den ikinci harfi birincisine tabi kılmak ve lâfızlar arasında tecanüs (uygunluk) olsun diye dal ve lâm harflerinin ötreli okunuşu ile: "el-hamdülullahi" şeklinde bir söyleyişle rivâyet edilmiştir. Arapların dilinde böyle bir tecanüs çokça kullanılan birşeydir. Mesela, sana geliyorum" kelimesi ile ve o dağdan inmekte iken," söyleyişleri de bu türdendir. Şair der ki:

"Oynat bacaklarını annen seni kaybedesice"

Burada "nun" harfi kendisinden sonra gelen hemzenin ötreli okunuşu sebebiyle ötreli okunmuştur.

"Melekler de ardarda" (el-Enfal, 8/9) âyetinde yer alan radıyallahü anh harfini mime uydurarak ötreli olarak okumuşlardır. kelimesinde yer alan "kaf" harfinin ötreli okunuşu da böyledir. Yine Araplar kelimesinde hemzeyi lâm'a uydurarak esreli okumuşlardır. en-Numan b. Beşir'e ait olduğu belirtilen (ve avlamak kasdıyla bir kurdun peşine takılmış bir kartalın durumunu anlatan) şu beyitte de durum böyledir:

"Havada takip ederek giden bu (kartalın) vay anasına

Şu yerde olup da takip edilen kişi gibi de olmasın"

Burada asıl şeklindeki söyleyiştir. Ancak birinci Lâm hazfedilmiş ve esreden sonra hemzenin ötreli okunuşu ağır bulunduğundan dolayı bunu (yani esreyi) Lâm'a aktarmış, sonra da gelen Mim'i de Lâm gibi (yani esreli) okumuştur.

el-Hasen b. Ebi'l-Hasen ile Zeyd b. Ali'den birincisini ikincisine uydurmak suretiyle "el-hamdilillahi" şeklinde okudukları rivâyet edilmiştir.

8- "Âlemlerin Rabbi":

Yüce Allah'ın:

“Âlemlerin Rabbi" onların Mâlikî, sahibi demektir. Herhangi bir şeye mâlik olan herkes o şeyin rabbidir. Çünkü "er-Rab", el-mâlik demektir. es-Sihah adlı sözlükde şöyle denilmektedir: Rab, yüce Allah'ın isimlerindendir. Başkası hakkında ancak izafet ile kullanılabilir. Araplar cahiliyye döneminde bu kelimeyi hükümdar hakkında kullanmışlardır. Haris b. Hillize der ki:

"O rabdır ve şahit olandır

Hiyareyn gününe ve sınama dediğin de odur."

Rab, efendi anlamına da gelir. Yüce Allah'ın:

"Beni rabbinin nezdinde an" (Yusuf, 12/42) âyetindeki rab bu anlamdadır. Hadîs-i şerîfte de: "Cariyenin rabbesini doğurması" Buhârî, Îman 37, Tefsir 31. sûre 2; Müslim, Îman 1, 5, 7; Ebû Dâvûd, Sünne 16; Tirmizî, Îman 4; Nesâî, Îman 5, 6.- ifadesinin anlamı hanımefendisini doğurmasıdır. Biz bunu "et-Tezkire" adlı eserimizde açıklamış bulunuyoruz.

Rab, aynı zamanda ıslah edip düzelten, işleri çekip çeviren, düzelten ve yöneten anlamına da gelir. el-Herevîve başkaları der ki: Birşeyi düzeltip tamamlayan kişi için: tabirleri kullanılır.

O şeyi ıslah edip tamamlayan kimse için de O, onun rabbidir denilir.

"Rabbaniler"e bu adın veriliş sebebi onların kitapların gereğini yerine getirmeleridir. Hadîs-i şerîfte de denilmektedir. Yani, "senin onun üzerinde yerine getireceğin ve gereği gibi ıslah edeceğin bir nimetin var mıdır?" Müslim, Birr 38.

Rab, aynı zamamda mabud anlamındadır. Şairin şu sözü böyledir:

"Tepesine erkek tilkinin işediği rab mı olur?

Üzerine tilkilerin işediği kimse yemin olsun, zelil olur."

Birşeyi çoğaltıp büyütmek hakkında da bu kökten onu büyüttü" tabiri kullanılır. Bunu da en-Nehhâs kaydetmiştir. es-Sıhah'ta. da şöyle denilmiştir filan kişi çocuğunu terbiye etti, büyüttü, denilir. "el-Merbub" da rabbi tarafından beslenip büyütülen kimse demektir.

9- Yüce Allah'ın Rab İsm-i Şerifi;

Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Bu yüce Allah'ın en büyük adıdır. Çünkü dua edenler bu ismi kullanarak çokça dua ederler. Kur'ân-ı Kerîm'de bunu da dikkatle tesbit edebiliriz. Mesela Âl-i İmrân sûresinin sonlarında, İbrahim sûresinde ve diğer sûrelerdeki dualar böyledir. Bütün bunlar, rabb ile merbub (radıyallahü anhbleri tarafından yaratılan yaratıklar) arasındaki bu tür bir niteliği belirten bir ilişkiyi göstermektedir. Ayrıca bu kelime, her durumda şefkat, merhamet ve rabbe olan ihtiyacı da ifade etmektedir.

Bu ismin (radıyallahü anhb adının) türediği kökün ne olduğu hakkında farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bunun "terbiye"den türediği söylenmiştir. Şanı yüce Allah bütün yaratıklarının işlerini çekip çeviren ve onları terbiye edendir. Yüce Allah'ın:

"Himayenizde bulunan üvey kızlarınız" (en-Nisa, 4/23) âyetindeki "rebaib" kelimesi de buradan gelmektedir. Bu şekilde hanımın kızı olan üvey kızlara "rabibe" (rebaib'in tekili) denilmesi kocanın bu üvey kızını terbiye etmesinden dolayıdır.

Şanı yüce Allah da yaratıklarının işlerini çekip çevirdiğinden ve onları terbiye ettiğinden dolayı bu kelime yüce Allah'ın fiil sıfatı olur. Mâlik ve efendi anlamına ise "rab", zat sıfatı olur.

10- "er-Rab":

"Rab" kelimesinin başına elif ve lâm getirilerek "er-Rab" denildiği takdirde sadece yüce Allah kastedilmiş olur. Çünkü buradaki "elif, lâm" ahd içindir. Eğer "elif, lâm" kaldırılacak olursa yüce Allah için de kulları için de ortak olarak kullanılır. Mesela "Allah, kulların rabbidir" denildiği gibi "Zeyd evin rabbi (sahibi)dir" denilir. Şanı yüce olan Allah bu durumda rabler rabbidir. Mâlike de memlûke de (mülk sahibine de sahibi olduğu mülke de) mâliktir. Onu da yaratan ve ona da rızık veren O'dur. O'nun dışında kalan bütün "rabler" ise yaratıcı ve rızık verici değildir. Her mülk edinilen daha önce öyle olmadığı halde o da başkasının mülkiyeti altına verilir ve bu mülk onun elinden alınır. Diğer taraftan mâlik kişi birtakım şeylere mâlik olduğu halde başka birçok şeye de mâlik olamaz. Şanı yüce Allah'ın sıfatı ise bütün bu hususlardan farklıdır. İşte yaratanın niteliği ile mahlukatın niteliği arasındaki fark buradadır.

11- "Âlemler":

Yüce Allah'ın:

"el-âlemîn" âyeti ile ilgili olarak te'vil ehli (tefsirciler) pek çok farklı görüşler ortaya atmışlardır. Katâde der ki: "el-âlemûn" kelimesi "âlem" kelimesinin çoğuludur. Yüce Allah'ın dışında bulunan her varlığı ifade eder. Bu kelimenin kendi lâfzından tekili yoktur. (Belli bir kalabalığı ifade eden): Raht ve kavm kelimeleri gibi. Her çağın insanları bir âlemdir, de denilmiştir. Bu görüş el-Huseyn b. el-Fadl'a aittir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Âlemler arasından erkeklere gidersiniz!" (eş-Şuara, 26/165) Burada yer alan "âlemler"den kasıt insanlardır. el-Accâc da der ki:

"Hindif (kabilesi) bu âlemin tepesidir."

Cerir b. el-Hatafî de der ki:

"Bütün insanlık O'nun iyilikte bulunmasını istiyor ve O yücedir.

Ve bütün âlemler onun bakımı altında olurlar."

İbn Abbâs der ki:

"Âlemler" cinler ve insanlar demektir. Delili ise yüce Allah'ın:

"Bütün âlemlere uyarıcı olsun diye..." (el-Furkan, 25/1) âyetidir. Hazret-i Peygamber ise, hayvanlara uyarıcı olmamıştır.

el-Ferrâ' ve Ebû Ubeyde der ki: Âlem aklı eren kimseleri ifade eder. Bunlar da dört ayrı ümmet (topluluk)tirler: İnsanlar, cinler, melekler ve şeytanlar. O bakımdan aklı ermeyen hayvanlara âlem, denilmez. Çünkü bu şekilde çoğul (el-âlemûn ve el-âlemîn) sadece aklı eren varlıklar için kullanılır.

el-A'şâ der ki:

"Ben âlemler arasında onlar gibisini işitmedim."

Zeyd b. Eslem de der ki: Âlemler kendilerine rızık verilen kimselerdir. Amr b. el-A'la'nın: Bunlar ruhanî (yani ruh sahibi) varlıklardır sözü de buna yakındır. Yine İbn Abbâs'ın şu sözünün anlamı da budur: (Âlem) ruh sahibi ve yeryüzünde hareket eden her varlıktır.

Vehb b. Münebbih de der ki: Aziz ve celil olan Allah'ın onsekizbin tane âlemi vardır ve dünya da bu âlemlerden bir tanesidir. Ebû Said el-Hudri de der ki: Yüce Allah'ın kırkbin âlemi vardır. Doğusundan batısına kadar dünya tek bir âlemdir.

Mukâtil der ki: Âlemler seksen bin tanedir. Kırkbin tanesi karada kırkbin tanesi de denizdedir.

er-Rabî b. Enes de Ebû'l-Âl-iyye'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Cinler bir âlemdir, insanlar bir âlemdir. Bunların dışında yeryüzünün dört bucağı vardır. Bu bucaklardan her birisinde bin beşyüz âlem vardır. Ve Allah bunları ibadeti için yaratmıştır.

Derim ki: Bu konudaki birinci görüş bütün bu görüşlerin en sahih olanıdır. Çünkü her türlü yaratığı ve varlığı kapsar. Buna delil ise yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Fir'avn dedi ki: Âlemlerin Rabbi nedir? (Mûsa) dedi ki: Göklerin, yerin ve onların arasında olanların Rabbidir." (eş-Şuara, 26/23-24) Diğer taraftan bu kelime "âlem ve alâmef'den türemiştir. Çünkü âlem ve alâmet kendisini varedenin delilidir. ez-Zeccâc da böyle demiştir: Âlem yüce Allah'ın dünya ve âhirette yarattığı herşeydir. el-Halil der ki: Âlem, alamet vema'lem: Birşeye delalet eden demektir. Âlem de kendisini yaratanın ve işlerini düzenleyenin varlığına delalet etmektedir. Bu ise açıkça anlaşılan bir durumdur.

Nakledildiğine göre adamın birisi Cüneyd'in önünde "el-hamdülillah" demiş ona: Yüce Allah'ın buyurduğu gibi sen de onu tamamlayarak bir de "rabbi'l-âlemin" de, diye cevap vermiş. Adam: Peki âlemîn dediğin kimdir ki hak ile birlikte bunlar da zikredilsin? Cüneyd ona şu cevabı verdi: Sen öyle söyle kardeşim. Çünkü sonradan yaratılan birşey artık kadim ile birlikte zikredilecek olursa bunun herhangi bir izi kalmaz.

12- "Rabb" Kelimesinin Okunuşu:

"Rab" kelimesinin (esreli okuyuştan ayrı olarak) ref edilmesi (yani "rabbu" şeklinde okunması) da caizdir, nasb edilmesi (radıyallahü anhbbe şeklinde okuması) da caizdir. Nasb halinde okunursa, övgü ifade eder, ref halinde okunursa, önceki ifadelerle ilişkisi olmaksızın: "O âlemlerin Rabbidir" anlamına gelir.

3

Rahmân, Rahîm

13- Allah ve Rahmeti:

"Rahmân, Rahîm": Yüce Allah

"âlemlerin rabbi" olmakla kendi zatını nitelendirdikten sonra

"Rahmân, Rahîm" olmakla da kendisini nitelendirmektedir.

"Âlemlerin rabbi" olmakla nitelendirilmesinde korkutma anlamı bulunduğundan dolayı hemen akabinde

"rahman rahîm" ile nitelendirmiştir. Çünkü bu da (korkutmanın aksi olan) teşvik ihtiva etmektedir. Böylelikle yüce Allah hem kendisinden korkmayı hem de nimetlerine ümit beslemeyi ifade eden niteliklerini bir arada zikretmiş olur. Bu O'na itaatte daha çok yardımcı olsun, isyandan daha çok uzaklaştırıcı olsun diye böyle gelmiştir. Tıpkı yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Kullarıma haber ver ki: Ben gerçekten mağfireti bol ve rahîm olanım. Benim azabım da elbette en acıklı azaptır." (el-Hicr, 15/49-50); "(O yüce Allah) günahları bağışlayan, tevbeleri kabul eden, azâbı şiddetli olan ve nimeti geniş olandır." (el-Mü’min, 40/3)

Müslim'in Sahih'inde yer alan Ebû Hüreyre'den gelen rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) şöyle buyurmuştur: "Eğer mü’min Allah katında bulunan cezanın ne olduğunu bilse hiçbir kimse onun cennetini ummaz. Eğer kâfir de Allah katındaki rahmeti bilse hiç kimse onun cennetinden ümit kesmez." Müslim, Tevbe 23; Tirmizî, Deavât 99; Müsned, II, 334, 397, 484. Bu iki ismin ne tür anlamlar ihtiva ettiği ile ilgili açıklamalar daha önceden geçtiğinden dolayı burada tekrarlamaya gerek yoktur.

4

ve Din Günü'nün maliki olan Allah'adır.

14- Kıyâmette Mutlak Egemen:

"Din gününün Mâlikî" Muhammed b. es-Semeyka burada yer alan (........) kelimesini (mâlike) şeklinde nasblı olarak okumuştur. Bu kelimenin dört söyleyiş şekli vardır. ile (Melik'in hafifletilmişi olarak ) şeklinde ve şeklinde. Şair şöyle demiştir:

"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır

O günlerde hükümdara itaat etmeyip karşı geldik."

Bir diğeri de şöyle demiştir:

"Melikin pay ettiğine kani ol.

Çünkü o İnsan tabiatlarını en iyi bilen, onları aramızda pay etmiştir."

Nafi'den kelimesinin sonundaki esreyi açık bir şekilde harekeleri pekiştirenlerin söyleyişine uygun olarak okumuştur. Bu, el-Mehdevi'nin ve başkalarının sözkonusu ettiği ve Arapların kullandıkları bir şivedir.

15- Allah'ın Mâlikîyeti (Egemenlik ve Tasarrufu):

İlim adamları "melik" okuyuşunun mu yoksa "mâlik" okuyuşunun mu daha beliğ olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Her iki okuyuş şekli de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den ve Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer'den rivâyet edilmiştir. Bu iki okuyuşu da Tirmizî zikretmektedir. Tirmizî, Kıraat 1. "Melik" söyleyişinin "mâlik" söyleyişinden daha kapsamlı ve beliğ olduğu söylenmiştir. Çünkü her melik, mâliktir fakat her mâlik, melik değildir. Diğer taraftan melik (hükümdar, mutlak yönetici)'in emri sahip olduğu mülkiyetindeki şeyler hususunda ve mâlik hakkında geçerlidir. O kadar ki mâlik (mülke sahip olan kişi) melikin yönetim emri dışında tasarrufta bulunamaz. Bu, Ebû Ubeyde ve el-Müberred'in görüşüdür.

"Mâlik" kelimesinin daha beliğ olduğu da söylenmiştir. Çünkü mâlik (mülk edinen, mülk sahibi) insanlara da başkalarına da sahip olur. O bakımdan Mâlikîn tasarrufu daha ileri derecede ve daha büyüktür. Çünkü şeriatın kanunlarını yürütmek onun işidir. Ayrıca mülk edinmek gibi ek bir özelliğe de sahiptir.

Ebû Ali der ki: Ebû Bekr es-Serrac'in "melik" okuyuşunu tercih eden birisinden naklettiğine göre şanı yüce Allah

"âlemlerin Rabbi" âyeti ile zaten herşeyin mutlak Mâlikî olmakla kendisini nitelendirmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla "mâlik" şeklindeki okuyuşun bir faydası yoktur, çünkü bu bir tekrar olur. Ebû Ali de der ki: Ancak böyle bir açıklamanın delil olma özelliği yoktur. Çünkü yüce Allah'ın Kitab-ı Kerîminde bu şekilde birtakım âyetler yer almıştır. Önce genel olan bir husus zikredilir, daha sonra özel bir husustan söz edilir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"O öyle Allah'tır ki yaratandır, yoktan var edendir ve her bir yaratığa suret ve şekil verendir." (el-Haşr, 59/24).

Yaratan bütün bunları kapsar. Suret veren olduğundan ayrıca söz edilmesi sanata ve hikmetin varlığına dikkat çekmek özelliği dolayısıyladır. Nitekim yüce Allah Bakara sûresinin baş tarafında:

"Onlar gayba inanırlar" (el-Bakara, 2/3) diye buyurduktan sonra

"âhirete de kesinlikle inanırlar" (el-Bakara, 2/4) diye buyurmaktadır. Halbuki gayb hem âhireti hem onun dışındaki diğer gaybları da kapsamaktadır. Özellikle sözkonusu edilmesi ise azameti ve ona inanmanın farz olduğuna dikkat çekmek, diğer taraftan da onu inkar eden kafirlerin kanaatlerini reddetmek içindir. Ayrıca yüce Allah:

"er-Rahmân, er-Rahîm" diye buyurmuştur. Burada yüce Allah önce genel anlam ifade eden

"er-Rahmân"ı zikretmiş ondan sonra ise

"er-Rahîm"i zikretmiştir. Çünkü yüce Allah'ın şu âyetinde bu, sadece mü’minlere tahsis edilmiştir:

"Ve o mü’minlere karşı rahimdir." (el-Ahzab, 33/43)

Ebû Hâtim der ki:

"Mâlik" yaratanı övmek hususunda "melik"den daha beliğdir. Yaratıkları övmek hususunda ise melik kelimesi "mâlik"den daha beliğdir. Aralarındaki fark da şudur: Yaratıklardan "mâlik" olan kişi "melik (hükümdar)" olmayabilir. Şanı yüce Allah ise "mâlik" olduğuna göre aynı zamamda "melik"tir de.

Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabi bu görüşü tercih etmiş ve bunu üç şekilde açıklamıştır:

1- Bu kelime özele de genele de izafe edebilir ve: Evin, yerin, elbisenin Mâlikî, dediğin gibi, mâlikler Mâlikî de denilebilir.

2- Az olsun çok olsun, mâlik hakkında kullanılır. -Bu iki görüşü dikkatle incelediğiniz takdirde tek bir görüşü temsil ettiklerini görürsünüz.

3- Mâlikü’l-Mülk (mülkün sahibi) denildiği halde melikü’l-mülk denilmez. İbnu'l-Hassar der ki: Bunun böyle olmasının sebebi "mâlik" ile anlatılmak istenenin mâlik oluşa, mülkiyete delalet etmektir. Bu ise, "mülk"ü ihtiva etmez. "Melik" ise, her ikisini bir arada ihtiva ettiğinden dolayı bunun mübalağalı bir mana ifade etmesi daha uygundur. Aynı zamanda bu, kemal anlamını da ifade eder. Bu bakımdan melikin, kendisinden daha aşağıdakiler üzerinde hakları vardır. Nitekim yüce Allah, İsrailoğullarına talepleri üzerine melik olarak gönderilen Talut hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Muhakkak Allah onu sizin üzerinize seçmiştir. İlimce de vücutça da ona bir üstünlük vermiştir." (el-Bakara, 2/242) İşte bundan dolayı Hazret-i Peygamber de:

"İmâmlık Kureyş'tedir (yani İmâmlar Kureyş'ten olur)" Bk. Buhârî, Ahkâm 2; Tirmizî, Fiten 49; Müsned, III, 129, 183; IV, 421. diye buyurmuştur. Kureyş ise, Arap kabilelerinin en faziletlisidir, Araplar da acemlerden daha faziletli ve şereflidir. Diğer taraftan bu kelime (melik) iktidar ve ihtiyar (seçim ve tercihte bulunabilme) anlamlarını da ihtiva etmektedir. Bunlar ise melik hakkında zorunlu şeylerdir. Eğer melik, iktidar sahibi, istediğini seçip tercih edebilen, hüküm ve emri geçerli ve yürürlüğe girmeyen birisi olursa düşmanı onu baskısı altına alır, başkası ona galip gelir, yönetimi altındakiler de onu küçük ve hakir görür. Yine bu kelime, egemenlik altında tutmak, emretmek, yasaklamak, vadetmek ve tehdid etmek anlamlarını da kapsamaktadır. Hazret-i Süleyman'ın şu sözlerine dikkat edelim:

"Ben neden hüdhüdü göremiyorum? Yoksa o gaiplerden mi oldu? Ben onu elbette ya şiddetli bir azap ile azaplandırırımyahut muhakkak onu kestiririm...." (en-Neml, 27/20-21) Ve daha bunun gibi "mâlik" kelimesinin ihtiva etmediği oldukça hayret verici hususlar ve şerefli manalar "melik" kelimesinde vardır.

Derim ki: Kimisi de

"mâlik" kelimesinin daha beliğ olduğuna dair fazladan bir harf ihtiva etmesini delil göstermiştir. Bu kelimeyi bu şekilde okuyan bir kimse, "melik" diye okuyandan on hasene fazla alır. Derim ki: Bu, kelimenin şekline baktığımız takdirde böyledir. Manasına baktığımız vakit bunu ifade etmez. Diğer taraftan "melik" şeklindeki okuyuş da sabit olmuştur ve bu kelimede "mâlik" kelimesinde bulunmayan -açıkladığımız şekilde- geniş bir anlam vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

16- "Melik (Hakim ve Egemen)" İsmi Yaratıklara Verilemez:

Herhangi bir kimsenin böyle bir isim ile kendisini adlandırması ve Allah'tan başka kimseye böyle denilmesi câiz değildir. Buhârî ve Müslim, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah Kıyâmet gününde yeryüzünü avucuna alır. Semayı da sağında dürüp katlar. Sonra da: Ben melikim, yeryüzünün hükümdarları nerede? der." Buhârî, Rikak 44; Müslim, Sıfatu'l-münafikin 23. Yine Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Allah katında isimlerin en hakir olanı kendisine "hükümdarlar hükümdarı (melikü'l-emlâk)" ismini veren kişidir." Buhârî, Edeb 114; Müslim, Âdâb. Müslim, şunu da eklemektedir: "Aziz ve celil olan Allah'tan başka mâlik yoktur." Süfyan, (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) der ki: "Mesela, şehinşah demek böyledir." Ahmed b. Hanbel de der ki: "Ben Amr eş-Şeybani'ye Hadîs-i şerîfte yer alan en hakir" kelimesinin anlamını sordum, o bana: "En aşağılık, en zelil demektir dedi." Müslim, Âdâb 20.

Yine Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet gününde Allah'ın en çok gazap edeceği, en adi ve hakir göreceği kişi (dünyada iken) "melikler meliki" diye adlandırılan kimsedir. Halbuki yüce Allah'tan başka melik yoktur." Müslim, Âdâb 21.

İbnu'l-Hassar der ki: İşte "meliki yevmiddin" ile "mâliku’l-mulk" de böyledir. Bu isimlerin bütün yaratıklar hakkında kulanılmasının haram kılındığı hususunda görüş ayrılığı olmamalıdır. Tıpkı melikü'l-emlak demenin haram kılınması gibi. "Mâlik" ile "melik" olmakla nitelendirilmeye gelince;

17- Yaratıklara "Mâlik" ve "Melik" Demek:

Bunların ifade ettiği anlama nitelik olarak sahip olanların (bunlarla) nitelendirilmesi caizdir. Şanı yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Muhakkak Allah sizin için Tâlut'u hükümdar (melik) olarak göndermiştir." (el-Bakara, 2/247) Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Ümmetimden birtakım kimselerin bana Allah yolunda bu denizde tahtları üzerinde melikler olarak veya tahtlar üzerindeki melikler gibi yolculuk yapıp gaza edecekleri gösterildi." Buhârî, Cihâd 3; Müslim, İmare 160.

18- Allah'ın "Din Günü'nün Mâliki" Olması Nasıl Anlaşılmalıdır?

Din günü henüz var edilmediği halde nasıl olur da yüce Allah

"din gününün Mâliki" diye buyurarak henüz varetmediği bir şeye mâlik olmakla kendi zatını nitelendirmiştir? diye sorulsa şu cevap verilir:

Birinci açıklama şekli: Şunu bil ki

"mâlik", dan ism-i faildir. Arap dilinde ism-i fail ise, bazan kendisinden sonrakine izafe edilir. Bu durumda gelecek ifade eden fiil anlamındadır. Böyle bir ifade doğru, yanlışsız, aklen anlaşılabilir bir ifadedir. Mesela, bir kimse: Bu yarın Zeyd'i vurucudur" dediği takdirde, Zeyd'i vuracaktır demek olur. Yine: Bu gelecek sene Beytullahı hac edendir" dediğimiz takdirde bunun anlamı: Gelecek sene hac edecektir; demektir. Nitekim fiilin, henüz o işi işlemediği halde kendisine izafe edildiği de görülen bir husustur. Bununla gelecekte o fiili yapacağı anlatılmak istenmiştir. İşte yüce Allah'ın da

"din gününün Mâliki" âyeti de bu şekilde, gelecek hakkında te'vil edilip açıklanır. Yani o din gününe mâlik olacaktır. Yahut meydana geldiği takdirde din gününe mâlik olacaktır, anlamındadır.

İkinci bir açıklama şekli: Mâlik kelimesi, kudrete raci kabul edilerek açıklanır. Yani o din gününde kadir olacaktır. Veya din gününü varetmeye, meydana getirmeye kadirdir. Çünkü birşeyin Mâliki demek, o şeyde tasarruf eden ve ona güç yetiren demektir. Aziz ve celil Allah da her şeyin Mâlikidir ve kendi iradesine göre o şeyleri evirip çevirir. Mülkiyeti altında bulunan hiçbir şey O'nun iradesine, tasarrufuna karşı çıkamaz.

Ancak birinci açıklama şekli Arap diline daha uygundur ve daha yerindedir. Bunu Ebû'l-Kasım ez-Zeccâcî söylemiştir.

Üçüncü bir açıklama şekli: Eğer: O hem din gününün hem de başka şeylerin Mâliki olduğu halde ne diye özellikle din gününü zikretmiştir? denilecek olursa şu cevap verilir: Çünkü dünyada onlar mülkiyet hususunda (yüce Allah ile) anlaşmazlık içerisinde idiler. Fir'avun, Nemrut ve başkaları gibi. O gün mülkünde hiç kimse onunla çekişemeyecek, karşı çıkamayacaktır. Hepsi O'na boyun eğmiş olacaktır. Nitekim yüce Allah:

"Bugün mülk kimindir?" (el-Mu'min, 40/16) diye buyuracak, bütün yaratıklar O'na:

"Gücü herşeye yeten (kahhar) bir ve tek Allah'ındır" (el-Mu'min, 40/17) diye cevap vereceklerdir. Bundan dolayı da burada yüce Allah: "din gününün Mâliki" diye buyurmuştur. Yani o günde O'ndan başka hüküm verecek yargıç, O'ndan başka amellerin karşılığını verecek kimse olmayacaktır. O her türlü eksiklikten münezzehtir ve O'ndan başka ilâh yoktur.

19- Sıfat Olmak Bakımından "Mâlik" ile "Melik" Arasındaki Fark:

Şanı yüce Allah "melik" olmakla nitelendirildiği takdirde bu, O'nun zatî sıfatlarından birisi olur. Şayet "mâlik" olmakla nitelendirilir ise, bu da onun fiilî sıfatlarından olur.

20- Gün:

Gün kelimesi tan yerinin ağarmasından itibaren güneşin batışına kadar olan vakittir. Bu kelime Kıyâmetin başlangıcı ile cennet ve cehennemliklerin her birisinin yerlerine varacakları vakte kadarki zaman için istiare yoluyla kullanılmıştır. "Gün" kelimesi onun kısa bir anı hakkında da kullanılabilir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Bugün sizin için dininizi tamamladım" (el-Maide, 5/3) Gün anlamına gelen "yevm" kelimesinin çoğulu "eyyam" şeklinde gelir. Bunun aslı şeklindedir daha sonra "ya" ile "vav" idğam edilerek "eyyam" şeklinde olmuştur.

Bazan sıkıntılı vakitler hakkında da "yevm" tabirini kullandıkları da olur. sıkıntılı bir gün, denildiği gibi, sıkıntılı, kapkaranlık bir gece" de denilir. Nitekim recez vezninde şair şöyle demiştir:

"O, yaman günde Savaş arkadaşım olarak o ne iyidir!"

Burada geçen kelimesi, kelimesinden kalb edilmiştir. Vav'ı sona alınıp mim'i öne getirilmiş, daha sonra vav harfi ya harfine dönüştürülmüştür. Nitekim kova, kelimesinin çoğulunu yaparken derler.

21- "ed-Din":

Amellere verilen karşılık ve ameller dolayısıyla hesaba çekmek demektir. İbn Abbâs, İbn Mes’ûd, İbn Cureyc, Katâde ve başkaları böyle söylemiştir. Bu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den de rivâyet edilmiş bir açıklama şeklidir. Bu açıklamanın doğruluğuna yüce Allah'ın şu âyetleri de delildir:

"O günde Allah onlara eksiksiz olarak hesaplarını (dinehum) kendilerine vererecektir." (en-Nûr, 24/25);

"Bugün her bir nefse kazandığının karşılığı verilecektir." (el-Mu'min, 40/17);

"Bugünde işleyegeldiğiniz amellerinizle size karşılık verilecektir." (el-Casiye, 45/28);

"Gerçekten biz mi cezalandırılacağız (medînûn)?" (es-Sâffât, 37/53) Yani hesaba çekilip amellerimizin karşılığı mı verilecektir; anlamındadır.

Lebid de der ki:

"Ektiğini bir gün biçeceksin ve muhakkak

Bir gün kişi ne işlediyse onunla hesaba çekilecektir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Bize yardım ettiklerinde biz de onlara yardım ederiz

Onlar bize karşılığı verilecek birşey nasıl verdilerse biz de onlara itaat ederiz."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Ve kesin olarak şunu bil ki mülkün yok olacaktır

Şunu da bil ki sen ne yaparsan ona göre karşılık göreceksin."

Dilciler der ki: Ona karşılık verdim anlamında: " Onun yaptığına uygun olarak ona karşılık verdim" denilir.

Şanı yüce Allah'ın bir sıfatı olarak "ed-Deyyan" karşılık veren anlamındadır. Hadîs-i şerîfte de: Akıllı olan kişi kendi nefsine hükmederek itaat ettirendir. İbn Mâce, Zühd 31.

"Din"in yargı ve hüküm anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu aynı zamanda İbn Abbâs'tan da rivâyet edilmiştir. Tarafe'nin şu beyitinde yer alan "din" kelimesi bu anlamdadır:

"Ömrüne yemin olsun (kardeşim) Ma'bedin yük develeri

Etrafında otlanacak bol ot bulunan kuyular üzerinde

Mudar'dan senin dinine (hükmüne) karşı Savaş açmış değildir."

"Din" kelimesinin bu üç anlamı da birbirine yakındır. Din aynı zamanda itaat anlamına da gelir. Amr b. Külsûm'ün şu beyiti de bu anlamdadır:

"Ve bizim ünlü nice uzun günlerimiz vardır

O günlerde hükümdara itaat etmeyip karşı geldik."

Buna göre

"din" kelimesi müşterek (değişik manalar hakkında kullanılan) ortak bir lafızdır. Bunu da aşağıdaki paragrafta ele alacağız.

22- "Din" in Diğer Anlamları:

Sa'leb dedi ki: Kişi itaat ettiği takdirde (........) kullanıldığı gibi, isyan etmesi halinde de bu kelime kullanılır, güçlü ve üstün olduğu vakit de zelil olduğu vakit de başkasını kahrettiği zaman da bu kelime kullanılır. Buna göre bu kelime zıt anlamlılardandır.

"Din" adet ve durum hakkında da kullanılır. Şairin şu mısraında olduğu gibi:

"Ve ondan önce Ümmü'l-Huveyris'ten gelen dinin (adetin ve durumun) gibi."

el-Mûsakkib de devesinden sözederken şöyle demektedir:

"Onun için yükünü bağlamak üzere örtümü yere serince der ki:

Ebediyyen onun dini (âdeti) ve benim dinim (âdetim) böyle mi olacak?"

Din, hükümdarın yaşayışı ve gidişi anlamına da gelir. Züheyr der ki:

"Eğer Esedoğullarına ait Cevv (denilen) bir yerde konaklarsan

Amr'ın dininde ve ikimizin arasında Fedek bulunursa. . ."

Burada kastettiği, Amr'ın itaati altında demektir.

el-Lihiyani'den nakledildiğine göre din hastalık anlamına da gelir. Buna delil olmak üzere de şu mısrayı gösterir:

"Selmadan dolayı ey kalbinin hastalığı;

(kalbin, istemeye istemeye) itaat altına alınmıştır."

5

Yalnız Sana ibadet eder, yalnız Senden yardım dileriz.

23- "Yalnız sana ibadet ederiz.:

Burada üslubu çeşitlendirmek için gaibe hitaptan muhataba geçiş yapılmıştır. Çünkü sûrenin başından itibaren buraya kadar şanı yüce Allah'a dair haber verilmekte ve O'na sena edilmektedir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetinde de durum böyledir:

"Ve Rableri onlara tertemiz bir şarap içirmiştir." (el-İnsan, 76/21) diye buyurduktan sonra:

"İşte bu hiç şüphesiz sizin için bir mükâfattır." (el-İnsan, 76/22) diye buyurmaktadır. Şu âyette da bu şeklin aksini görüyoruz:

"Nihayet siz gemilerde bulunduğunuz zaman gemiler de onları güzel bir rüzgar ile götürdüklerinde..." (Yûnus, 10/22) Bu şekildeki anlatıma dair açıklamalar da bu âyetlerin tefsirinde yeri gelince yapılacaktır.

"İbadet ederiz"in anlamı "itaat ederiz"dir. İbadet itaat ve zilletle boyun eğmek demektir. Gidip gelenler için rahat bir şekilde yapılmış olan yol hakkında da denilir. Bunu el-Herevîsöylemiştir.

İbadetle mükellef olan kimsenin bu sözleri söylemesi Allah'ın rububiyyetini ikrar ve yüce Allah'a ibadeti de tahkiktir. Çünkü başka insanlar O'nun dışında kalan birtakım putlara ve başka şeylere ibadet etmektedirler.

"Ve yalnız senden yardım dileriz", yani yardımı, desteği ve başarıyı senden istiyoruz.

Sülemi, "Hakaik" adlı eserinde: Muhammed b. Abdullah b. Şâzân'ı şöyle derken dinledim: Ebû Hafs el-Ferğânî'yi şöyle derken dinledim: Her kim: "Yalnız Sana ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz"in anlamını ikrar eder ve kabul ederse o Cebriyyecilikten de Kaderiyyecilikten de uzak kalmış olur.

24- İbâdet Yalnız Allah'adır:

Şayet mef'ûl

"İyyâke: Yalnız sana" lâfızları) niçin fiilin (Na'budu ve nestein: İbadet ederiz, yardım dileriz) lâfızlarından önce gelmiştir? denilecek olursa, şu cevap verilir: Önemi dolayısıyla böyle olmuştur. Araplar önemli olanı öne alırlar. Anlatıldığına göre bedevi bir Arap diğerine sövmüş, kendisine sövülen ona iltifat etmemiş, bu sefer söven kişi iltifat etmeyene seni kastediyorum" demiş, öteki de (aynı şekilde mef'ûlu öne alarak): Ben de senden yüzçeviriyorum" diye cevap vererek her ikisi de daha çok önem verdikleri kelimeyi öne almışlardır. Diğer taraftan ibadet eden ile ibadet lâfızları, kendisine ibadet edilen ma'buddan önce zikredilmesin diye böyle olmuştur. O bakımdan fiilin mef'ûlden önce getirilerek: (...........) şeklindeki kullanım câiz olmadığı gibi şeklindeki bir kullanım da câiz değildir. Bunun yerine Kur'ân'ın lâfzı ne şekilde ise ona uymak gerekir. el-Accac der ki:

"Yalnız sana dua ederim, kabul et, yalvarıp yakarmamı

Günahlarımı bağışla ve gümüşümü (malımı) çoğalt."

Şairin:

"Sana doğru (yürüdü bu dişi deve) senin yanına varıncaya kadar."

Şeklindeki ifadesi ise şaz olup ona kıyas edilerek söz söylenemez.

"Iyyâke (yalnız sana)" lâfzının tekrarlanış sebebi ise

"yalnız Sana ibadet ederiz", "başkasından yardım dileriz" gibi bir mananın vehmedilmemesi içindir.

25- "îyyâke" Kıraati:

Kıraat İmâmları ile ilim adamlarının Cumhûru her iki yerdeki "iyyake" lâfzının "ya" harfini şeddeli olarak okumuşlardır. Amr b. Fâid ise, hemzeyi esreli "yâ" harfini de şeddesiz olarak "iyâke" şeklinde okumuştur. Çünkü o, ya'nın şeddeli okunuşu ağır olduğundan ve ondan önce de esre bulunduğundan dolayı ya'yı şeddeli okumayı hoş görmemiştir. Şu kadar var ki bu, kabul görmemiş bir okuyuş şeklidir. Çünkü o takdirde anlam: "Senin güneşine veya ışığına ibadet ederiz" gibi bir hal alır. Çünkü ifadesi "güneşin ışığı" anlamına gelir. Bazen baştaki hemze üstün olarak da (eyâtu) şeklinde de okunabilir. Şair der ki:

"Diş etleri müstesna güneş güzelleştirdi, beyazlattı onu(n dişlerini)

Ve üstüne saçıldı, ayrıca ağzına sürme alıp ısırmadı (dişleri kararmadı)."

Ayın etrafındaki hale ne ise "iyâf'ın da güneş için o olduğu da söylenmiştir.

el-Fadl er-Rukaşi (hemzeyi üstünlü okuyarak) "eyyâke" şeklinde okumuştur. Bu yaygın bir söyleyiştir. Ebû Sevvar el-Ğanevi de her iki yerde de "hiyyâke" şeklinde okumuştur. Bu da bir şivedir. Şair der ki:

"Sakın o işten, çünkü gidişleri geniş olursa,

Fakat dönüşleri senin için dar olur.

26- Yardım Yalnız Allah'tan İstenir:

“Ve yalnız Senden yardım dileriz" âyeti cümlenin cümleye atfedilmesidir. Yahya b. Vessab ile el-A'meş, ilk "nun" harfini esreli okuyarak "nistein" şeklinde okumuşlardır. Temim, Esed, Kays ve Rabia'nın şivesi böyledir. Bu kelimenin (yardım diledi) anlamınadan geldiğini göstermek için vasıl eliflerinin esreli okunuşu gibi "nun" harfi de esreli okunmuştur, kelimesinin aslı şeklindedir. "Vav" harfinin harekesi ayn'a kalb edilerek "ya" halini almıştır. (Nesteinu olmuştur)

Mastarı şeklindedir. Aslı ise dır. Vav'ın harekesi ayn'a intikal edince bu sefer vav, elife dönüştü. İki sakin bir araya gelmeyeceğinden dolayı ve fazla olduğu için ikinci elif hazfedildi. Birinci elifin hazfedildiği de söylenmiştir. Çünkü birincisi mana içindir. Bunun yerine geçmek üzere de ha (yuvarlak t) gelmiştir.

6

Hidayet eyle bizi dosdoğru yola,

27- Dosdoğru Yol:

"Bizi dosdoğru yola ilet."

Bu âyet, rabbe kulluk edenin rabbine yaptığı bir duası ve bir niyazıdır. Anlamı şudur: Bize dosdoğru yolu göster ve ona yönelt. Sana yakın olmaya ulaştıran hidâyetinin yolunu göster. Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Yüce Allah, duanın belkemiğini ve özünü bu sûreye koymuştur. Bu duanın yarısında en kapsamlı şekliyle hamd -ü sena vardır. Diğer yarısında ise ihtiyaçların temeli yer almaktadır. O bakımdan bu sûrede bulunan duayı dua edenin yapacağı en faziletli dua kılmıştır. Çünkü bu sözleri âlemlerin Rabbi Allah söylemiştir. Sen O'na bizzat kendisinin söylemiş olduğu kelamı ile dua ediyorsun. Hadîs-i şerîfte de: "Allah katında duadan daha şerefli hiçbir şey yoktur." Tirmizî, Deavât 1; İbn Mâce, Duâ 1; Müsned, II, 362. diye buyurulmuştur.

Bu duanın anlamının şu olduğu da söylenmiştir: Sünnetlere uymak suretiyle farzlarını eda etmeye bizleri ilet.

Hidâyetin asıl anlamının meylettirmek olduğu da söylenmiştir. Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz biz, sana yöneldik" (el-A'raf, 7/156) âyeti de bu anlamdadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de hastalığı esnasında iki kişi arasında sağa sola meyl ede ede çıkmış idi." Meselâ, Buhârî, Ezan 67, 68; Müslim, Salât 95. "Hediyye" kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü hediye birisinin mülkiyetinden ötekinin mülkiyetine meyletmektedir. Harem-i şerife götürülen hayvana ad olan "hedy" de buradan gelmektedir. Buna göre bu duanın anlamı şöyle olur: Sen bizim kalplerimizi hakka döndür.

Fudayl b. Iyad dedi ki: "Dosdoğru yol (sırat-ı müstakim) hac yoludur. Bu ise özel bir anlamdır. Anlamın genel olması daha uygundur.

Muhammed b. el-Hanefiyye, yüce Allah'ın:

"Bizi dosdoğru yola ilet" âyeti hakkında der ki: Bu şanı yüce Allah'ın kullardan başkasını asla kabul etmediği Allah'ın dinidir.

Âsım b. el-Ahvel de Ebû'l-Aliye'den şunları nakletmektedir:

"Dosdoğru yol" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen iki arkadaşı (Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer)dir. Âsım dedi ki: Ben el-Hasen'e: Ebû'l-Aliye:

"Dosdoğru yol" Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ve iki arkadaşıdır diyor, sen ne dersin, diye sordum.. O da: Doğru söyledi ve gerçekten samimi bir şekilde bunu dile getirdi, dedi.

28- Yol:

Sırat kelimesinin arapçada asıl anlamı yol demektir. Âmir b. et-Tufeyl şöyle der:

"Onların topraklarını atlılarla doldurduk, o kadar ki

Onları yoldan da daha zelil halde bıraktık."

Bir başka şair şöyle demektedir:

"Mü’minlerin emiri bir yol üzeredir ki

Dosdoğrudur o, gelen yollar eğilip büküldüğünde."

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Ve o açık seçik yoldan alıkoydu."

en-Nekkaş'ın naklettiğine göre sırat Rumcada yol demekmiş. Ancak İbn Atiyye, bu oldukça zayıftır demiştir. Bu kelime yutmak anlamına gelen ve dan türeyen (sad harfi yerine) sin harfi ile şeklinde de okunmuştur. Yani sanki yol kendisini takip edeni yutuyormuş gibi bir anlam ifade eder. Aynı şekilde "sırat" sad ile "z" arasında bir sesle de okunduğu gibi safi bir "z" ile de okunmuştur. Ancak aslolan sin'dir.

Seleme, el-Ferrâ''dan şöyle dediğini nakletmektedir: "ez-Zirat" kelimesi, Uzre, Kelb ve Benu Kaynlıların bir şivesidir. Bunlar mesela, "asdak" diyecek yerde "ezdak" derler. Yine bunlar "esd" diyecek yerde "ezd" derler. Yine bunlar "lesaka bihi" ifadesinde (sad yerine sin harfini kullanarak) leseka bihi derler.

(........) kelimesinin son harfinin fethalı (nasb ile) okunması ikinci mef'ûl olduğundan dolayıdır. Çünkü hidâyetten türeyen fiil harfi cer ile birlikte ikinci mef'ûle de geçişli olur. Nitekim yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Onları cehennemin yoluna götürün." (es-Saffat, 37/23) (Tefsiri yapılan) bu âyette olduğu gibi harf-i cersiz olarak da iki mef'ûle geçiş yapabilir.

Âyetteki

"dosdoğru" kelimesi, yol'un sıfatıdır. Bu ise eğriliği ve sapması olmayan demektir. Yüce Allah'ın şu âyeti de böyledir:

"Ve şüphesiz ki bu Benim dosdoğru yolumdur. O halde ona uyunuz." (el-En'am, 6/153) Bunun aslı şeklindedir. Vav harfinin harekesi kafa alındı, kaf harfi de kendisinden önceki harfin esreli olması sebebiyle ya'ya dönüştü.

7

Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil. (Âmîn)

29- Nimete Mazhar Olanlar:

"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna

":

Buradaki sırat (yol), birinci "sırat"dan, birşeyin birşeyden bedel olması şeklinde bir bedeldir. Senin: Bana Zeyd -yani baban- geldi demen gibi. Anlamı ise: Bizim hidâyetimizi sürekli kıl, demektir. Çünkü insan, bazen doğru yola iletilir, sonra da bu doğruluk yolu üzere olması sona erdirilebilir.

Bu âyet-i kerimede sözü geçen sırat'ın (yolun) bir başkası olduğu da söylenmiştir. Bunun anlamı ise, yüce Allah'ı gereği gibi bilip tanımak, onun âyetlerini anlamaktır. Bu açıklamayı Cafer b. Muhammed yapmıştır.

Kur'ân-ı Kerîm'in kullanışında Kimseler" kelimesi her üç durumda da (ref, nasb ve cer hallerinde de) değişmez. Huzeylliler, ref halinde derler. Kimi Arap kabileleri de derken, kimisi de demektedir. Buna dair açıklama ileride gelecektir.

“Kendilerine" kelimesi, on şekilde söylenebilir. Bunların çoğu ile de okunmuştur. (Bu okuma şekillerinin ilk altısı kıraat İmâmlarından nakledilmiş olmakla birlikte sonraki dört okuyuş Araplardan nakledilmiş olup kıraat İmâmlarından rivâyet edilmemiştir. ) He harfini ötreli, mim harfini cezimli okuyarak şeklinde; he harfini esreli mim harfini sakin şeklinde; he harfi esreli, mim harfi esreli ve esreden sonra da ya harfini getirmek suretiyle ……şeklinde, he harfi esreli, mim ötreli ve ötreden sonra da bir vav eklemek suretiyle şeklinde; he harfi ve mim harfi ötreli, ayrıca mimden sonra da vav getirmek suretiyle şeklinde. Diğer taraftan vav eklemeksizin he ve mim harflerini ötreli okuyarak şeklinde. Bu altı okuyuş kıraat İmâmlarından nakledilmiştir. Bundan sonraki dört okuyuş şekli ise Araplardan nakledilmekle birlikte kıraat İmâmlarından nakledilmiş değildir: He harfi ötreli, mim esreli ve mimden sonra ya harfi getirmek suretiyle şeklinde. Bunu Hasan-ı Basrî Araplardan nakletmiştir. Ha harfi ötreli ya harfi eklemeksizin mim harfi esreli olarak şeklinde; he harfi esreli vav eklemeksizin mim harfi ötreli şeklinde; ha ve mim harfleri esreli ve mimden sonra ya getirmeksizin şeklinde. Bütün bu okuyuş şekilleri doğrudur. Bu açıklamaları İbnu’l-Enbârî yapmıştır.

30- Nimet Verilenler Kimlerdir:

Ömer b. el-Hattâb ve İbn ez-Zübeyr (radıyallahü anhhnuma) âyetin bu kısmını (sırat kelimesinden sonra "men" ekleyerek): şeklinde okumuşlardır.

"Kendilerine nimet verilenler”in kimler oldukları hususunda farklı görüşler ileri sürülmüştür. Ancak müfessirlerin büyük çoğunluğu der ki: Burada peygamberlerin sıddîkların, şehidlerin ve salihlerin yolu kastedilmiştir. Bu görüşlerini de yüce Allah'ın şu âyetinden çıkartmışlardır:

"Kim Allah'a ve Peygambere itaat ederse işte onlar Allah'ın kendilerine nimetler verdiği peygamberlerle, sıddîklarla, şehidlerle, salihlerle beraberdirler. Onlar ne iyi, ne güzel arkadaşdırlar." (en-Nisa, 4/69) Âyet-i kerîme bunların dosdoğru yol üzere olduklarını göstermektedir. Fâtiha süresindeki âyette de kastedilen işte budur. Bu hususta ileri sürülen bütün görüşler dönüp dolaşıp buraya gelir. O bakımdan konu ile ilgili ileri sürülmüş görüşleri tek tek sıralamanın anlamı yoktur. Yardımı Allah'tan talep ederiz.

31- Bu Âyet ve İnsanın Fiilleri:

Bu âyet-i kerîme Kaderiyye, Mu'tezile ve İmâmiye'nin görüşlerini reddetmektedir. Çünkü bunlar insanın - ister itaat olsun ister masiyet olsun - fiillerinin kendisinden sadır olması için iradesinin yeterli olduğuna inanmaktadırlar. Çünkü onlara göre insan kendi fiillerini yaratır. Fiillerin kendisinden sadır olabilmesi için Rabbine ayrıca ihtiyacı yoktur. Yüce Allah ise bu âyet-i kerimede onları yalanlamaktadır. Çünkü insanlar Allah'tan dosdoğru yola iletilmelerim istemişlerdir. Eğer iş onlara kalmış ve seçim, Rablerine ihtiyaçları olmaksazın kendi ellerinde bulunan birşey olsaydı, doğru yola iletilmelerini rablerinden istemezler, her namazda bu dileklerini tekrarlamazlardı. Yine hoşlarına gitmeyen şeylerin bertaraf edilmesi için yalvarıp yakarmalan da böyledir. Hoşa gitmeyen şey ise şu sözlerinde dile getirdikleri ve doğru yola iletilmeye aykırı olan hususlardır:

"Kendilerine nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil." Ondan kendilerini nimet verdiği kimselerin yoluna iletmesini istedikleri gibi, kendilerini saptırmamasını da istemişlerdir. Nitekim rablerine şöyle dua ederler:

"Rabbimiz bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi saptırma..." (Âl-i İmrân, 3/8)

32- Gazaba Uğrayanlar ve Sapanlar:

"...Gazaba uğrayanların ve yolunu sapıtanlarınkine değil."

"Gazaba uğrayanlar" ile

"sapıtanlar"ın kimler oldukları hususunda farklı görüşler vardır. Cumhûr, gazaba uğrayanların yahudiler, sapıtanların da hıristiyanlar olduğu kanaatindedir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Adiyy b. Hatim'in İslam'a girişini anlatan Hadîs-i şerîfte bu şekilde açıklanmaktadır. Bunu Ebû Dâvûd et-Tayalisi Müsned'inde, Tirmizî de ez-Cami'inde zikretmiştir. Tirmizî, Tefsir 1. sûre 1 ve 2. hadisler; Ahmed Abdurrahman el-Bennâ, Minhatu'l-Ma'bûd... (et-Tayâlisî'nin Müsned'inin bablara göre tertibi), Beyrut, 1372/1400, II, 151. Bu tefsirin doğruluğuna yüce Allah'ın yahudiler hakkındaki:

"... ve Allah'tan gelen bir gazaba uğratıldılar" (el-Bakara, 2/61);

"Ve Allah onlara karşı gazap lanmış..." (el-Feth, 48/6) diye buyurmuş olması ile hıristiyanlar hakkında da:

"Bundan önce onlar sapıklığa düşmüş, birçok kimseyi saptırmış ve sonra da dümdüz yoldan sapagelmişlerdir." (el-Maide, 5/7) âyetleri de bu tefsire delil teşkil etmektedir.

Gazaba uğrayanların müşrikler, sapıtanların da münafıklar;

"gazaba uğrayanlar”ın bu sûreyi namazda okumayı farz kabul etmeyenler,

"sapıtanlar"ın da bunu okumanın bereketinden mahrum kalanlar oldukları da söylenmiştir. Bunu es-Sülemi "Hakaik"inde el-Maverdi de Tefsir'inde zikretmiş ise de bunun doğrulukla ilgisi yoktur. el-Maverdi der ki: Bu reddedilen bir açıklama şeklidir. Çünkü kendisi hakkında haberlerin çatıştığı rivâyetlerin karşı karşıya geldiği ve görüş ayrılıklarının yaygın olduğu herhangi bir husus hakkında böyle bir hükmün verilmesi câiz değildir.

"Gazaba uğrayanlar" ile bid'atlere uyanların,

"sapıtanlar" ile hidâyet yolundan uzak kalanların kastedildiği de söylenmiştir.

Derim ki: Bu güzel bir açıklamadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın açıklaması ise daha önceliklidir, daha yücedir, daha güzeldir.

"kendilerine" âyeti ref mahallindedir. Çünkü bunun anlamı

"kendilerine gazab edilmiş" şeklindedir.

Gazab; şiddet, katılık demektir. Sert tabiatlı kişi için denilir. Yine bu kelime katılığı sebebiyle oldukça zarar verici, gaddar yılan hakkında kullanılır. kelimesi ise, üstüste katlanan deve derisinden bir parça demektir. Sertliği sebebiyle bu ad verilmiştir.

Yüce Allah'ın sıfatı olarak

"gazab"ın anlamı cezalandırma iradesidir. Bu zati bir sıfattır. Çünkü yüce Allah'ın iradesi zatının sıfatlarındandır. Veya bizzat cezanın kendisi anlamına da gelir. Nitekim: "Şüphesiz sadaka Rabbin gazabını söndürür" Tirmizî, Zekât 28. âyetinde "gazap" bu anlamadır. Burada ise fiilî sıfatlardandır.

33- Sapıtmak (Dalâlet):

"Sapıtanlarınkine değil" âyetinde geçen "dalal" Arapçada doğru yoldan, hak yoldan uzaklaşmak gitmek demektir. Su süte karışıp kaybolduğunda denilir. Yüce Allah'ın:

"Biz yerde kaybolduğumuz vakit.." (es-Secde, 32-10) âyetinde bu anlamı ifade etmektedir. Yani biz ölüp de kaybolur ve toprak olsak da mı (diriltileceğiz)? demektir. Şair der ki:

"Niye sormazsın, bu diyar sana haber versin

Kaybedilen o kabilenin nereye gittiğini?

kelimesi suyun vadide evirip çevirdiği dümdüz taş demektir. Aynı şekilde dağda bulunup da rengi dağın renginden farklı kaya parçası hakkında da denilir. Şair şöyle demektedir:

"Yahut bir dağdaki farklı renkten bir kaya parçası, fakat her ikisi de himaye edemedi."

34- Şâzz Kaide Dışı Bir Okuyuş:

Ömer b. el-Hattâb ile Ubey b. Ka'b, şeklinde (aleyhim'den sonra ve ğayriddâllîn diyerek) okumuşlardır. Yine her ikisinden "gayr" kelimelerini esreli ve üstünlü olarak okudukları da rivâyet edilmiştir.

Esreli okunursa den veya deki he ve mim'den bedel olur. Yahut ..ın sıfatı olur. Bu kelime ise marifedir. Marife olan kelimeler ise, nekre (belirtisiz)lerle, nekreler de marifelerle nitelendirilmezler. Ancak da maksat farklı olduğundan dolayı umumidir. Buna göre kullandığımız bu ifade: Ben senin gibi birisinin yanından geçecek ve ona ikramda bulunacağım" demeye benzer. Yahut da kelimesi artık aralarında ortada birşeyin bulunmadığı iki şey arasında olduğundan dolayı marife olur. Senin: Hayatta olan ölüden başka birşeydir, duran hareket edenden başka birşeydir, ayakta bulunan oturandan başka bir şeydir, demene benzer. Görüldüğü gibi bu konuda birincisi el-Farisi'nin ikincisi ez-Zemahşeri'nin olmak üzere iki görüş vardır.

(......) kelimesinin radıyallahü anh harfinin fethah okunması da iki şekildedir. Ya den haldir veya kelimesindeki ha ile mim'den haldir. Bu durumda şöyle demiş gibi oluruz: Kendilerine nimet verdiğin fakat üzerlerine gazap edilmemiş olanlarınkine. Ya da istisna olduğu için nasbedilmiştir. Şöyle denilmiş gibi olur: Ancak kendilerine gazap edilmiş olanlarınkine değil, Demek istiyorum ki fiili ile üstün okunması da caizdir. Bu şekilde bir açıklama el-Halil'den nakledilmiştir.

35- Sapıtanların Değil:

Yüce Allah'ın:

"sapıtanlarınkine değil" âyetinde yer alan Değil" âyeti hakkında farklı görüşler vardır. Bunun zaid olduğu söylenmiştir. Taberi'nin görüşü budur.

"Seni secde etmekten alıkoyan nedir?" (el-A'raf, 7/12) âyetinde olduğu gibi.

Bunun te'kid için geldiği de söylenmiştir. Böylelikle "sapıtanlar" kelimesinin kimseler" kelimesine atfedilmiş olduğu zannedilmesin. Bunu da Mekkî ve el-Mehdevi nakletmiştir. Kûfeliler de der ki: Burada yer alan kelimesi anlamındadır. Bu da Hazret-i Ömer ve Ubey'in kıraatidir. Az önce buna da temas edildi.

36- "Sapıtanlar" Kelimesinin Aslı:

“Sapıtanlar" kelimesinin aslı, şeklindedir. Burada birinci lâm'ın harekesi hazfedildikten sonra iki lâm birbirine idgam edildi. Böylelikle birisi elifin uzatması diğeri de idğam edilen lâm olmak üzere iki sakin bir araya gelmiş oldu. Eyyub es-Sahtiyani ise (dat harfinden sonraki elifi.) uzatmasız hemze'li olarak şeklinde okumuştur. Sanki bu okuyuş ile iki sakini bir arada telaffuz etmekten kaçınmak istemiş gibidir ki bu da bir şivedir. Ebû Zeyd der ki: Ben Amr b. Ubeyd'i yüce Allah'ın:

"O günde hiçbir insana ve hiçbir cinne günahı hakkında sorulmayacaktır." (er-Rahmân, 55/39) âyetini: şeklinde okuduğunu duymuştum. Ben Araplardan şeklinde telaffuz ettiklerini işitinceye kadar lahin yaptığını zannettim. Ebû’l-Feth der ki: Küseyyir'in aşağıdaki mısraı bu söyleyişe göredir:

"Mızrakların uçları taze kanla ala boyandığı zaman..."

Burada Fâtiha sûresinin tefsiri sona ermektedir. Hamd ve minnet yalnız Allah'a mahsustur.

0 ﴿