3

Onlar ğayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler.

Bu âyete dair açıklamalar yirmi altı başlık halinde sunulacaktır:

1- Takva Sahiplerinin Nitelikleri:

"Onlar" anlamına gelen kelimesi "takva sahipleri" kelimesinin sıfatı olarak (mahallen) mecrurdur. Önceki kelime ile ilişkisi olmamak üzere merfu olması da caizdir. Yani: Onlar öyle kimselerdir ki... Övmek kasdıyla nasbedilmesi de caizdir. (Özellikle: Ğayb'a inanan... lan kasdediyorum, anlamında).

"İnanırlar" tasdik ederler anlamındadır. Îman sözlükte tasdik demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Sera bize îman edici değilsin" (Yusuf, 12/17); yani bizi doğrulayıcı değilsin. Bu kelime be ve lâm harfleri ile mef'ûl alır (geçişli olur). Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Sizin dininize uyanlardan başkasına inanmayın." (Âl-i İmrân, 3/73);

"Mûsa'ya... inanmadı" (Yûnus, 10/83)

Haccac b. Haccac el-Ahvel (Zikku’l-Asel lakaplı) rivâyetle dedi ki: Katâde'yi şöyle derken dinledim: Ey ademoğlu, eğer sen hayrı ancak isteyerek severek yapmak istiyor isen şunu bil ki senin nefsin usanmaya, yorulmaya ve tahammülsüzlüğe meyyaldir. Fakat asıl mü’min zor gelse dahi katlanandır. Asıl mü’min, buna karşı kendisini güçlendirendir. Asıl mü’min işi sıkı tutandır. Şüphesiz ki mü’minler gece ve gündüz telbiye getirerek (Lebbeyk diyerek ve dua ederek) Allah'a yönelenlerdir. Allah'a yemin ederim mü’min gizli ve açık Rabbimiz, Rabbimiz deyip durur ve nihayet Allah da gizli açık dualarını kabul buyurur.

2- Gayb'ın Sözlük Anlamı:

"Ğayb" Arapçada göremediğin herşey hakkında kullanılır. Kelimenin aslı ya'lıdır. O bakımdan: Güneş battı, batıyor, denilir. Gaybet (gaib olma hali) anlamı bilinen bir kelimedir. Kadının kocası kaybolduğunda denilir. Bu şekilde kocası kaybolan kadına da ( denilir. Yerin çukurca bir bölgesine düşüldüğü takdirde: Çukurca bir yere düştük, denilir. İçinde saklanılıp kaybolunan ağaçların toplu olarak bulunduğu yere de (koruluk, ormanlık anlamına) ismi verilir. Yerin alçakça olan kısımlarına da "ğayb" denilir. Çünkü gözün görmediği bir yerdir.

3- Kur'ânî Anlamıyle Gayb:

Müfessirler burada yer alan "ğayb"ın ne anlama geldiği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi, bu âyet-i kerimede kastedilen ğayb, yüce Allah'tır demektedir.

İbn el-Arabi bunu zayıf görmektedir. Kimisi kaza ve kaderdir. Kimisi Kur'ân-ı Kerîm ve onda bulunan ğayblerdir demişlerdir. Kimisi de ğayb: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın haber verdiği ve akıl ile bilinemeyen herşeydir: Kıyâmetin alametleri, kabir azâbı, haşir, neşir, sırat, mizan, cennet ve cehennem gibi. İbn Atiyye der ki: Bu görüşler arasında çelişki yoktur. Aksine ğayb bunların hepsi hakkında kullanılabilir.

Derim ki: Bu, Cibril hadisinde (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Bana imandan haber ver, diye sorduğunda Hazret-i Peygamber'in kendisine işaret ettiği şer'î imanı ifade eder. Hazret-i Peygamber bu soruya cevaben şöyle buyurdu: "(Îman) Allah'a meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe îman etmen ve hayrı ile şerriyle de kadere îman etmendir." Hazret-i Cebrâîl: de: Doğru söyyledin, diye cevap verdi...

Abdullah b. Mes'ûd der ki: Hiçbir mü’min ğayba imandan daha üstün bir şeye îman etmiş değildir. Bundan sonra da yüce Allah'ın:

"Onlar ğayba îman ederler..." âyetini okudu.

Derim ki: Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulmaktadır:

"Biz gaib olanlar değiliz," (el-A'raf, 7/7) Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Onlar ğaybde Rablerinden korkarlar." (el-Enbiya, 21/49) Yüce Rabbimiz, dünya yurdunda gözle görülmeyen, gaiptir. Ancak dikkatle düşünmek ve istidlal halinde gaib olmadığı görülür. O bakımdan mü’minler amellere karşılık veren kadir bir Rablerinin olduğuna îman ederler. İnsanlardan uzaklarda, görülmeyip yalnız kaldıklarında ve gizliliklerde O'ndan korkarlar. Çünkü Allah'ın kendilerini görmekte olduğunu bilirler. Böylece âyetlerin açıklaması uygun bir şekilde yapılmış ve aralarında zıtlık kalmamış olur. Bundan dolayı Allah'a hamdederiz.

"Ğayba" âyeti ile kastın, onlar münafıkların zıddına, vicdanlarında, kalplerinde Allah'tan korkarlar anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu da güzel bir açıklamadır. Şair der ki:

"Ğayba îman ettik, halbuki bizim kavmimiz

Muhammed'den önce putlara ibadet ederlerdi. "

4- Takva Sahipleri ve Namaz:

"Namazı dosdoğru kılarlar" âyeti bir cümlenin cümleye atfedilmesini ifade eder. "Namazın dosdoğru kılınması (ikame edilmesi)" rükünleriyle, sünnetleriyle, vakitlerinde uygun şekilleriyle -ileride açıklanacağı üzere- eda edilmesi demektir. Bu âyet, devam etti ve sabit oldu anlamına gelen (........) dan gelmektedir. Ayak üzerinde durmaktan değildir. Mesela: Hak kaim oldu, denildiğinde açıkça ortaya çıktı ve sabit oldu kastedilir. Şair der ki:

"Ve Savaş bizimle - bacağı üzere - ayağa kalktı."

Bir diğer şair de şöyle demektedir:

"Onlara: Düşman tarafından basıldınız, denildi mi hiç vakit kaybetmezler

Hemen atlılar mızrak pazarıni kurarlar."

"Dosdoğru kılarlar" âyetinin devam ettirirler anlamına geldiği de söylenmiştir. Hazret-i Ömer şu sözleriyle buna işaret etmektedir: "Namazı koruyan ve ona gereken dikkati gösteren dinini korumuş olur. Namazı yitirip kaybeden kişi ondan başkasını daha çok kaybeder."

5- Namaz İçin Kamet Getirmek:

Namaz için ikamet (kamet) getirmek bilinen bir husustur. Cumhûra görre kamet, sünnettir. Kameti terkedenin (namazı) iade etmesi gerekmez. Evzai, Atâ, Mücâhid ve İbn Ebi Leyla'ya göre vaciptir. Onu terkedenin namazı iade etmesi gerekir. Zahiriler de böyle demiştir. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de rivâyet edilmiştir. İbn el-Arabi de bunu tercih ederek şöyle demektedir: Çünkü Bedevi arabın namaz kılması ile ilgili hadiste: "Ve kamet getir" diye buyurarak Hazret-i Peygamber, tekbir getirmesini, kıbleye yönelmesini ve abdest almasını emrettiği gibi kamet getirmesini de emretmiştir.:

Daha sonra şöyle der: Şimdi sizler artık bu hadisi de bildiğinize göre, bu konuda İmâm Mâlik'e ait iki rivâyetten hadise uygun olanını kabul etmeniz gerekir ki, bu da kamet getirmenin farz olduğu şeklindedir. İbn Abdi’l-Berr, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Namazın tahrimesi, tekbirdir" âyeti tahrime getirmeyen kimsenin namaza girmiş olmayacağının delilidir. Dolayısıyla bu tahrimeden (iftitah tekbirinden) önce yapılan işlerin hükmü, terkedilmeleri dolayısıyla namazın iade edilmemesidir. Fukahânın icmâ ile kabul ettikleri şeyler müstesna. Bu konuda icma bulunduğundan dolayı (namazda) selam verir ve bunları yerine getirir. Taharet, kıbleye yönelmek, vakit ve benzerleri.

Mezhebimize (Mâlikî) mensup kimi ilim adamları şöyle demiştir: Kamet getirmeyi kasten terkeden kimse namazı tekrar iade eder. Ancak bu, kametin farz olduğundan dolayı değildir. Çünkü farz olmuş olsaydı kasten veya yanılarak terkedilmesi arasında fark olmazdı. Bu hükmün sebebi sünnetlerin hafife alınması(nın önüne geçmek)dir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Namaz Kılarken Kameti Duyan:

"Kamet getirildiğini duyan kimse acele eder mi etmez mi?" hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Çoğunluk isterse bir rek'ati kaçıracağından korksun acele etmeyeceği görüşündedir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde koşarak namaza gitmeyiniz. Yürüyerek namaza gidiniz ve sükûnetinizi bozmayınız. Yetiştiğinizi kilınız, yetişemediğinizi de tamamlayınız." Bunu Ebû Hüreyre rivâyet etmiş Müslim de Kitabına almıştır.

Yine Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde sizden hiçbir kimse namaza koşarak gitmesin. Yürüyerek gitsin ve sükûnetini bozmaksızın ağırbaşlılığını korusun. Yetiştiğini (İmâmla) kıl, yetişemediğini sonradan sen kaza et."

İşte bu hadisler bu konuda birer nastır. Mana yönünden ise, kişi, koşarak yorulur ve nefes nefese yetişirse, namaza girmesi, okuması ve huşuunu birbirine karıştırır, şaşırır. Aralarında İbn Ömer'in de -bu konuda farklı rivâyet gelmekle birlikte -İbn Mes'ûd'un da bulunduğu seleften bir grup namazı geçireceğinden korktuğu taktirde çabucak gidebileceği görüşündedir. İshak der ki: Rek'ati kaçırmaktan korkarsa acele eder. İmâm Mâlik'ten de buna benzer bir görüş rivâyet edilmiştir. İmâm Mâlik der ki: At sırtında olan kimsenin atını dürtüp koşturmasında mahzur yoktur. Bazıları onun bu görüşünü yayan yürüyen ile bineği üzerinde giden arasında fark vardır, şeklinde açıklamışlardır. Çünkü at sırtında olan bir kimse yürüyen kimse gibi yorulup nefes nefese kalmaz.

Derim ki: Her durumda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetine uymak daha uygundur. O bakımdan Hadîs-i şerîfte belirtildiği gibi sükûnetini ve ağırbaşlılığını bozmaksızın, yürümesine eskisi gibi devam eder. Çünkü namaza giden de namazdadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in haber verdiği bir hususun haber verdiğinden başka türlü olmasına imkan yoktur. Namaza girmiş, (başlamış) bir kimsenin nasıl sükûnet ve ağırbaşlılığını koruması gerekiyorsa yürüyenin durumu da böyledir. Taki o da bu şekilde namaz kılana benzesin ve onun elde ettiği sevabı elde edebilsin. Bizim bu görüşümüzün sağlıklı oluşuna delil, belirttiğimiz Hadîs-i şerîflerdir. Ayrıca Dârimî'nin Müsned'inde kaydettiği şu rivâyet de buna delildir: Bize Muhammed b. Yusuf anlattı dedi ki: Bize Süfyan, Muhammed b. Aclan'dan anlattı , o el-Makburi'den o Ka'b b. Ucre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Abdest alıp mescide doğru yola koyuldun mu parmaklarını biribirine geçirme. Çünkü sen namazdasın." Sahih olan bu Hadîs-i şerîfte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) acele etmekten daha az olan bir davranışı men etmiş ve mescide gitmekte olan birisini namaz kılan birisi gibi değerlendirmiştir. İşte Sünnet-i Seniyye'den bu rivâyetler yüce Allah'ın:

"Allah'ın zikrine koşunuz" (el-Cum'a, 62/9) âyetini beyan etmekte ve bununla namaza gitmek için çabukça koşmanın söz konusu olmadığı, aksine bir fiil ve amelin kastedildiği anlaşılmaktadır. Nitekim İmâm Mâlik de bunu böylece açıklamıştır. Bu konuda doğru olan görüş budur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

7- İmâma Yetişemeyip Sonradan Kılınan Rekatlar Edâ mıdır, Kaza mıdır?

İlim adamları Peygamber Efendimizin: "Yetişemediğinizi tamamlayınız" âyeti ile: "Yetişemediğini kaza et" beyanlarının aynı anlama gelip gelmediği hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu iki tabirin aynı anlama geldiği ve "kaza etmek" tabirinin mutlak olarak kullanılıp tamamlamak kastedildiği söylenmiştir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Namaz kaza edildiğinde (kılındığında)" (el-Cuma, 62/10) Bir başka yerde de:

"Hacc ibadetlerinizi kaza ettiğinizde (tamamladığınızda)..." (el-Bakara, 2/200)

Bunların farklı anlamlarda olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Bu farklı görüşler, sonucunda namaza sonradan katılan bir kimsenin İmâmla kıldıkları namazının ilk rek'atleri midir, sonraki rek'atleri midir konusunda da görüş ayrılığına sebep teşkil etmiştir. Birinci görüşü aralarında İbnü'l-Kasım'ın da bulunduğu İmâm Mâlik mezhebine mensup bir grup kabul etmiştir. Fakat böyle bir kimse kılamadıklarını Fâtiha ve zammı sûre okuyarak kaza eder. Böylelikle bu kişi fiilleriyle önce kılınmış bir namaza bina etmiş fakat sözleriyle kaza etmiş olur.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Mâlikî mezhebinde meşhur olan görüş budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bizim mezhep âlimlerimizin kabul ettiği görüş budur. Aynı zamanda bu, Evzai'nin, Şâfiî'nin, Muhammed b. el-Hasan'ın, Ahmed b. Hanbel'in, Taberi'nin ve Davud b. Ali'nin de görüşüdür. İbn Abdi'l-Hakem'in Mâlik'ten zikrettiği görüş olan Eşheb'in rivâyetiyle Îsa'nın İbnu'l-Kasım yoluyla Mâlik'ten naklettiği rivâyete göre, sonradan yetişenin yetiştiği rek'atler namazının son kısmıdır. Bu durumda o hem fiil hem söz itibariyle kalanı kaza eder. Kufeli âlimlerin görüşü de budur.

Kadı Ebû Muhammed Abdülvehhab der ki: Maliki mezhebinin meşhur olan görüşü de budur. İbn Abdi’l-Berr der ki: Sonradan yetişenin yetiştiği bölümleri, namazının yetiştiği ilki kabul edenler zannederim ihrama (iftitaha) riâyet etmiş, onu gözönünde bulundurmuşlardır. Çünkü iftitah ancak namazın başında sözkonusudur. Teşehhüd ve selam ise ancak namazın sonunda sözkonusu olur. İşte burdan hareketle şöyle demişlerdir: Sonradan yetişenin yetiştiği, namazının başıdır. Bununla birlikte Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Tamamlayınız" diye âyeti de varid olmuştur. Tamamlamak ise sonradan olan bir iştir.

Karşı görüşü savunanlar ise, Hazret-i Peygamber'in "Kaza ediniz" âyetini delil gösterirler. Kaza edilen ise kaçırılan, kılınamayandır. Ancak "tamamlayınız" şeklinde gelen rivâyet daha çoktur. İmâm ile yetiştiğin, namazının başıdır, diyenlerin görüşlerine ancak Abdülaziz b. Ebû Seleme el-Macişun ile el-Müzeni, İshak ve Davud'un şu söyledikleri uygun bir açıklama olur: Sonradan İmâma yetişen kişi İmâm ile birlikte Fâtiha'yı ve yetiştiği takdirde bir sûre okur. Kaza etmek için kalktığı takdirde ise yalnızca Fâtiha'yı okur. Bunların bu açıklamaları, kabul ettikleri asıl ilkeye ve uygulamalarına uygun düşmektedir. -Allah onlardan razı olsun.

8- Kamet Getirildiği Takdirde Nafile Kılınmaz:

Kamet getirilmesi nafile namaza başlamayı engeller. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Namaz için kamet getirildiğinde farz namazdan başka namaz olmaz." Bunu Müslim ve başkaları rivâyet etmiştir. Eğer nafileye başlamış bulunuyor ise bu sefer onu kesmez. Çünkü yüce Allah:

"Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) diye buyurmaktadır. Özellikle de o nafileden bir rek'at kılmış ise. Konu ile ilgili hadisin genelliği dolayısıyla başladığı nafileyi keser de denilmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- Sabah Sünnetini Kılmadan Kameti Duyan:

Henüz sabah namazının iki rek'atini kılmadan mescide gelen ve akabinde de farz için kamet getirildiğini gören kişinin durumu hakkında ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: İmâma uyar ve iki rek'ati (sünneti) kılmaz. Eğer henüz mescide girmemiş ise şayet bir rek'atin geçeceğinden korkmuyor ise mescidin dışında iki rek'at sünneti kılıverir. Ancak Cum'a namazının eda edildiği mescide bitişik mescid avlularından herhangi bir yerde bu iki rek'ati kılmaz. Şayet ilk rek'ati kaçıracağından korkarsa İmâma uysun ve onunla birlikte namaz kılsın. Daha sonra arzu ettiği takdirde güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti kılar. Hatta güneş doğduktan sonra bu iki rek'at sünneti kılması onları büsbütün terketmesinden daha iyi ve faziletli bir davranıştır.

Ebû Hanîfe ve arkadaşları da der ki: Şayet (farz) iki rek'ati kaçırmaktan ve İmâmın ikinci rükûdan başını kaldırmasından önce yetişemeyeceğinden korkarsa o takdirde İmâma uyar. Eğer İmâm ile birlikte bir rek'ata yetişebileceğine kanaat getirir ise, mescidin dışında sabah namazının iki rekat sünnetini kılar, sonra da İmâma uyar. el-Evzai de böyle demiştir. Ancak o, son rek'ati kaçırmaktan korkmadığı sürece bu iki rek'at sünneti mescidde de kılmayı câiz görmektedir. es-Sevri de der ki: Bir rek'ati kaçırmaktan korkarsa cemaat ile birlikte namaza durur ve bu iki rek'at sünneti kılmaz. Aksi taktirde iki rek'ati kılar, isterse mescide girmiş bulunsun.

el-Hasen b. Hay (b. Hayyan da denilmektedir) der ki: Kamet getiren kişi, kamete başladığı takdirde sabahın iki rek'at sünneti dışında farz olmayan hiçbir namaz kılınmaz.

Şâfiî de der ki: Mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini gören bir kimse, İmâm ile birlikte namaza durur ve (sabahın) iki rek'at sünnetini mescidin dışında da içinde de kılmaz. et-Taberi de böyle demiştir. Ahmed b. Hanbel de bu görüştedir. Bu görüş İmâm Mâlik'ten de nakledilmiştir. Bu konuda sahih olan görüş de budur. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Namaz için kamet getirildiği takdirde farz dışında namaz olmaz." diye buyurmaktadır. Sabah namazının iki rek'ati ya sünnettir, ya fazilettir veya rağibe (kılınması teşvik edilmiş) bir namazdır. Anlaşmazlık halinde delil ise sünnetten getirilen delildir. İmâm Mâlik'in meşhur olan görüşü ile Ebû Hanîfe'nin görüşünün delillerinden bir tanesi de İbn Ömer'den gelen şu rivâyettir: İbn Ömer mescide geldiğinde İmâmın sabah namazını kıldığını görür. İbn Ömer bu iki rek'ati Hazret-i Hafsa'nın odasında kıldıktan sonra İmâma uyarak onunla birlikte namazını kılar.

es-Sevri ve el-Evzai'nin delillerinden birisi de Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen şu rivâyettir. O mescide girdiğinde namaz için kamet getirildiğini görür. Mesciddeki direklerden birisinin arkasına çekilerek sabahın iki rek'at sünnetini kılar ve sonra da namaza durur. Ve bunu ashab-ı kiramdan olan Huzeyfe ile Ebû Mûsa (r. anhum)'ın da hazır olduğu bir sırada yapar. Ayrıca bunlar (Sevri ve Evzai ile onların görüşünde olanlar) şöyle derler: Kişinin mescid dışında farza durmayıp nafile ile uğraşması câiz olduğuna göre mescidde de bunu yapması caizdir.

Müslim, Abdullah b. Mâlik b. Buhayne'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Sabah namazı için kamet getirildi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da müezzinin kameti getirdiği sırada namaz kılan birisini gördü ve ona: "Sen sabahı dört rek'at olarak mı kılıyorsun?" dedi. Bu, Hazret-i Peygamber'in İmâm namaz kılarken, mescid içerisinde sabahın iki rek'at sünnetini kılan bir kimseye tepki göstererek bu davranışını reddettiğini ifade etmektedir. Aynı şekilde bu Hadîs-i şerîfi sabahın iki rek'at sünnetinin böyle bir durumda kılınması halinde sahih olduğuna delil gösterilmesi de mümkündür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) böyle bir şeyi yapmak imkanına sahip olmakla birlikte onun namazını kestirmemiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- Salat'ın Anlamı:

"es-Salat" (namaz): Sözlükte dua demektir. Duayı ifade eden (Peygamber'in Hadîs-i şerîfi de şöyledir: "Sizden herhangi bir kimse bir yemeğe çağrıldığı takdirde bu daveti kabul etsin. Eğer oruçsuz ise, yemekten yesin. Oruçlu ise, salat getirsin." Yani dua etsin. Kimi ilim adamları der ki: Burda kastedilen bildiğimiz namazdır. Oruçlu olan bu kişi bu durumda iki rek'at namaz kılar ve ayrılır gider. Ancak birinci görüş daha yaygındır ve daha çok ilim adamı bu görüşü benimsemiştir. Hazret-i Esma, Abdullah b. ez-Zübeyr'i doğurduğu sırada onu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e gönderdi. Esma der ki: Daha sonra Hazret-i Peygamber eliyle onu sıvazladı ve ona salat getirdi. Yani ona duada bulundu.

Yüce Allah da:

"Ve onlara salat getir" (et-Tevbe, 9/103), diye buyurmuştur. Onlara dua et, demektir. el-A'şâ der ki:

"Gitmemin yaklaştığı sırada kızım der ki:

Rabbim her türlü yorgunluktan, ağrıdan babamı uzak tut

Sen bu duanın benzerini yapmaya devam et, uyku için yum gözlerini

Çünkü kişinin yanı uyumak ihtiyacını duyar."

Yine el-A'şâ der ki:

"Küpü içerisinde rüzgar onunla karşılaştı.

Küpüne dua etti, tekbir getirdi ve duada bulundu. "

Burada geçen kelimesinin tekbir getirip dua etmek anlamında olduğu es-Sihhah'ta belirtilmiştir.

Kimisi de "salat" lâfzı kelimesinden türetilmiştir. Bu ise sırt bölgesinin ortalarında bir damarın adıdır. Kuyruk sokumunda bu damar bölünür ve onun etrafını çevirir. At yarışında kelimesi de burdan gelmektedir. Çünkü yarışta bu kişinin atının başı kendisinden önceki yarışçının atının kıçının yakınında olur. "es-Salat" kelimesi de buradan türetilmiştir. Ya imandan sonra ikinci önemli farz olduğundan dolayı bu ismi almıştır ve böylelikle namaz at yarışında bu şekilde ikinci gelen "el-musalli"ye benzetilmiştir, ya da rükûa eğilen bir kimsenin iki kaba etini büktüğünden dolayı bu ismi almıştır. Çünkü "es-Salâ" atın kuyruk sokumu anlamındadır. Bunun ikili de şeklinde gelir. "el-Mûsalli" ise öne geçenin hemen arkasından gelen demektir. Çünkü ikincisinin başı birincisinin kıçına yakındır. Hazret-i Ali de şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öne geçti ve arkasından Ebû Bekir vardı (salla) üçüncü olarak da Ömer vardı.

"Salat" lâfzının devamlılık ve ayrılmamaktan alınmış olduğu da söylenmiştir. Kişi ateşe düştüğü, ateşlik olduğu zaman "Ateşi boyladı" denilir. Yüce Allah'ın:

"Kızgın bir ateşe girecektir" (el-Ğaşiye, 88/4) âyetinde de (girecektir anlamına gelen) bu kelime de bu manadadır, el-Haris b. Ubad da der ki:

"Ben o cinayete katılanlardan değilim. Allah biliyor ki

Bugün onun ateşinin hararetine yanıyorum."

Yani onun ateşine düşmüş bulunuyorum. Bu anlamı ile, sanki ibadete yüce Allah'ın emrettiği şekli ile devam etmek ve bunu sürdürmek manası kastedilmiş gibidir.

Namaz kelimesinin ateşte kavurup düzeltip yumuşatıldığı takdirde kullanılan: değneği ateş üzerinde ısıttım" kökünden alındığı da söylenmiştir. Sanki namaz kılan "el-musalli" namaz kılmak suretiyle kendisini doğrultur, yumuşatır ve huşua gelir gibi olduğundan bu isim verilmiş gibidir. el-Hârzencî der ki:

"İşinde acele etme, onu sürdür

Çünkü devamlı sürdüren kimse gibi asanı (bir rivâyete göre asasını)

doğrultan bulunmaz."

Salat, dua ve rahmet anlamlarına gelir. "Allahumme salli ala Muhammed", yani "Allah'ım, Muhammed'e rahmet buyur" ifadesi de buradan gelmektedir. Salat ibadet anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde geçen "salat" lâfzı böyledir:

"Onların Beyti Haram'ın yanındaki ibadetleri ıslık çalmaktan .... başka değildi." (el-Enfal, 8/35) Yine "es-salat" nafile anlamına da gelir.

"Ehline namazı emret." (Taha, 20/132) âyetinde olduğu gibi. Salat, tesbih anlamına da gelir. Yüce Allah'ın:

"Eğer o gerçekten tesbih edenlerden olmasaydı" (es-Saffat, 37/143) Yani, musallilerden olmasaydı, anlamınadır. Nitekim kuşluk namazını ifade etmek üzere "sübhatü'd-duha" tabiri de buradan gelmektedir.

"Seni hamdinle tesbih ederiz." (el-Bakara, 2/30) âyeti ile ilgili olarak "namaz kılarız, salat ederiz" şeklinde de açıklanmıştır.

Salat, okumak anlamına da gelir. Yüce Allah'ın şu âyetinde bu anlamadır:

"Dua yaparken, sesini pek yükseltme ve pek kısma da." (el-İsra, 17/110) Buna göre "salat" lâfzı müşterek bir lafızdır. Yine salat içinde namaz kılınan ev anlamına da gelir. Bunu İbn Faris söylemiştir. ..""" Salat’ın bu bildiğimiz ibadet için öngörülmüş özel bir isim olduğu da söylenmiştir. Çünkü şanı yüce Allah şeriatsız hiçbir zaman bırakmadığı, namazsız hiçbir şeriat de yoktur. Bu görüşü Ebû Nasr el-Kuşeyri nakletmiştir.

Derim ki: Bu görüşe göre "salaf'ın iştikakı (türetilmişi) yoktur. Cumhûrun görüşüne gelince bu da bir sonraki başlıkta açıklanacaktır:

11- Kelime ve Terim Olarak Salat (Namaz):

Bu konuda usulcülerin farklı iki görüşü vardır. Birisine göre bu kelime ilk olarak konulmuş olduğu lügavi esası üzere kalmıştır. Îman, zekat, siyam (oruç), hac kelimeleri gibi. Şeriat ise bu konuda yalnızca gerekli şart ve hükümleri açıklamıştır. İkinci görüşe göre şeriatın getirdiği bu fazlalıklar, bu kelimeleri yeniden konulmuş kelime haline getirir. Ve tıpkı şeriat tarafından ilk defa konulmuş, kullanılmış gibi olurlar. Usulcülerin ihtilafı işte bu noktadadır. Birincisi daha doğrudur. Çünkü şeriat Arap diliyle sabit olmuştur. Kur'ân-ı Kerîm de şeriati apaçık bir Arapça ile bildirmiştir. Diğer taraftan Arapların isimleri kullanmakta belli bir tasarruf şekilleri vardır. Mesela "ed-dâbbe" kelimesi debelenen hareket eden her bir varlık için kullanıldığı halde daha sonra örf bu kelimeyi sadece "el-behaim (yırtıcı hayvanlar dışında kalan dört ayaklı bütün kara ve deniz hayvanların)"a tahsis etmiş ve örfte sadece bunlar anlaşılır olmuştur. İşte şeriatın örfünün de isimler üzerinde böyle bir tasarrufu sözkonusudur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

12- Bu Âyetteki "Namaz"dan Kasıt:

Burada sözü geçen "namaz" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Kasıt farz namazlardır denildiği gibi, hem farz hem nafile namazlardır da denilmiştir. Doğru olan görüş de budur. Çünkü lâfız genel bir lafızdır ve takva sahibi ise hem farzları hem de nafileleri işler.

13- Namazın Fazileti:

Namaz rızık için bir sebeptir. Nitekim yüce Allah -Allah'ın izniyle- Taha sûresinde de açıklaması geleceği gibi:

"Aile halkına namazı emret." (Taha, 20/132) diye buyurmaktadır. Yine namaz karın ağrısı ve diğer ağrılara karşı bir şifadır. İbn Mâce'nin rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) erkenden namaz kıldı. Ben de erkenden namaz kıldım ve oturdum. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bana dönüp şöyle dedi: “Onun (açlığın) derdinden mi karnın ağırıyor?” Ben: Evet ey Allah'ın peygamberi dedim. O da bana: "Kalk namaz kıl, çünkü namazda şifa vardır" diye buyurdu. Bir rivâyette de "açlık derdinden mi karnın ağırıyor?" ifadesini Farsça olarak şeklinde söylediği kaydedilmektedir. Farsça: Karnının rahatsızlığından mı şikayet ) ediyorsun? anlamındadır.

Ayrıca Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) herhangi bir işten dolayı sıkılır ise, hemen namaza koşardı.

14- Namazın Şart ve Farzları:

Namaz ancak birtakım şart ve farzlar yerine getirildiği takdirde sahih olur. Taharet, namazın şartları arasındadır. Buna dair hükümler, Nisa ve Maide sûrelerinde gelecektir. Bir diğer şart avretin örtülmesidir. Buna dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle A'raf sûresinde gelecektir.

Namazın farzlarına gelince: Kıbleye yönelmek, niyet etmek, tahrim tekbiri (iftitah tekbiri) getirmek ve bunun için ayakta olmak, Fâtiha sûresini okumak ve bunun için ayakta bulunmak, rükû ve rükûda itmi'nan, başın rükûdan kaldırılması ve doğrulmak, sücud ve sücudda itmi'nan, başın secdeden kaldırılması, iki secde arasında oturmak ve bu oturuşta itmi'nan, ikinci defa secdeye varmak ve bunda da itmi'nan. Bütün bu hükümlerde asıl delil ise, Ebû Hüreyre tarafından rivâyet edilen ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazını doğru dürüst kılamayan kimseye namaz kılmayı öğretmesine dair Hadîs-i şerîftir. Sözü geçen bu Hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber bu kişiye şöyle demiştir: “Namaz kılmak üzere kalktığın vakit, abdest azalarını iyice yıka, sonra kıbleye yönel, sonra tekbir getir, sonra Kur'ân-ı Kerîm'den ezberlediğin bölümlerinden kolayına geleni oku. Sonra itmi'nan buluncaya kadar rükû et. Sonra doğruluncaya kadar başını kaldır, sonra secdende itmi'nan buluncaya kadar secde yap. Sonra iyice itmi'nan bulacak şekilde oturuncaya kadar başını (secdeden) kaldır ve sonra da bunu namazının bütününde aynen yap." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir.

Rifâa b. Râfi'in rivâyet ettiği hadis de böyledir. Bunu da Dârakutnî ve başkaları rivâyet etmiştir.

Mezhep (Maliki Mezhebi) âlimlerimiz der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bu âyeti namazın rükünlerini açıklamakta, bu konuda kamet getirmekten, elleri kaldırmaktan, kıraat miktarından ve intikal tekbirlerinden söz etmemektedir. Yine rükû ve sücudda tesbih getirmekten, (birinci kadede) arada oturmaktan, teşehhüdden, son oturuştan ve selam vermekten de söz etmemektedir.

Kamet getirmek ve muayyen olarak Fâtiha'nın okunması ile ilgili açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. Ellerin (intikal tekbirlerde) kaldırılması ise, ilim adamlarının büyük çoğunluğu ve fukahanın geneline göre vacip değildir. Çünkü Ebû Hüreyre'nin ve Rifâa b. Râfi'in rivâyet ettiklerine işaret edilen hadisleri bunu ifade etmektedir. Davud (ez-Zahiri) ve mezhebine mensup bazı kimseler, iftitah tekbiri esnasında bunun vücubunu (farz olduğunu) kabul etmişlerdir. Kimisi de şöyle demiştir: İftitah esnasında, rükû esnasında, rükûdan kalkma halinde ellerin kaldırılması vaciptir. Kim ellerini kaldırmazsa namazı batıldır. Bu, el-Humeydi'nin de görüşüdür, el-Evzai'den gelen bir rivâyet de böyledir. Delil olarak Peygamber Efendimizin: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece kılınız" hadisini gösterirler. Sözkonusu bu hadisi de Buhârî rivâyet etmiştir. Bunu delil gösterenler derler ki: Buna göre biz onun nasıl yaptığını gördüysek o şekilde yapmak bizim için vaciptir. Çünkü yüce Allah'tan muradını tebliğ eden odur.

İftitah tekbiri dışında kalan tekbirler ise, sözü geçen hadis dolayısıyla Cumhûra göre sünnettir. İmâm Mâlik'in arkadaşı İbnu'l-Kasım şöyle derdi: Namazda üç ve daha fazla tekbiri getirmeyen kimse selam vermeden önce sehiv secdesi yapar. Eğer sehiv secdesi yapmazsa namazı batıl olur. Bir veya iki tekbiri unutacak olur ise, yine sehiv secdesi yapar. Yapmayacak olursa, birşey gerekmez.

Yine ondan gelen rivâyete göre sadece, bir tekbiri yanılarak yerine getirmeyen bir kimse için sehiv secdesi yoktur. İşte bu, onun tekbirin çoğunluğunun ve genelinin yerine getirilmesini farz kabul ettiğini az bir kısmının yapılmayışının ise affedilip bağışlanacağı görüşünde olduğunu göstermektedir.

Esbağ b. el-Ferac ile Abdullah b. Abdulhakem derler ki: Namazın başından sonuna kadar tekbir getirmeyen bir kimsenin -iftitah tekbirini getirmiş ise- herhangi birşey yapması gerekmez. Eğer bu tekbirleri yanılarak yapmamışsa, sehiv secdesi yapar. Sehiv secdesi yapmazsa ona birşey gerekmez. Bununla birlikte bir kimsenin tekbiri kasten terketmemesi gerekir. Çünkü bu tekbirler (intikal tekbirleri, ara tekbirleri) namazın sünnetlerinden bir sünnettir. Kasten bu tekbirleri terkedecek olursa güzel bir iş yapmamış olur. Bununla birlikte herhangi bir şey yapması gerekmez ve namazı da geçerlidir.

Derim ki: Doğrusu budur. Şâfiîlerden, Kûfelilerden hadis ehli ile -İbnu'l-Kasım'ın görüşünü kabul edenler dışında- Mâlikîlerden oluşan değişik bölge fakihlerinin görüşü budur. Buhârî, (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bir babına şu başlığı vermektedir: "Rükû' ve sücudda tekbiri tamamlamak babı. " Daha sonra Buhârî Mutarrif b. Abdullah'ın rivâyet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir. Ben ve İmrân b. Husayn, Ali b. Ebî Tâlib'in arkasında namaz kıldık. Secdeye gittiğinde tekbir getirir, başını kaldırdığında tekbir getirir, ikinci rek'atten (teşehhüdden) kalktığında da tekbir getirirdi. Namazını bitirince İmrân b. Husayn elimden tutup şöyle dedi: Bu bana Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı namazı hatırlattı. Veya şöyle dedi: Yemin olsun, bu bizlere Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) gibi namaz kıldırdı.

Buhârî daha sonra İkrime'nin rivâyet ettiği hadisi şöylece kaydetmektedir: Makam-ı İbrahim'in yanında her eğilip kalktığında, oturuştan kalkıp başını secdeye koyduğunda tekbir getiren birisini gördüm. İbn Abbâs'a haber verince şöyle dedi: "Anasız kalasıca. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kıldığı namaz da böyle değil miydi?"

Buhârî (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) bu başlık ile ara tekbirleri getirmenin onlarca yapılan bir uygulama olmadığını bize göstermektedir.

Ebû İshak es-Sebîî'nin Yezid b. Ebi Meryem'den onun da Ebû Mûsa el-Eş'ari'den rivâyetine göre Ebû Mûsa şöyle demiştir: Cemel günü Ali bizlere öyle bir namaz kıldırdı ki, bununla bize Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazını hatırlattı. Her eğilip doğrulduğunda, kalkıp oturduğunda tekbir getirdi. Ebû Mûsa der ki: Biz bu tekbirleri ya unutmuştuk veya kasten terketmiş idik.

Derim ki: Ne dersiniz? Onlar hiç namazlarını iade ettiler mi? Buna göre: Ara tekbirleri terkeden kimsenin namazı batıl olur, nasıl denilebilir? Durum böyle olsaydı sünnet ile farz arasında fark olmazdı. Birşeyin birimleri farz değil ise hepsi de farz değil demektir. Başarı Allah'tandır.

15- Rükû ve Sucûd'da Teşbih:

Rükû ve sücudda tesbihte bulunmak, Cumhûra göre -sözü geçen hadis sebebiyle- farz değildir. İshak b. Raheveyh bunu farz görmüştür. Ona göre tesbihi bu yerlerde terkeden namazını iade eder. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Rükûa gelince orada Rabbinizi ta'zim ediniz, sucuda gelince orada çokça dua etmeye çalışınız. Çünkü duanızın kabul edilmesi, çokça umulur."

16- Birinci Oturuş ve Teşehhüd:

Cülus (birinci oturuş) ve teşehhüde gelince, bu konuda ilim adamları farklı görüşlere sahiptir. Mâlik ve mezhebine mensup olan ilim adamları birinci oturuş ve bu oturuşta teşehhüd getirmek sünnettir, der. Bir grup ilim adamı da birinci oturuşu vacip kabul eder ve şöyle derler: Bu oturuşun diğer farzlardan ayrı bir özelliği sehiv secdesinin onun yerini tutmasıdır. Müzabene satışından araya icare akidlerinden de kırâd akdinin bedel olarak kabul edilmesi ve İmâmı rükû halinde bulan kimsenin iftitah tekbiri aldıktan sonra rükûa durması gibidir. Ayrıca bu konuda şunu da delil gösterirler: Eğer bu (oturuş ve teşehhüd) sünnet olsaydı, kasden bunu terkeden kimsenin namazın diğer sünnetlerini terketmek halinde olduğu gibi namazının batıl olmaması gerekirdi. Diğer taraftan bunu vacip (farz) görmeyenler şunu delil gösterirler: Eğer bu, namazın farzlarından birisi olsaydı, unutarak bunu terkeden kimsenin bunu yerine getirmesi için -bir secde veya bir rükû terkeden gibi- geri dönmesi gerekir ve rükû' ve sücudda gözetilmesi gereken sıra ve tertibe de riâyet etmesi, ondan sonra da bir rükû veya bir secde yapmayı terkedip daha sora bunları sırasına göre yerine getiren kimsenin yaptığı gibi sehiv secdesinde bulunması gerekirdi. Abdullah b. Buhayne'nin rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) iki rek'at kıldıktan sonra ayağa kalktı ve teşehhüdde bulunmayı unuttu. Arkasında bulunan cemaat oturması için tesbih getirdi (subhanallah dedi) ise de o ayakta kalmaya devam etti; bunun üzerine arkasındaki cemaat da ayağa kalktı. Namazını bitirince selam vermeden önce sehiv secdesini yaptı.

Şayet birinci oturuş farz olsaydı unutmak ve yanılmak dolayısıyla sakıt olmazdı. Çünkü namazlardaki farzların terkedilmesinin - İmâma uyan kişi müstesna - unutmak veya kasten olması arasında fark yoktur.

17- Son Oturuş:

Namazda son oturuşun hükmü ve bundan maksadın ne olduğu ile ilgili ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu konu ile ilgili beş ayrı görüş ileri sürülmüştür:

a- İkinci oturuş da teşehhüd de selam da farzdır. Bu görüş sahiplerinden birisi de Şâfiî'dir. Ahmed b. Hanbel'den gelen rivâyetlerin birisi de bu doğrultudadır. Bunu Ebû Mus'ab, Muhtasar'ında Mâlik'ten ve Medine halkından bir görüş olarak da rivâyet etmiştir. Davud ez-Zahirî de bu görüştedir. Şâfiî der ki: Birinci teşehhüdü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e salat ve selam getirmeyi terkeden bir kimsenin bunları iade etmesi gerekmez, fakat bunları terkettiği için sehiv secdesi yapması gerekir. Unutarak yahut kasten son teşehhüdü terkeden kimse namazını iade eder. Bu görüş sahipleri Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namaza ait beyanlarının farz olduğunu delil gösterirler. Çünkü namazın asıl delili mücmeldir. (Kısa ve veciz ifade edilmiştir). Herhangi bir delil ile istisna edilenler dışında beyana ihtiyacı vardır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Benim nasıl namaz kıldığımı gördüyseniz siz de öylece namaz kılınız" diye buyurmuştur.

b- İkinci görsün sahiplerine göre ikinci oturuş, teşehhüd ve selam vacip değildir. Bu, Basra âlimlerinden birinin görüşüdür. İbrahim b. Uleyye de bu kanaattedir. Ayrıca son oturuşu birinci oturuşa açıktan açığa kıyas etmiş ve böylelikle Cumhûra da muhalefet etmiş, şaz bir görüş ortaya atmıştır. Şu kadar var ki o, bütün bunlardan herhangi birisini terkedenin namazını iade edeceği görüşündedir. Bunların delilleri arasında Abdullah b. Amr b. el-As'ın rivâyet ettiği Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu âyetidir: "İmâm namazında başını son secdeden kaldırdığı sonra da abdesti bozulduğu takdirde namazı tamam demektir." Ancak bu Ebû Ömer'in (İbn Abdi'l-Berr'in) açıklamasına göre sahih bir hadis değildir. Buna dair açıklamalarımızı "el-Muktebes" de beyan etmiş bulunuyoruz. Ancak hadisin bu lâfzı olsa olsa selam verme gereğini kaldırır, oturmayı değil.

c- Üçüncü görüş: Teşehhüd miktarı oturmak farzdır. Yoksa bizzat teşehhüd de selam da farz değildir. Bunu Ebû Hanîfe ve arkadaşları ile bir grup Küfe alimi ileri sürmüştür. Bunlar İbnu'l-Mübarek'in el-İfrikî Abdurrahmân b. Ziyad'dan -ki zayıf bir ravidir- rivâyet ettiği hadisi delil gösterirler. Bu hadiste belirtildiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Sizden herhangi bir kimse namazının sonlarında oturduğu ve selam vermeden önce abdestini (herhangi bir şekilde) bozduğu takdirde onun namazı tamam olur."

İbnu'l-Arabî der ki: Hocamız Fahrü'l- İslâm ders esnasında bize şu beyiti okurdu:

"Bir osurukla namazdan çıkılacağı görüşündedir

Söyleyin bana osuruk ile «es-selâmu aleykum» arasında fark ne kadar büyüktür?"

İbnu'l-Arabî der ki: Mezhebimize mensup kimi ilim adamı bu mes'eleden oldukça zayıf iki fer'î hüküm çıkarmışlardır. Bunlardan birincisi Abdülmelik'in Abdülmelik'ten rivâyetine göre şaka ve oyun olsun diye ikinci rek'atin sonunda selam veren bir kimse ile ilgili açıklama şöyledir: Eğer dört rek'at kılıyorsa (iki rekat için) yeterli olur. Bu görüş Iraklıların görüşünün aynısıdır. İkinci mesele: Kabul görmeyen kitablarda belirtildiğine göre İmâm teşehhüdden sonra ve selâmdan önce kasten abdestini bozarsa bu ona uyanlar için de yeterli gelir. (Yani onların da namazı tamam olur). Ancak bunlar fetvada iltifat edilmemesi gereken hususlardandır. Meclislerde hatırlamak kastıyla bunlar sözkonusu edilebilse de.

d- Dördüncü görüş: Ka'de de farzdır, selam da farzdır, fakat teşehhüd vacip değildir. Bu görüşü savunanlar arasında Mâlik b. Enes, mezhebine mensup arkadaşları ve bir rivâyette Ahmed b. Hanbel'dir. Bunlar şu sözleriyle delil gösterirler: İftitah tekbiri ile Fâtiha'yı okumanın dışında hiçbir zikir vacip (farz) değildir.

e- Beşinci görüş: Teşehhüd ve oturuş birer vaciptir, fakat selam vacip değildir. Aralarında İshak b. Raheveyh'in de bulunduğu bir grup ilim adamı bu görüştedir. İshak bunun için Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Abdullah b. Mes'ûd'a teşehhüdün nasıl yapılacağını öğrettiği ve şunları söylediği hadisi delil göstermiştir: "Sen bunu bitirdin mi namazın da tamam olur ve üzerindeki mükellefiyeti eksiksiz yerine getirmiş olursun." Darakutnî der ki: Hazret-i Peygamber'in: "Onu bitirdiğin takdirde namazın tamam olmuş olur" sözünü bazı raviler Züheyr'den naklederek hadise dercetmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözüne bitişik gibi göstermiştir. Ancak Şebâbe bunu Züheyr'den yaptığı rivâyetinde ayırdetmiş ve İbn Mes'ûd'un sözü olarak belirtmiştir. Onun bu ifadesi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hadisine bu sözü dercedenlerden doğruya daha yakındır. Şebâbe ise güvenilir bir ravidir. Ğassan b. er-Rabi' de aynı şekilde ona uygun rivâyette bulunmuştur. O da hadisin son kısmını İbn Mes'ûd'un söylediği bir söz olarak ifade etmiş ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e refetmemiştir (ulaştırmamıştır.)

18- Selâm'ın Hükmü:

İlim adamları namazın sonunda selam vermenin hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Vacip (farz) olduğu söylendiği gibi vacip olmadığı da söylenmiştir. Doğrusu vacip olduğudur. Çünkü Hazret-i Âişe'den ve Hazret-i Ali'den rivâyet edilen sahih hadis bunun vacip olduğunu göstermektedir. Bu hadisi şerifi Ebû Dâvûd ve Tirmizî rivâyet ettiği gibi Süfyan es-Sevrî, Abdullah b. Muhammed b. Akîl'den, o Muhammed b. el-Hanefiyye'den, o Hazret-i Ali'den rivâyet etmektedir. Hazret-i Ali dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Namazın anahtarı abdest, onun tahrimi tekbir, tahlili ise teslimdir." Bu Hadîs-i şerîf, iftitah tekbirini almak ile selam vermenin vacip olduğunu gösteren asıl ' bir delildir. Ayrıca başka bir şeyin onların yerini tutmayacağını da göstermektedir. Nitekim başka birşeyin taharetin (abdestin) yerini tutmayacağı da ittfakla kabul edilmiştir.

Abdurrahmân b. Mehdî der ki: Bir kişi namazına aziz ve celil olan Allah'ın isimlerinden yetmiş isim ile başlayıp da tahrim tekbirini getirmeyecek (Allah Ekber demeyecek) olsa yeterli olmaz. Selam vermeden önce abdesti bozulursa bu da yeterli olmaz. Bu aynı zamanda Abdurrahmân b. Mehdî'nin Hazret-i Ali'nin hadisini sahih kabul ettiğini göstermektedir. Abdurrahmân b. Mehdî hadis ilminde hadisin sahih olanını olmayanından ayırdedebilmekte İmâmdır. Onun bu kanaati de yeterlidir.

19- İftitah Tekbiri'nin Hükmü:

İlim adamları iftitah esnasında tekbirin vücûbu hususunda farklı görüşlere sahiptir: İbn Şihab ez-Zühri, Said b. el-Müseyyeb, el-Evzaî, Abdurrahmân ve bir grup ilim adamı: İhram tekbiri (iftitah tekbiri) vacip değildir, demişlerdir. İmâm Mâlik'ten İmâma uyan kimse hakkında bu görüşe delalet eden ifadeler rivâyet edilmiştir. Ancak onun mezhebinde sahih kabul edilen görüş ihram tekbirinin vacip olması ve bunun farz olup namazın rükünlerinden bir rükün olmasıdır. Doğrusu budur, Cumhûrun kabul etiği görüş de budur. Bundan farklı görüş belirtenlerin görüşlerini ise sünnet reddetmektedir.

20- İftitah Tekbiri'nin Sözleri:

Namaza girmek için söylenmesi gereken lâfız hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mâlik, onun mezhebine mensup arkadaşları ve ilim adamlarının çoğunluğu tekbirden başkası yeterli değildir derler. Bunlara göre tehlil (la ilahe illellah), tesbih (sübhanallah), ta'zim (Allahu a'zam), tahmîd (elhamdülillah) demek yeterli değildir. Hicaz âlimlerinin ve Irak âlimlerinin çoğunluğunun görüşü budur. İmâm Mâlik'e göre ise ancak "Allahu Ekber" demek yeterli olur, başkası yeterli değildir. İmâm Şâfiî de böyle demiş ve ayrıca: "Allahu'l Ekber" ile "Allahu'l- Kebir" demenin yeterli olacağını da eklemektedir. İmâm Mâlik'in lehine delil, Hazret-i Âişe'nin rivâyet ettiği şu Hadîs-i şerîftir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile başlar kıraate de "elhamdülillahi rabbil alemin" diyerek başlardı. Ayrıca Hazret-i Ali'nin rivâyet ettiği hadiste yer alan: "Onun tahrimi tekbirdir" hadisi ile (daha önce işaret edilen) Bedevî Arabın namaz kılmasını öğrettiği hadiste: "Tekbir getir" demesidir.

İbn Mâce'nin Sünen'inde de şu rivâyet yer almaktadır: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe ile Ali b. Muhammed et-Tanafisî anlatarak dediler ki: Bize Ebû Üsame anlattı, dedi ki: Bana Abdülhamid b. Ca'fer anlattı dedi ki: Bize Muhammed b. Amr b. Atâ anlattı dedi ki: Ben Ebû Humeyd es-Saidî'yi şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem.) namaza kalktığında kıbleye yönelir, ellerini kaldırır ve: "Allahu ekber" derdi.

Bu, tekbir lâfzının söylenmesi gereken muayyen lâfız olduğu hususunda açık bir nas ve sahih bir hadistir. Şair der ki:

"Gördüm ki Allah herşeyden en güçlü, en büyüktür

Ve herşeyden orduları da daha azimdir."

Diğer taraftan "Allahu ekber" lâfzı kadîm oluşu da ihtiva etmektedir. Ancak "kebir" ya da "azim" lâfızları bu manayı ihtiva etmemektedir. Dolayısıyla "Allahu ekber" mana itibariyle daha beliğdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Ebû Hanîfe de der ki: Eğer kîşi "la ilahe illellah" diyerek namaza başlayacak olsa bu da yeterlidir. Şayet "allahumeğfirli (Allah'ım, bana mağfiret buyur)" diyecek olsa bu yeterli olmaz. Muhimmed b. el-Hasen de bu görüştedir. Ebû Yûsuf ise der ki: Eğer güzel bir şekilde tekbir alabiliyor ise böyle söylemek yeterli olmaz. el-Hakem b. Uteybe şöyle dermiş: Kişi tekbir yerine Allah'ı zikredecek olur ise bu da onun için yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir şöyle demektedir: Ben güzel bir şekilde Kur'ân okumasını bilen bir kimsenin, bunun yerine tehlil ve tekbir getirip Kur'ân okumayacak olur ise namazının fasid olacağı hususunda (ilim adamlarının) görüş ayrılığı içerisinde olduklarını bilmiyorum. Bu görüşü kabul eden bir kimsenin, tekbir yerine başka birşeyin söylenmesinin yeterli olmasını da kabul etmemesi ve bu görüşü ileri sürmemesi gerekirdi. Tıpkı kıraatin yerini başka bir şeyin tutmaması gibi. Ebû Hanîfe der ki: Arapça olarak bu lâfzı güzelce söyleyebilse dahi Farsça tekbir getirmesi yeterlidir. Ancak İbnu'l-Münzir de şöyle demektedir: Hayır, yeterli olmaz. Çünkü bu müslüman cemaatlerin kabul ettiği görüşün hilafınadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ümmetine öğrettiğine muhaliftir. Onun kabul ettiği bu görüşüne uygun kanaat belirten kimsenin olduğunu da bilmiyoruz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

21- Namazda Niyyet:

Ümmet iftitah tekbiri esnasında niyetin vücubu üzerinde ittifak etmiştir. Bundan tek basit istisna bizim mezhebe mensup bazı kimselerden gelen rivâyettir. Buna dair açıklamalar da taharet ile ilgili âyet-i kerimenin tefsirinde gelecektir.

Niyetin özü, emri verene emrettiğini kendisinden istenen şekilde yapmak suretiyle yakınlaşmak kastıdır. İbnu'l-Arabî der ki; Her niyette aslolan niyette belirtilen fiile başlamakla birlikte bu niyeti yapmaktır. Veya niyeti hatırdan çıkarmamak şartıyla fiile başlamadan önce bu kasdı içinde barındırmaktır. Şayet önceden niyet yapılır ve gaflet gelir, dolayısıyla bu halde iken ibadete başlanırsa önceki o niyet muteber değildir. Tıpkı fiile başladıktan sonra yapılan niyetin muteber olmayışı gibi. Ancak oruçta niyetin daha önce yapılmasına ruhsat vardır. Çünkü oruca başlamanın ilk vaktinde niyetin de bulunması oldukça büyük bir zorluktur.

İbnu'l-Arabî der ki: Bize Ebû'l-Hasen el-Kurevî Askalan serhaddinde dedi ki: İmâmu'l-Harameyn'i şöyle derken dinledim: Kişi namaza başlayacağı esnada niyetini de hatırında, tutar. Sadece yaratıcıyı, alemin sonradan yaratılmış olduğunu ve nübüvveti düşünür. Nihâyet onun bu düşüncesi namaza niyete gelir karar bulur. Der ki: Bunun için de uzun bir zamana gerek yoktur. Bu, son derece kısa bir an içerisinde gerçekleşebilir. Çünkü cümlelerin öğretilmesi için uzun bir zamana gerek var, ancak bunların hatırlanması kısacık bir anda olur. Niyetin tamamlayıcı unsurlarından birisi de namazın tümünde niyetin bulunmasıdır. Ancak bu zor bir iş olduğundan dolayı şeriat namaz esnasında niyetin hatırdan gitmesini hoşgörü ile karşılamıştır. Hocamız Ebû Bekr el-Fihrî'yi Mescid-i Aksa'da şöyle derken dinledim: Muhammed b. Sahnûn dedi ki: Babam Sahnûn'u kimi zaman namazı bitirdiği halde kalkıp iade ettiğini gördüm. Ona: Neden böyle yaptın? dediğimde şu cevabı verirdi: Namaz esnasında niyet hatırımdan çıktı, işte bunun için namazı iade ettim.

Derim ki: İşte bunlar namaza ait birtakım hükümlerdir. Diğer hükümlerine dair açıklamalar ise yüce Allah'ın güç ve yardımı ile bu kitabın ilgili yerlerinde gelecektir. Rükûdan, cemaatle namaz kılmaktan, kıbleden, namazları vakti içerisinde kılmaktan söz edileceği gibi yine bu sûrede korku namazından da kısmen söz edilecektir. Ayrıca namazın kısaltılması, korku namazı ile ilgili tamamlayıcı açıklamalar Nisa sûresinde, vakitlere ait açıklamalar Hud, İsra ve Rum sûrelerinde, gece namazı ile ilgili açıklamalar el-Müzemmil sûresinde, tilavet secdesiyle ilgili açıklamalar A'raf(6) sûresinde, şükür secdesiyle ilgili açıklamalar Sâ'd sûresinde hepsi yeri gelince -yüce Allah'ın izniyle- açıklanacaktır.

22- Rızık:

"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler" âyetine gelince; rızık, Ehl-i Sünnet'e göre helal veya haram olsun kendisiyle yararlanmanın mümkün olabildiği şeydir. Bu görüş "haram rızık değildir, çünkü onun mülk edinilmesi sahih değildir, Allah da haramı rızık olarak vermez, helali rızık olarak verir ve rızık ancak mülkiyet manasını taşıması halinde sözkonusu olur" diyen Mu'zetilenin görüşüne muhaliftir.

Derler ki: Küçük bir çocuk hırsızlarla birlikte yetişse ve baliğ olup güç kazanıp o da hırsız oluncaya kadar hırsızların yedirdiklerinden başka hiçbir şey yemese, yine hırsızlık yapmaya devam edip ölünceye kadar çaldıklarını yemeyi sürdürse o şeye malik olmadığından dolayı Allah ona hiçbir rızık vermiş olmaz ve o Allah'ın rızkından herhangi birşey yememiş olarak ölür gider.

Ancak bu tutarsız bir görüştür. Buna karşı delil ise şudur: Eğer rızık mülk olarak vermek anlamını Vaşısaydı çocuğun rızıklanan bir kimse olmaması gerekirdi. Yine çöllerde otlayan davarların aynı şekilde kuzu ve oğlakların da rızıklandırılanlardan olmamaları gerekirdi. Çünkü bu hayvan yavrularının analarının sütleri yavruların değil, analarına sahip olanların mülkiyetindedir.

Ümmet, küçük çocuğun oğlak ve kuzu gibi hayvan yavrularının ve diğer davarların rızıklananlardan oldukları, yüce Allah'ın mülk edinenler olmamakla birlikte onlara rızık verdiği üzerinde icma ettiğine göre; rızkın gıda demek olduğu anlaşılmış olur. Çünkü ümmet, köle ve cariyelerin rızıklanan kimseler oldukları üzerinde ve aynı şekilde mülk edinemeyen kimseler olmakla birlikte yüce Allah'ın onları rızıklandırdığı üzerinde icma etmişlerdir. Böylelikle rızkın bizim dediğimiz gibi olduğu, onların ileri sürdükleri gibi olmadığı ortaya çıkmaktadır. Allah'tan başka rızık veren olmadığının delili ise şu âyetlerdir:

"Size gökten ve yerden rızık veren Allah'tan başka herhangi bir yaratıcı var mıdır?" (Fatır, 35/3);

"Bol bol rızık veren şüphe yok ki, o pek çetin ve güç sahibi olan Allah'tır." (ez-Zariyat, 51/58);

"Yeryüzünde yürüyen ne kadar canlı varsa hepsinin rızkını veren de mutlaka Allah'tır." (Hud, 11/6) Bu husus kesindir. Hakiki anlamda rızık veren Allah'tır, Âdemoğlunun rızık verici olması ise kelimenin anlamını zorlamak halinde (mecazen) sözkonusu olabilir. Çünkü Âdemoğlu Fâtiha sûresinde de açıkladığımız gibi sonradan elinden alınacak bir şekilde malik olur. O da hiçbir şeklide mülk sahibi olmayan hayvanlar gibi gerçek anlamda merzûktur (yani Allah'tan rızık alandır). Ancak herhangi bir şeyi alıp kullanmasına izin verilmiş ise onun hükmü helaldir, alıp kullanmasna izin verilmemiş ise hükmü haramdır ve her ikisi de rızıktır.

Üstün akla sahip kimselerden birisi yüce Allah'ın:

"Rabbinizin rızkından yeyin, O'na şükredin. Hoş bir belde ve mağfireti bol bir Rabb.." (Sebe', 34/15) âyetinden hareketle şunlalrı söylemektedir: Burada mağfiretin sözkonusu edilmesi rızkın kimi zaman paramı olabileceğine işaret etmektedir.

23- Kelime Anlamı ile "Rızık":

Yüce Allah'ın:

"Kendilerine rızık olarak verdiğimizden" âyetinde yer alan

"rızk" kelimesi dan masdardır. Razk şeklinde masdar rızk şeklinde isimdir. Çoğulu "erzak" şeklinde gelir. Rızk, ata (devlet tarafından verilen muayyen maaş) anlamına da gelir. "Er-Razıkiyye" beyaz keten bir kumaştır. askerler azıklarını (maaşlarını) aldı anlamındadır. bir defalık rızık demektir. Dilciler böyle açıklamıştır. Diğer taraftan İbnu's-Sikkît şöyle demiştir: Rızk Ezdişenue kabilesinin lehçesinde şükür anlamındadır. Yüce Allah'ın:

"Ve rızkınızı yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız?" (el-Vakıa, 56/82) âyetinin anlamı, şükrünüzü yalanlamaktan ibaret mi kılacaksınız? demektir. Bu manada: Beni rızıklandırdı, demek bana şükretti, demek olur.

24- "İnfâk'"ın Anlamı:

Yüce Allah'ın:

"İnfak ederler" âyetinin anlamı ellerinden çıkartırlar demektir. İnfak malın elden çıkartılmasıdır. Bu anlamda denildiği zaman , satılan şey satıcının elinden çıktı, müşterinin eline geçti demek olur. ifadesinden kasıt hayvanın canının çıkmasıdır. Bir taraftan takib edildiği takdirde öbür taraftan çıkmasına yarayan ve tarla faresinin yuvasının ismi olan "en-nâfika" da burdan gelmektedir. "Münafık" kelimesi de bu köktendir. Çünkü münafık imandan çıkar veya îman onun kalbinden çıkar. Şalvarın ayakların çıktığı paça kısmına da "neyfak" ismi verilir. ise, sahibi azığı tüketti ve elinden çıkardı, anlamındadır. kavmin azıklarının tükendiğini ifade eder. Şanı yüce Allah'ın:

"O zaman infak olur (tükenir) korkusuyla şüphesiz cimrilik ederdiniz." (el-İsra, 17/100) âyetinde yer alan "infak" kelimesi de bu anlama gelir.

25- "İnfâk"tan Kasıt:

Burada sözü geçen

"nafaka (infak edilen)"dan neyin kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bunun farz olan zekat olduğu söylenmiştir. -Bu görüş İbn Abbâs'tan rivâyet edilmiştir.- Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmiştir. Kişinin aile halkına yaptığı harcamalardır denilmiştir. -Bu da İbn Mes'ûd'dan rivâyet edilmiştir.-Çünkü bu, nafakanın en faziletlisidir. Müslim'in rivâyetine göre Ebû Hüreyre şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah yolunda infak ettiğin bir dînar ile bir köle azad etmek uğrunda harcadığın bir dinar, bir yoksula sadaka olarak verdiğin bir dinar ve aile halkına harcadığın bir dinar. Bunlar arasında ecri en büyük olan, aile halkına harcadığındır."

Sevbân'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin infak ettiği dinarların en faziletlisi aile halkına harcadığı dinar ile azizr ve celil olan Allah yolunda kullanacağı bineğine harcadığı dinar ve Allah yolunda arkadaşlarına harcadığı dinardır." Ebû Kılabe -bu hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi- der ki: Burada önce aile halkından söz edilmiştir. Daha sonra Ebû Kılabe şöyle der: Başkalarına dilenmekten onları koruyan veya yüce Allah'ın onlar vasıtasyla kendisine fayda sağlayacağı ve sonra da kendilerini zengin kılacağı küçük çocuklarına infak eden bir kişiden daha büyük ecir sahibi kim olabilir?

Burada sözü geçen

"infak"tan kastın nafile sadaka olduğu da söylenmiştir. -Bu ed-Dahhâk'tan rivâyet edilmiştir.- Bu görüşünü ileri sürerken zekâtın ancak kendine has olan lâfzı ile -ki o da "zekât" lâfzıdır- kullanıldığını gözönünde bulundurmuştur. Eğer zekât başka bir lâfız ile sözkonusu edilecek olursa hem farzı, hem nafile tasadduku ifade etmesi ihtimal dahilindedir. Şayet infak lâfzı kullanılmış ise bu sadece nafile sadaka anlamını ifade eder. ed-Dahhâk der ki: Nafaka, önceleri kendi imkanları ölçüsünde yüce Allah'a kendisi vasıtasıyla yakınlaştıkları bir yol idi. Bu durum sadakaların farz olarak harcama yerlerini belirten Tevbe süresindeki âyet ile yine aynı sûrede yer alan diğer âyetleri nesheden âyetler nazil oluncaya kadar böylece devam etmiştir. Burada nafaka ile zekâtın dışında mallarda arızî olarak yerine getirilmesi gereken haklar olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah bu hakkı namaz ile birlikte zikrettiğinden dolayı bu farz olur. Ancak zekât lâfzı sözkonusu edilmediğinden zekatın dışında bir farz olduğu anlaşılır.

İnfak emrinin genel olduğu da söylenmiştir. Doğrusu da budur. Çünkü bu âyet, kendilerine verilen azıklardan infakta bulunmayı övmek sadedindedir. Bu ise ancak helalden olur. Yani onlar şeriatin ödemelerini emrettiği zekât ve zekâtın dışında bazı hallerde yerine getirmelbri teşvik edilen şeyleri verir, infak ederler.

Şöyle de denilmiştir: Ğayba îman kalbin işidir. Namaz kılmak bedenin işidir.

"Kendilerine verdiğimiz azıklardan infak ederler" âyeti ile kasdedilen de malın payıdır. Bu da açıkça anlaşılan bir konudur.

Yüce Allah'ın:

"Ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler" âyetinin te'vili ile ilgili olarak önceki ilim adamlarından kimisi söyle demiştir: Yani kendilerine öğrettiklerimizden onlar da öğretirler. Bunu Ebû Nasr Abdürrahîm b. Abdülkerim el-Kuşeyrî nakletmiştir.

3 ﴿