43Namazı dosdoğru kılınız, zekâtı veriniz ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz. Âyetine dair açıklamalarımızı otuzdört başlık halinde sunacağız: "Namazı dosdoğru kılınız." Bu emir vücûb (farziyet) ifade eder. Bu konuda görüş ayrılığı yoktur. Namazı dosdoğru kılmanın anlamı namaz (anlamını ifade eden salat) kelimesinin nerden türediği ve buna dair genel hükümler hakkındaki açıklamalar önceden yapılmıştır. Allah'a hamdolsun. "Zekâtı veriniz." Âyeti tla vücûb ifade eden bir emirdir. (Arapçada hemzeli olarak) îtâ kelimesi ile (ayn harfi ile) i'tâ aynı anlamdadır. Yüce Allah (birinci kökten gelen kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır: "Eğer bize lütfundan verirse yemin olsun ki sadaka vereceğiz." (et-Tevbe, 9/75) Eğer bu kelimenin hemzesi uzatılmadan söylenirse, gelmek anlamındadır. Eğer bu geliş, karşılamak anlamını ifade ediyorsa, o takdirde uzatılır. Şu Hadîs-i şerîfte olduğu gibi: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına gidecek ve ona haber vereceğim." Bu hadis daha sonra gelecektir. 3- Zekât Kelimesinin Sözlük Anlamı: Bu kelime, artıp çoğalan birşey hakkında kullanılan "zekâ"dan alınmıştır. Nitekim artıp çoğalan mal ve ekin hakkında bu kelime kullanıldığı gibi, çokça hayır yapan kimseler hakkında da bu kökten gelen "zekî" kelimesi kullanılır. Malı eksilttiği halde maldan çıkartılan zekâta bu adın veriliş sebebi ise, o malın bereket ile artması yahut zekât verenin aldığı sevap ve ecir ile çoğalması açısındandır. Tek olan bir şeye ilave ederek onun çift olmasını ifade etmek için de "zeka’l-ferd" denilir. Nitekim şair şöyle demiştir: "Dörtten aşağı, tek yahut da çift idiler, Eski elbise giymediler ama insanların kısmetleri alabildiğine yükseliyordu." Zekâtın kökünün güzel övgü anlamında olduğu da söylenmiştir. "Hakim şahidi tezkiye etti" ifadesi buradan gelmektedir. Sanki zekâtını çıkartıp veren kimse kendisinin güzel bir şekilde övülmesini temin etmiş gibidir. Şöyle de denilmiştir: Zekât, arındırmak ve temizlemek kökünden alınmıştır. Nitekim: "Filan kişi tezkiye oldu" tabiri tenkid kirliliğinden ve gafil bırakılmaktan temizlendi anlamındadır. Buna göre, malının zekâtını veren bir kimse, o malında Allah'ın yoksullar için tayin etmiş olduğu hakkı çıkartarak sorumluluktan arındırılıyor gibidir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da verilen Zekâtlara "insanların kirlilikleri" ismini vermiştir. Yüce Allah da şöyle buyurmuştur: "Onların mallarından bir sadaka al ki bununla kendilerini temizlemiş, onları arındırmış olasın." (et-Tevbe, 9/103) Bu âyet-i kerimede "zekât" ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Farz olan zekâtın kastedildiği söylenmiştir. Çünkü namaz ile birlikte sözkonusu edilmektedir. Bir diğer görüşe göre ise, buradaki zekâttan kasıt fıtır sadakasıdır. Bunu İbnu'l-Kasım'ın semâ yoluyla nakline göre Mâlik söylemiştir. Derim ki: İlim adamlarının çoğunun görüşü olan birincisine göre zekât Kitab'da (Kur'ân-ı Kerîm'de) mücmel bir terimdir. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) açıklamıştır. Hadis İmâmlarının rivâyetine göre Ebû Said el-Hudri, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Beş vesk'i bulmadığı sürece tahıllarda ve hurmada zekât yoktur. Beş'i bulmadıkça develerde zekât yoktur. Beş ukiyye'yi bulmadıkça da (gümüşte) sadaka yoktur." Buhârî, Zekât 32,42,56; Müslim, Zekât 3, 5-7; Ebû Dâvûd, Zekât 2, 5 vb. Buhârî: "Beş gümüş ukiyye" demektedir. Yine Buhârî'nin İbn Ömer'den rivâyetine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Semadan (yağmur ile) ve pınarlarla sulanan yahut da biriken yağmur sularıyla sulananlarda onda bir (öşür zekât) vardır. Kuyu suyu ile sulananlarda ise öşrün yarısı (yirmide bir zekât) vardır." Buhârî, Zekât 55. Buna dair açıklamalar inşaallah En'am Sûresi'nde Bk. el-En'âm, 6/141. âyet, 5. başlık gelecektir. Tevbe Sûresi'nde ise aynî mallar ile davarların zekâtına dair açıklamalarda bulunulacaktır. Zekata tabi olmayan mallara dair açıklamalar ise yüce Allah'ın: "Onların mallarından bir sadaka al ki..." (et-Tevbe, 9/103) âyetine dair açıklamalar arasında gelecektir. Fıtır sadakası hakkında ise İmâm Mâlik'in bu âyet-i kerimeyi te'vilinden başka Kitapta bir nas yoktur. Ayrıca yüce Allah'ın: "Yemin olsun iyice temizlenen (tezekki eden) Rabbinin ismini anıp namaz kılan kimse felâh bulmuştur." (el-A'la, 87/14-15) âyetini açıklarken müfessirler fıtır sadakasından söz ederler. Ben ise fıtır sadakasından bu sûrede yer alan oruç âyetlerine dair açıklamalarda bulunurken söz etmeyi uygun gördüm. Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) fıtır sadakasını Ramazanda emretmiştir. Buna dair hadis gelecektir. Bu hadis ile Hazret-i Peygamber fıtır sadakasını Ramazana izafe etmiş olmaktadır. "Ve rükû' edenlerle siz de rükû' ediniz." Âyetinde geçen rükû', sözlükte, alçalarak eğilmek demektir. Bükülmüş herşey rükû' edicidir. Lebid der ki: "Geçmiş nesillerin haberlerini veriyorum Kalktığım her seferinde rükû' eder gibi hareket ediyorum." İbn Dureyd der ki: "Rek'at" yerdeki bir boşluk ve çukur demektir. Yemen şivesinde kullanılır. Rükû' ve sücûdu da kapsayacak şekilde bükülmek anlamına geldiği de söylenmiştir. Aynı zamanda bir mevkiden aşağıya düşmek hakkında istiare yoluyla kulfanıldığı da olur. Şair der ki: "Zayıf olana düşmanlık etme, olur ki sen Bir gün düşersin makamından, zaman ise onu yükseltivermiş olur." Özellikle neden rükûün sözkonusu edildiğinde farklı görüşler vardır. Kimisi rükû' namazın rükünlerinden biri olduğu için, namazı ifade etmek üzere kullanılmıştır, demektedir. Ancak bu sadece rükûa has bir özellik değildir. Çünkü şer'î buyruklarda kıraat lâfzı da namazı anlatmak üzere kullanılmış, sücud da tamamiyle rek'ati ifade etmek üzere kullanılmıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de de: "Kur'ânu'l-fecr" (el-İsra, 17/78) âyeti ile sabah namazı kasdedilmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da: "Namazdan tek bir secdeye yetişen namazı yetişmiş olur" Buhârî, Mevâkît 29; Müslim, Mesâcid 161; Ebû Dâvûd, Salât 233; Tirmizî, Cumua 25; İbn Mâce, İkametu's-Salât 91. diye buyurmaktadır. Hicazlılar rek'ati anlatmak üzere secde tabirini kullanırlar. Bu âyet-i kerimede, özellikle rükûun sözkonusu edilmesi ile ilgili olarak şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Çünkü İsrailoğullarının kıldıkları namazda rükû' yoktur. Bir başka görüşe göre cahiliyye döneminde en ağır gelen bu idi. O kadar ki İslâm'a girenlerden birisi -sanırım İmrân b. Husayn'dır- Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e: Ben, ancak (rukû'dan) ayağa kalkmış iken secdeye kapanacağım, demiştir. Bunun bir anlamı da rükû'a varmayacağım demektir. Ancak İslâm onun kalbine iyice yer edip kalbi buna bütünüyle yatınca kendisine emrolunan rükû'u da gereği gibi yerine getirdi. Şeriate uygun rükû' şekli, kişinin belini eğmesi, sırtını ve boynunu uzatması, elinin parmak aralarını açması ve iki diz kapağını elleriyle yakalaması, ondan sonra azası yerli yerine gelecek şekilde rükû' ederek üç defa "sübhane rabbiyelazîm" demesidir. Bu rükûun asgari miktarıdır. Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile başlar, Kur'ân okumasına da "elhamdülillahi rabbilâlemin" ile başlardı. Rükûa vardığı vakit başını yukarıya kaldırmadığı gibi aşağıya da büsbütün eğmezdi. İkisinin arasında tutardı." Müslim, Salât 240; Ebû Dâvûd, Salât 122; Müsned, VI, 31, 194. Buhârî'nin rivâyetine göre de Ebû Humeyd es-Saidî şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şu şekilde yapar gördüm: Tekbir aldığında ellerini omuzlarının hizasına kadar kaldırır, rükûa vardığında ellerini diz kapaklarına iyice yerleştirir, ondan sonra da sırtını yere doğru eğerdi..." Buhârî, Salât 85, 118, 120. Rükû, Kur'ân ve Sünnetteki âyetler gereği farzdır. Sücud da böyledir. Çünkü yüce Allah, Hac Sûresi'nin sonunda "...rükû' edin ve secde edin" (el-Hac, 22/77) diye buyurmuştur. Sünnet-i Seniyye de rükû' ve sücûdda da tuma'nineyi (bütün azaların yerli yerince gelmesini) ve bunların arasını ayırmayı ayrıca ilave etmiştir. Buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş ve rükû'un niteliğini de az önce açıklamış bulunuyoruz. Sücûda gelince, bu da Ebû Humeyd es-Saidî tarafından rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte şöylece açıklanmıştır: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) secdeye vardığında alnını, burnunu yere iyice yerleştirir, kollarını yanlarından uzaklaştırır, avuçlarını omuzlarının hizasına koyardı. Bu hadisi Tirmizî rivâyet etmiş ve: Hasen, sahih bir hadistir, demiştir. Tirmizî, Salât 86. Müslim'in rivâyetine göre de Enes (radıyallahü anh) şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sücûdda i'tidal üzere olunuz. Sizden herhangi bir kimse köpeğin (ayaklarını) yere sermesi gibi kollarını yere sermesin." Müslim, Salât 233. el-Bera' b. Âzib'den gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Secde ettiğin vakit avuçlarını yere koy ve buna karşılık dirseklerini kaldır." Müslim, Salât 234. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımı Hazret-i Meymune'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secdeye vardığında arkasından koltuk altlarının beyazlığı görününceye kadar kollarını uzaklaştırır, oturduğunda da sol baldırı üzerinde rahatça otururdu. Müslim, Salât 238; Nesâi, Tatbik 88; Dârimi, Salât 79 9- Yalnızca Alnı veya Burnu Koyarak Secde Etmek: Secde esnasında yalnızca alnını koyup burnunu koymayan veya sadece burnunu yere koyup alnını yere koymayan kişinin durumu hakkında, ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Kişi alnı ve burnu üzere secde eder. es-Sevrî ve Ahmed de bu görüştedir. en-Nehaî'nin görüşü de budur. Ahmed der ki: Bunlardan herhangi birisini koyup ötekini koymaksızın secde yapmak yeterli değildir. Ebû Hayseme ve İbn Ebi Şeybe de bu görüştedir. İshak der ki: Ötekini koymaksızın bunlardan birisini koyup secde eden kimsenin namazı fasiddir. el-Evzaî ve Said b. Abdülaziz de böyle der; ayrıca İbn Abbâs'tan, Saîd b. Cübeyr'den, İkrime'den, Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan, evet bunların hepsinden burun üzere secde etmeyi emrettikleri rivâyet edilmiştir. Bir grup da şöyle demiştir: Burnunu yere koymaksızın sadece alnı üzere secde etmek yeterlidir. Bu ise, Atâ, Tavus, İkrime, İbn Sirîn ve Hasan-ı Basrî'nin görüşüdür. Şâfiî, Ebû Sevr, Ya'kub ve Muhammed de bu görşütedir. İbnu’l-Münzir der ki: Birisi şöyle demiş: Kişi alnını yere koyup burnunu koymaması, yahut burnunu koyup alnını koymaması halinde kötü bir iş yapmış olur. Bununla birlikte namazı da tamamdır. Bu en-Nu'man (b. Sabit yani Ebû Hanîfe)'nin görüşüdür. Ebû Hanîfe'ye göre namaz kılan kişi alın ya da burnundan birini yere koymakta muhayyerdir. Ancak Ebû Yûsuf ile Muhammed konu ile ilgili hadis dolayısıyla mazeretsiz olarak yalnız alını ya da yalnız burnu secdede yere koymak câiz değildir, demişlerdir. Hanefilerce tercih edilen, fetva verilen görüş de budur! Bk. Dr. V. ez-Zuhayli, el-Fıkhu'l- İslamî, I, 660-661. İbnu'l-Münzir der ki: Ondan önce herhangi bir kimsenin bu görüşü ileri sürdüğünü de bilmiyorum, onun bu görüşünü sonradan gelen birisinin kabul ettiğini de bilmiyorum. Derim ki: Secdede doğru ve sahih olan alnı ve burnu birlikte koymaktır. Az önce geçen Ebû Humeyd'den gelen hadis bunu gerektirir. Ayrıca Buhârî'nin rivâyetine göre, İbn Abbâs şöyle demiş: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ben yedi kemik üzere secde etmekle emrolundum. Alın -ve bu arada eliyle burnunu işaret etti- iki el, iki diz kapağı, parmak uçları. Diğer taraftan elbise ve saçı (rükû' ve sücûd esnasında ellerimizle) toplamayız." Buhârî, Ezan 134; Müslim, Salât 230; Nesâî, Tatbîk 44. Bütün bunlar namazın mücmel durumlarını açıklayan ifadelerdir. O halde başka türlü bir görüş sözkonusu olamaz. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. İmâm Mâlik'ten ayrıca rivâyet edildiğine göre, o da Atâ ve Şâfiî'nin görüşü gibi burnunu koymaksızın alnı üzerinde secde etmenin yeterli olduğu görüşü nakledilmiştir. Ancak bizce tercih edilen görüşü birincisidir. Ve Mâlik'e göre de alnı üzere secde etmeyecek olursa secdesi yeterli değildir. Sarığın bir bölümü üzerinde secde etmek mekruhtur. Şayet diz kapaklarını ve ayaklarını örten elbise gibi bir ya da iki kat olursa bunda bir mahzur yoktur. Bununla birlikte efdal olan doğrudan yere veya üzerinde secde ettiği şeye alnını değdirmektir. Şayet kendisine rahatsızlık verecek herhangi bir şey varsa, namaza başlamadan önce ortadan kaldırır. Bunu yapmayacak olursa (secde edeceği vakit) sadece bir defa eliyle düzeltir. Müslim'in Muaykîb'den rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) secde ettiği yerdeki toprakları düzelten bir adam hakkında şöyle buyurmuştur: "Eğer bu işi yapacaksan yalnız bir defa yap." Buhârî, el-Amel fi's-Salât 8; Müslim, Mesâcid 47, 48, 49; Müsned, III, 426, V, 425, 426. Enes b. Mâlik'ten de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte aşırı sıcak olduğu sıralarda namaz kılardık. Bizden herhangi bir kimse için alnını yere koymaya imkan olmazsa elbisesini yayar ve onun üzerine secde ederdi. Buhârî, el-Amel fi's-Salât 9; Müslim, Mesâcid 191; İbn Mâce, İkametu's-Salât 64; Dârimî, Salât 82. 11- Yeterli Olan Rükû' ve Sücûd: Yüce Rabbimiz: "rükû' ediniz ve secde ediniz" (el-Hac, 22/77) diye buyurduğundan dolayı, mezhebimize mensup kimi ilim adamı ve başkaları şöyle demiştir: Bu konuda kendisine rükû' ve sücûd denilecek kadarı yeterlidir. Kıyamda da durum böyledir. Bunun için ayrıca tuma'nine (diye bilinen rükû', sücûd ve kıyam hallerinde azaların yerli yerince oturması)nı şart koşmamışlardır. Onlar bu hususta ismin hakkında kullanılabileceği asgari miktar ile yetinmişlerdir. Sanki namazın olmayacağına dair sabit olmuş hadisleri işitmemiş gibidirler. İbn Abdi’l-Berr der ki: Rükûu esnasında durması, secdesi ve oturması esnasında tam mutedil olmadıkça (azaları yerli yerine oturmadıkça) hiçbir rükû', sücûd, rükûdan sonra ayakta durmak ve iki secde arasında oturmak asla yeterli gelmez. Konu ile ilgili rivâyetlerde sahih olan görüş bu olduğu gibi, ilim adamlarının çoğunluğu da bu kanaattedir, re'y ehlinin görüşleri de bu doğrultudadır. İbn Vehb ve Ebû Mus'ab'ın İmâm Mâlik'ten rivâyeti de bu yöndedir. Kadı Ebû Bekr İbnu'l-Arabî der ki: İbnu'l-Kasım'dan ve başkalarından hareketleri birbirinden ayırmanın vücûbu, fakat tuma'ninenin sözkonusu olmadığına dair pek çok rivâyet gelmiştir. Ancak o, bu konuda çok büyük bir şekilde yanılmıştır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tuma'nineyi yapmış, yapılmasını emretmiş ve öğretmiştir. Şayet İbnu'l-Kasım'ın bu hususta konu ile ilgili rivâyetlere muttali olmadığından dolayı mazur görülmesi mümkün ise de bizzat sizin bu konuda bilgi sahibi olmanızı sağlayacak rivâyetler, size ulaştıktan ve buna dair size karşı deliller ortaya konulduktan sonra mazur görülmeniz mümkün olamaz. Nesâî, Dârakutnî ve Ali b. Abdülaziz, Rifâa b. Râfi'den şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'nın yanınd.. oturuyor idim. O esnada yanına bir adam geldi, mescide girip namaz kıldı. Namazını bitirdikten sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Geri dön ve namazını kıl. Çünkü sen namaz kılmadın" diye buyurdu. Adam, namaz kılmaya başladı. Biz de onun ne şekilde namaz kıldığını gözetliyorduk. Hazret-i Peygamber'in o namazının neresini kusurlu bulduğunu bilmiyorduk. Geri dönünce yine Peygamber efendimize ve huzurunda bulunanlara selam verdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Ve aleykümüsselam, fakat geri dön namaz kıl, çünkü sen namaz kılmadın." dedi Hemmam (hadisin senedinde yer alan ravilerden birisi) dedi ki: Bilemiyoruz, Hazret-i Peygamber o adama bu şekilde iki defa mı üç defa mı emir verdi. Sonunda adam ona: Elimden geleni yapıyorum, fakat benim namazımın neresini kusurlu bulduğunu da bilemiyorum, dedi. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sizden herhangi birinizin namazının tamam ve eksiksiz olması ancak sununla mümkündür: Allah'ın kendisine emrettiği gibi iyice abdest alır, yüzünü, dirseklerine kadar ellerini yıkar, başını mesheder, topuklarına kadar da ayaklarını (yıkar), sonra yüce Allah'ı tekbir eder O'na hamd-ü senada bulunur, sonra Ümmü'l-Kur'ân'ı (Fâtiha'yı) ve okumasına izin verdiği ve kolayına geleni okur, sonra tekbir getirir, rükûa varır, elinin ayalarını dizkapaklarının üzerine bütün eklemleri yerli yerine gelinceye (tuma'nine gerçekleşinceye) ve gevşeyinceye kadar rükû' yapar, sonra "semi'allahu limen hamideh" der ve ayakta dosdoğru durur. Her bir kemiği yerli yerince oturur, sonra tekbir getirir, secde eder ve yüzünü bütün eklemleri yerli yerince oturup gevşeyinceye kadar yüzünü -Hemmam der ki: Belki de alnını demiştir- yere iyice koyar. Sonra tekbir getirir ve makadı üzerinde dosdoğru oturur, sırtını dimdik tutar. Hazret-i Peygamber bitirinceye kadar dört rek'atiyle namazı bu şekilde anlattı, sonra şöyle buyurdu: Bu şekilde yapmadıkça "sizden hiçbirinizin namazı tamam olmaz." Buhârî, Ezan 122, Eymân 15. Ebû Hüreyre'den ve daha kısaca; Müslim, Salât 45. Ebû Hüreyre'den ve daha kısaca; Tirmizî, Salât 110 hem Ebû Hüreyre'den, hem Rifâa'dan; buna yakın; Nesâî, İftitâh 7 Ebû Hüreyre'den; Tatbik 15, Sehv 67; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 72 Ebû Hüreyre'den; Dârakutnî, I, 95-96'daki rivâyet burdaki ile aynı. Müslim tarafından rivâyet edilen Ebû Hüreyre'den gelen hadis de bunun gibidir. Daha önce geçmiştir. Derim ki: İşte Kitab-ı Kerîm'de mücmel olarak emredilen namazı, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın öğretmesi ve bütün insanlara tebliğ etmesi ile namazın beyanı bu şekildedir. Her kim yapılan bu beyanın sınırında durmaz ve rahman olan Allah'ın kendisine farz kıldığını ihlal eder, Peygamberinden kendisine ulaşanlara gereği gibi itaat etmez ise, yüce Allah'ın şu âyetinin kapsamına giren kimselerden olur: "Bunlardan sonra namazı terkeden, nefsi arzularına uyan kötü bir kavim geldi." (Meryem, 19/59) Bu hususa dair açıklamalar da yüce Allah'ın izniyle orada gelecektir. Buhârî'nin rivâyetine göre de Zeyd b. Vehb şöyle demiştir: Huzeyfe, rükû ve sücûdunu tam yapmayan bir adam gördü. Ona şöyle dedi: Sen namaz kılmadın, bu halinle ölecek olursan yüce Allah'ın Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı üzerinde halkettiği fıtrattan başka bir fıtrat üzere ölürsün. Buhârî, Ezan 119; Müsned, V, 384. 12- Rükû' Edenlerle Birlikte Olmak Gereği ve Cemaatle Namaz: Yüce Allah'ın "rükû' edenlerle birlikte" âyeti birlikte olmayı, bir arada bulunmayı gerektirir. Bu bakımdan Kur'ân tefsiri ile uğraşan bir grup ilim adamı şöyle demiştir: Önceleri namaz kılmak emri, cemaatle birlikte kılmayı gerektirmiyordu. Yüce Allah "birlikte" âyeti ile cemaate katılmayı emretmiştir. Cemaate katılarak namaz kılma hususunda ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Çoğunluğun (Cumhûrun) kabul ettiği görüş, bunun müekked bir sünnet olduğu ve özürsüz olarak cemaatten uzak kalmayı alışkanlık haline getiren kimsenin cezalandırılması gerektiğidir. Bazı ilim adamları da cemaatle namaz kılmanın farz-ı kifaye olduğunu kabul etmiştir. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu doğru bir görüştür. Çünkü bütün mescidlerde cemaatle namaz kılmama kararı üzerinde birleşilmesi câiz değildir. Bir mescidde cemaatle namaz kılındığı takdirde tek başına evinde namaz kılanın, kıldığı namazı caizdir. Çünkü Peygamber efendimiz şöyle buyrumuştur: "Cemaatle kılınan namaz, tek başına kılınan namazdan yirmiyedi derece daha üstündür." Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 249-250. Bu hadisi Müslim İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Ebû Hüreyre'den rivâyet edildiğine göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Cemaatle namaz kılmak, sizden birinizin tek başına namaz kılmasından yirmibeş kat daha üstündür." Buhârî, Ezan 30; Müslim, Mesâcid 245. Dâvûd (ez-Zahirî) der ki: Cemaatle namaz kılmak her bir kimse için tıpkı cuma namazında olduğu gibi bir farzdır. Buna delil olarak da Hazret-i Peygamber'in: "Mescide komşu olanın mescidin dışında kılacağı namaz olmaz." Dârakutnî, I, 420. Bunu Ebû Dâvûd rivâyet etmiş ve Ebû Muhammed Abdülhak sahih olduğunu belirtmiştir. Aynı zamanda bu, Atâ b. Ebi Rebah'ın, Ahmed b. Hanbel'in ve Ebû Sevr ile başkalarının da görüşüdür. İmâm Şâfiî der ki: Cemaate katılma gücüne sahip olan kimsenin özrü olmadıkça cemaate gitmeyi terketmesinde bir ruhsat görmüyorum. Şâfiî'nin bu görüşünü İbnü'l Münzir nakletmektedir. Müslim de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Gözleri görmeyen bir adam, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gelip: Ey Allah'ın Rasulü, beni mescide getirecek, elimden tutup yol gösterecek kimsem yoktur, dedi ve Rasulullâh (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan evinde namaz kılmak üzere izin vermesini istedi. Hazret-i Peygamber ona bu konuda ruhsat verdi. Adam geri dönüp gidince Hazret-i Peygamber onu çağırıp şöyle dedi: "Sen namaz için okunan ezanı duyuyor musun?" Adam evet deyince Hazret-i Peygamber: "O halde o çağrıya karşılık ver" dedi. Müslim, Mesâcid 255; Nesâî, İmâme 50 Ebû Dâvûd da bu Hadîs-i şerîfi kaydederken Hazret-i Peygamber'in: "Senin için bir ruhsat göremiyorum" dediğini kaydetmekte ve bu hadisi İbn Umm Mektum'dan rivâyet etmekte, bu müsaadeyi isteyenin de o olduğunu beyan etmektedir. Ebû Dâvûd, Salât 46; İbn Mâce, Mesâcid 17. İbn Abbâs (radıyallahü anhümâ)'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Rasulullâh (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim ezanı işitirse (cemaate) gelmesini engelleyecek bir özrü yoksa..." -Ashab-ı kiram: Özür nedir diye sorunca, Hazret-i Peygamber: "Korku veya hastalık" cevabını verir- "... onun (tek başına) kıldığı namazı kabul olunmaz." Ebû Muhammed Abdulhak der ki: Bu hadisi Mağrâ el-Abdî rivâyet etmektedir. Ebû Dâvûd, Salât 46. Doğrusu ise, bunun İbn Abbâs'a kadar ulaşan mevkuf bir hadis olduğudur ve şöyledir: "Her kim ezanı işitir de (cemaatle namaza) gelmezse onun namazı olmaz." Bununla birlikte Kasım b. Esbağ bunu kitabında zikrederek şöyle demiştir: Bize Kadı İsmail b. İshak anlattı, bize Süleyman b. Harb anlattı, bize Şu'be, Habib b. Ebû Sabit'ten, o Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Abbâs'tan rivâyetle dedi ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kim ezanı işitir de -özrü olmaksızın- gelmezse namazı olmaz." Sıhhat bakımından bu senede diyecek yoktur. Çünkü Ebû İshak, Mağrâ el-Abdî'den, rivâyette bulunmuştur. İbn Mes'ûd da der ki: Bizim gördüğümüz şu ki; namazdan münafıklığı bilinen münafıklardan başkası geri kalmıyordu. Müslim, Mesâcîd 256; Ebû Dâvûd, Salât 46; Nesâî, İmâme 50. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bizimle münafıklar arasındaki fark, yatsı ve sabah namazını cemaatle kılmaktır. Münafıklar ise bu iki namaza gelip katılamazlar." Muvatta’', Salâtu'l-Ceman 5. Hadis Said b. el-Museyyeb'den mürsel olarak rivâyet edilmiştir. Bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, Kahire 1413/1993, V, 331. İbnu'l-Münzir der ki: Bizler Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından birden çok kimseden şöyle dediğini rivâyet etmişizdir: "Her kim ezanı işitir de herhangi bir özrü olmaksızın cemaate gelmezse onun namazı olmaz." Bunu rivâyet edenler arasında, İbn Mes'ûd ve Ebû Mûsa el-Eş'arî de vardır. Ayrıca Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Genç (sahabi)lerime emir vereyim, bana demet demet odun toplasınlar, sonra bir mazaretleri olmaksızın evlerinde namaz kılanların yanlarına gideyim ve onların başlarına evlerini yakayım diye içimden geçirdim." Buhârî, Husumat 5; Müslim, Mesâcid 251; Ebû Dâvûd, Salât 46. İşte bu, cemaatle namaz kılmayı farz kabul edenlerin ileri sürdükleri delildir. Bunlar zahirleri itibariyle vücub (farziyet) ifade ederler. Ancak Cumhûr bunları cemaatle namazlara katılma emrini te'kid edici ifadelerdir, diye yorumlamışlardır. Bu yorumlarına delil olarak da İbn Ömer ve Ebû Hüreyre'nin (cemaatin faziletine dair az önce geçen) hadislerini göstermişlerdir. Ashab-ı kiramın konu ile ilgili söyledikleri sözleri ve Hadîs-i şerîfte geçen "namazı olmaz" şeklindeki ifadeleri de mükemmellik ve fazilet ifade edecek şekilde yorumlamışlardır. Nitekim Hazret-i Peygamber'in İbn Umm Mektum'a söylediği: "O halde çağrıya cevap ver (yani cemaatle namaza katıl) emrini de mendupluk ifade edecek şekilde yorumlamışlardır." Hazret-i Peygamber'in: "... diye içimden geçirdim" Hadîs-i şerîfi kesin vücuba delil değildir. Çünkü böyle birşeyi içinden geçirmiş fakat yapmamıştır. O bakımdan bu hadisi cemaatten ve Cuma namazından geri kalıp katılmayan münafıklara bir tehdit şeklinde anlamak gerekir. Nitekim bu hususu Müslim'in Abdullah'tan yaptığı şu rivâyet de açıklamaktadır: "Yarın Allah'ın huzuruna müslüman olarak çıkmayı arzu eden bir kimse şu namazlara ezan okunan yerde devam etmeye dikkat göstersin, korusun. Çünkü Allah, sizin Peygamberinize -salat ve selam ona- Hûda sünnetlerini teşri' buyurmuştur. Ve şüphesiz bunlar (namazların cemaatle kılınması) hüda sünnetlerindendir. Eğer sizler cemaatten geri kalıp namazını evinde kılan bu kimsenin yaptığı gibi namazlarınızı evlerinizde kılacak olursanız, Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terketmiş olursunuz. Peygamberinizin -selat ve selam ona- sünnetini terkettiğiniz takdirde de elbette saparsınız. Eğer ki bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra bu mescidlerden birisine gelir ise şüphesiz yüce Allah onun attığı her bir adım karşılığında ona bir hasene yazar. Ve o adım sayesinde, onu bir derece yükseltir ve o adımın mukabilinde onun bir günahını siler. Ben bizleri (ashab-ı kiramı) şu şekilde gördüm. Cemaatle namaz kılmaktan ancak münafıklığı bilinen bir münafık geri kalırdı. Yemin olsun (hasta olduğundan dolayı) adam koltuklarından tutularak iki kişi tarafından sürüklene sürüklene getirildiğini ve sonunda safta durdurulduğunu görmüşümdür." Müslim, Mesâcid 257; Ebû Dâvûd Salât 46; Nesâî, İmâme 50. Böylelikle Abdullah (b. Mes'ûd rivâyet ettiği) bu Hadîs-i şerîfinde açıkça şunu ifade etmektedir: Cemaatle namaz kılmak hüda sünnetlerinden bir sünnettir. Onu terketmek ise bir sapıklıktır. İşte bundan dolayı Kadı Ebul fadl İyad şöyle demiştir: Sünnetlerin zahir olanlarının terkedilmesi üzerinde ittifak olunursa, bunların ifa edilmesi için terkedenlerle Savaşılıp Savaşılmayacağı hususunda farklı görüşler vardır. Doğrusu böyleleriyle Savaşılacağıdır. Çünkü bunların terki üzerinde anlaşmak, Sünnetleri öldürmek demektir. Derim ki: Buna göre Sünnet ikame edilir ve açıkça işleniyor ise kişinin tek başına kıldığı namaz câiz ve sahihtir. Müslim'in rivâyetine göre de Ebû Hüreyre şöyle demiştir: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kişinin cemaatle birlikte kıldığı namaz evinde veya pazarında kılacağı namazdan yirmi küsur derece daha üstündür. Şöyle ki; onlardan herhangi bir kimse güzel bir şekilde abdest alır, sonra mescide oraya gitmesini namazdan başka gerektiren bir sebep olmaksızın gider ve sadece namaz kılmak arzusunda olursa, attığı her bir adım için mutlaka onun bir derecesi yükseltilir ve bu adımı karşılığında bir günahı silinir. Mescide girinceye kadar bu böyle sürer. Mescide girdiği tardirde onu, orada tutan namaz olduğu sürece namazda demektir. Melekler de namaz kıldığı yerde kalmaya devam ettiği sürece size dua eder ve şöyle derler: Allah'ım buna merhamet buyur, Allah'ım buna mağfiret buyur, Allah'ım, tevbesini kabul et. Başkasına eziyet etmediği ve orada hades yapmadığı sürece bu böyle devam eder." Ebû Hüreyre'ye: Hades yapmak ne demektir diye sorulunca şu cevabı verir: Yellenir yahut osurursa... Müslim, Mesâcid 272; az farkla: Buhârî, Ezan 30. 13- Fazilet Cemaatten Dolayı mıdır, Camiden Dolayı mıdır?: Cemaat dolayısıyla sözkonusu edilen bu ek fazilet hakkında, nerede olursa olsun yalnız cemaatten dolayı mıdır yoksa bu fazilet ancak mescidde kılınan cemaatle namaz hakkında mıdır? Çünkü Hadîs-i şerîfte de belirtildiği gibi, cemaatle namaz kılmak, mescide has fiillerdendir. Bu hususta ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Ancak birinci görüş daha açık ve üstündür. (Yani bu fazilet nerede olursa olsun cemaat içindir). Çünkü cemaat hükmün kendisine bağlı olarak zikredildiği niteliktir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Bunun dışında mescidlere gitmek için atılan çokça adımlar, mescidlere gitme maksadı, mescidlerde durmak için sözkonusu edilen sevaplar ise; cemaatin fazileti dışında sözkonusu olan fazladan sevap ve ecirlerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 14- Cemaatler Arasında Fazilet Farkı: Yine çokluk ve İmâmın fazileti dolayısıyla bir cemaatin diğer cemaate göre üstünlüğü olur mu hususunda da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır, îmam Mâlik, olmaz demiştir. İbn Habib, olur demiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmşutur: "Kişinin bir diğer kişiyle birlikte kıldığı namazı tek başına kıldığı namazdan daha güzeldir. İki kişi ile kıldığı namaz bir diğer kişiyle kıldığı namazdan güzeldir. Sayı çoğaldıkça Allah bunu daha çok sever." Bu hadisi Ubey b. Ka'b Hazret-i Peygamber'den rivâyet etmiş, Ebû Dâvûd Ebû Dâvûd, Salât 47; Nesâî, İmâme 45 ve yakın bir rivâyet: Müsned, V, 145. da bunu Sünen'ine almıştır. Ancak senedinde leyyin (bir ravi) vardır. 15- Cemaatle Namaz Kılmış Bir Kimsenin Namazını ladesi: Yine ilim adamlarının, cemaatle birlikte namaz kıldıktan sonra bir başka cemaatle birlikte namazını iade etmesinin sözkonusu olup olmayacağı hususunda farklı görüşleri vardır. Mâlik, Ebû Hanîfe, Şâfiî ve mezheplerine mensup ilim adamları şöyle demiştir: Evinde tek başına yahut ailesi ile birlikte veya evinden başka bir yerde namaz kılmış bir kimse, İmâmla birlikte cemaatle namazını iade eder. Ancak cemaatle birlikte namaz kılmış bir kimse, bu cemaati az olsa dahi, kıldığı cemaatten ister daha çok ister daha az olsun, bir başka cemaatle birlikte tekrar iade etmez. Ahmed b. Hanbel, İshak b. Raheveyh ile Dâvûd b. Ali (ez-Zahirî) ise şöyle der: Bir cemaatle birlikte namaz kılıp da aynı namazı kılan bir başka cemaat bulan bir kimsenin dilediği takdirde bu ikinci cemaatle birlikte namazını kılması caizdir. Çünkü (ikinci namazı) nafile ve sünnettir. Ayrıca bu Huzeyfe b. el-Yemân, Ebû Mûsâ el-Eş'arî, Enes b. Mâlik, Sile b. Zufer, en-Nehaî ve en-Nehaî'den rivâyet edildiği gibi, Hammâd b. Zeyd ile Süleyman b. Harb da bu görüşü benimsemişlerdir. İmâm Mâlik, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Bir günde hiçbir namaz iki defa kılınmaz" Ebû Dâvûd, Salât 56; Nesâî, İmâme 56 (yakın ifadelerle); Müsned, II, 19, 41; Dârakutnî, I, 415-416; ayrıca bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, V, 356 vd. ve et-Temhîd, IV, 244, vd. hadisini delil gösterir. Kimileri de bunu "... kılmayınız" şeklinde rivâyet etmektedir. Bunu Süleyman b. Yesar, İbn Ömer'den rivâyet etmiştir. Ahmed ve İshak ise, bu Hadîs-i şerîfin, insanın önce farz namazı kılması sonra da ikinci bir defa farzı niyyet ederek kılması şeklinde bir anlam ifade ettiğini belirtmişlerdir. Şayet İmâm ile birlikte sünnet yahut tatavvu' diye kılacak olur ise, bu namazı iade etmiş olmaz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise cemaat ile birlikte namazı iade etmelerini emrettiği kimselere: "Bu (ikinci namaz) sizin için nafile olur" diye buyurmuştur. Müslim, Mesâcid, 238-240; Ebû Dâvûd, Salât 10; Tirmizî, Salât 15; İbn Mâce, İkametu's-Salât 150; Müsned, V, 159. Bu hadisi de ashab-ı kiramdan Ebû Zerr ve başkaları rivâyet etmişlerdir. 16- İmâmlığa Öncelikle Kimler Layıktır?: Müslim'in rivâyetine göre Ebû Mes'ûd, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Bir topluluğa Allah'ın Kitabını en iyi okuyan kişi İmâm olur. Eğer okumaları eşit ise, sünneti en iyi bilenleri, eğer sünneti bilmekte eşit olurlarsa, öncelikle hicret etmiş olanları, eğer birlikte hicret etmiş iseler, daha önce müslüman olmuş olanları (İmâm olur). Kişi kişiye -ondan izin almadıkça- tasarrufu altındaki bir yerde İmâm olmasın ve evinde kendisine has olan kerevetine oturmasın." Hadisin bir rivâyetinde "daha önce müslüman olan" ibaresi yerine "daha yaşlı olan" ifadesi yer almaktadır. Müslim, Mesâcid 290-1; İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 46; Nesâî, İmâme 3, 5; Müsned, IV, 118, 121, V, 282. Hadisi Ebû Dâvûd'da rivâyet etmiş ve şöyle demiştir: Şu'be dedi ki: Ben İsmail'e: "Kereveti"nin anlamı nedir diye sordum; o: Döşeğidir dedi. Ebû Dâvûd, Salât 60 Hadisi ayrıca Tirmizî de rivâyet etmiş ve: Ebû Mes'ûd'dan gelen bu hadis hasen ve sahih bir hadistir, ilim ehlince bu hadise göre amel edilir, demiştir. Tirmizî, Salât 60. Fukahâ der ki: İmâmete en lâyık olan kişiler, Allah'ın Kitabını en iyi okuyan, sünneti en iyi bilenlerdir. Yine derler ki: Ev sahibi, İmâm olmaya daha lâyıktır. Kimisi de şöyle demiştir: Ev sahibi bir başkasına izin verdiği takdirde onun önüne geçip namaz kıldırmakta bir mahzur yoktur. Kimisi de bunu mekruh görmüş ve şöyle demiştir: Sünnet olan, ev sahibinin namazı kıldırmasıdır. İbnü'l-Münzir der ki: el-Eş'as b. Kays'ten rivâyet ettiğimize göre o bir genci İmâmlığa geçirmiş ve: Ben Kur'ân'ı bileni öne geçiriyorum, demiştir. Topluluğa Kur'ân-ı Kerîm'i en iyi bilenler İmâm olur, diyenler arasında İbn Şîrîn, es-Sevri, İshak ve re'y sahipleri de vardır. İbnu'l-Münzir der ki: Bizim kabul etiğimiz görüş de budur. Çünkü sünnete uygun olan budur. Mâlik der ki: Topluluğa eğer hali iyi bir kimse ise, en bilgin olanları öne geçip namaz kıldırır. Bununla birlikte yaşın da bir hakkı vardır. el-Evzai der ki: En fakih olanları onlara İmâm olur. Şâfiî ve Ebû Sevr de Kur'ân'ı iyi okuyan bir kimse ise en fakihleri İmâm olur, demişlerdir. Çünkü fakih bir kimse namazda başkasını İmâmlığa geçirmesi gerektiği takdirde kimin kendisinin yerine geçeceğini daha iyi bilir. Bunlar konu ile ilgili Hadîs-i şerîfi ashab-ı kiram arasında en iyi Kur'ân-ı Kerîm okuyanın aynı zamanda en iyi fakih olduğu şeklinde açıklamışlardır. Çünkü ashab-ı kiram Kur'ân-ı Kerîm'i öğrenerek fıkıh elde ederlerdi. Diğer taraftan onların örflerinde çoğunlukla rastlanılan, fukahâya "kurra" ismi vermeleridir. Yine bunlar Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vefatıyla sonuçlanan hastalığında Hazret-i Ebû Bekir'i İmâmlığa geçirmesini delil gösterirler. Buna sebep ise onun fazileti ve bilgisidir. İshak der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Hazret-i Ebû Bekir'i İmâmlığa geçirmesi onun kendisinden sonra halife olacağını ifade etmek içindir. Bunu Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr), et-Temhîd adlı eserinde zikretmektedir. Ebû Bekr el-Bezzâr'ın hasen bir isnad ile rivâyetine göre, Ebû Hüreyre şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Yolculuğa çıktığınız zaman, en iyi Kur'ân okuyanınız, size İmâmlık yapsın. İsterse sizin en küçüğünüz olsun. Size İmâmlık yaptı mı da emiriniz odur." el-Azizi, es-Siracü'l-Münir, I, 129; Hasen olduğunu kaydederek. el-Bezzâr der ki: Bizler, bu hadisin Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan Ebû Hüreyre yoluyla ancak bu senediyle rivâyet edildiğini biliyoruz. Derim ki: Küçüğün İmâmeti Kur'ân okuyabildiği takdirde caizdir. Buhârî'de sabit olduğuna göre Amr b. Selime şöyle demiştir: İnsanların gidip geldiği bir yol üzerinde idik. Kafileler bizim yanımızdan geçiyor, biz de onlara insanların durumu nedir, bu adam neyin nesidir, diye soruyorduk. Onlar bizlere: Adam, Allah'ın kendisini peygamber gönderdiğini ve kendisine şunları şunları vahyettiğini ileri sürüyor. Ben onların söyledikleri bu sözü ezberliyor idim. Âdeta bu sözler kalbimde karar kılıyordu. Araplar İslâm'a girmeyi erteliyor, sonucu bekliyor ve şöyle diyorlardı: Onu kavmiyle başbaşa bırakınız. Şayet onlara üstün gelirse doğru söyleyen bir peygamberdir demektir. Mekke fethedilince her bir topluluk İslâm'a girmekte elini çabuk tuttu. Benim babam da gidip kavminin İslâm'a girdiğini belirtti. Döndüğünde şöyle dedi: Allah'a yemin ederim, gerçekten Allah'ın peygamberi olan birisinin yanından size geliyorum. O şöyle buyurdu: "Şu namazı şu vakitte kılınız. Namaz vakti geldiğinde sizden herhangi biriniz ezan okusun ve en çok hanginiz Kur'ân ezberlemişse o size İmâm olsun." Kavmim baktılar da aralarında benden daha çok Kur'ân ezberleyen kimseyi göremediler. Çünkü ben gidip gelen kafileleri karşılıyor (onların indiğini belirttikleri Kur'ân'ı belliyordum). O bakımdan ben altı ya da yedi yaşlarında iken beni öne geçirdiler. Üzerimde çizgili bir elbise vardı. Secdeye eğildiğimde üstüm açılırdı. Namaz kılan kadınlardan birisi şöyle dedi: Şu Kur'ân okuyan (namaz kıldıran) adamınızın biz görmeyelim diye kıçını örtsenize! Bunun üzerine bir kumaş alıp bana bir gömlek diktiler. Bu gömleğe sevindiğim kadar hiçbir şeye sevinmiş değilim. Buhârî, Meğâzî, 53; Müsned, V, 30, 71. Buluğa ermemiş küçük çocuğun İmâm olmasını câiz görenler arasında Hasan-ı Basrî, İshak b. Raheveyh de vardır."Namazı kavraması ve kılması şartıyla İbnu'l-Münzir de bunu tercih etmiştir. Çünkü böyle bir kimse de Hazret-i Peygamber'in: "Topluluğa en iyi Kur'ân okuyanları İmâm olur" hadisinin kapsamına girer ve bu hadiste herhangi bir istisna yapılmamıştır. Ayrıca (az önce kaydedilen) Amr b. Selime hadisi de bunu gerektirmektedir. Şâfiî'nin bu husustaki iki görüşünden birisi şöyledir: Küçük sair namazlarda İmâm olabilirse de Cum'a günü İmâmlık yapamaz. Ancak daha önce şöyle derdi: Farz namazda İmâm olması mümkün olan bir kimsenin bayram namazlarında da İmâm olması mümkündür. Şu kadar var ki ben bayram namazlarında valinin dışındakilerin İmâm olmasını mekruh görüyorum. el-Evzaî de der ki: Küçük çocuk baliğ olmadıkça farz namazlarda İmâmlık yapamaz. Ancak ezberlerinde Kur'ân'dan hiçbir şey bulunmayan bir topluluk ile birlikte olursa o taktirde murâhik (ergenlik yaşına yaklaşmış) çocuk onlara İmâmlık yapabilir. ez-Zührî de der ki: Eğer ona namaz kıldırtmak zorunda kalırlarsa böyle bir çocuk onlara İmâmlık yapar. Mâlik, Sevrî ve re'y ashabı ise, küçüğün hiçbir şekilde İmâmlık yapmasını kabul etmezler. 17- İmâm Olmaları Câiz Olanlar ve Olmayanlar: Baliğ, müslüman, hür, istikamet üzere olan her bir İmâma uymanın câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu şartla ki, İmâm olan kişi namazın hükümlerini bilmeli ve Fâtiha Sûresi'nde manayı bozacak şekilde lahin (yanlış okuma) yapmamalıdır. Mesela, "iyyake ne'budu" ibaresini "iyyaki" şeklinde; "en'amte"yi "en'amti" şeklinde okumamalıdır. Fukahâ arasında kimisi de "ta" ile "dat" harflerini biribirinden ayırdetmesini gözönünde bulundurur. Eğer bunları biribirinden ayırdedecek şekilde okuyamıyor ise İmâmlığı sahih olmaz. Çünkü bu harflerin yer aldıkları kelimelerin anlamlan farklı farklı olur. Kimisi de, kıraati bilmeyen bir kimsenin kendisi gibi birisine İmâm olmasına ruhsat vermiştir. Kadına ve erkek mi dişi mi olduğu belli olmayan müşkil hünsâya, kâfire, deliye, ümmîye uyarak namaz kılmak ise câiz değildir. İlim adamlarının büyük çoğunluğuna göre -ileride de açıklanacağı üzere- bunlardan herhangi birisi hiçbir halde İmâm olamaz. Bundan tek istisna ümmî bir kimsenin kendisi gibi olanlara İmâmlık yapmasıdır. (Mezhebimize mensup) ilim adamlarımız derler ki: Güzel okuyan bir kimsenin bulunmasına rağmen, doğru dürüst okuyamayan ümmî bir kimsenin İmâmeti kendisine de başkasına da sahih olmaz. Şâfiî de böyle demiştir. Bize göre, ümmî bir kimse kendisi gibi ümmî olan birisine namaz kıldıracak olur ise, mezhebimize ve Şâfiî mezhebine göre hepsinin namazlan sahih olur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Ümmî bir kimse, bir kısmı Kur'ân okuyabilen, diğer bir kısmı ümmî olan bir topluluğa namaz kıldıracak olursa hepsinin namazları fâsid olur. Ebû Yûsuf bu hususta ona muhalefet ederek şöyle der: İmâmın namazı ile Kur'ân okuyamayan ümmîlerin namazı tamamdır. Bir başka kesim de şöyle demektedir. Bunların hepsinin namazı caizdir. Çünkü her birisi kendisi üzerinde farz olan namazı kılmaktadır. Bu da teyemmümlü bir kimsenin su ile abdest almış kimselere namaz kıldırması ile oturarak namaz kılan kimsenin ayakta olan kimselere namaz kıldırmalarına benzer. Bize bu konuda muhalefet edenlerin görüşlerine göre de bu namazlar caizdir. Buna sebep ise her birisinin kendi üzerindeki farzı edâ etmesidir. Derim ki: Bu görüşe Peygamber efendimizin şu Hadîs-i şerîfi delil gösterilebilir: "Namaz kılan kişi namaz kıldığı takdirde nasıl namaz kıldığına niye bakmaz? Çünkü o kimse kendisinin namazını kılmaktadır." Bu hadisi Müslim rivâyet etmiştir. Müslim, Salât 108. Diğer taraftan İmâma uyan kimsenin kıldığı namaz İmâmın namazına bağlı değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Atâ b. Ebî Rebâh şöyle dermiş: Bir kişinin hanımı Kur'ân okuyabiliyor ise kendisi tekbir getirir ve hanımı Kur'ân okur. Okumayı bitirdiği takdirde kendisi tekbir getirir, rükû' ve secde yapar. Hanımı ise arkasında (ona uyarak) namaz kılar. Bu anlamda bir rivâyet Katâde'den de gelmiştir. 18- Kör, Topal, Çolak vs. 'nin İmâm Olması: Her birisi namaza dair yeterli bilgiye sahip olmaları şartıyla, körün, topalın, çolağın, eli kesik olanın, hayaları alınmış olanın ve kölenin İmâmlık yapmasında sakınca yoktur. İbn Vehb der ki: Eli kesik olan ile çolağın İmâmlık yapmasını uygun görmüyorum. Çünkü bu gibi kişiler kemal derecesinden aşağıdadırlar. Bu eksiklikten dolayı da İmâm olmaları mekruhtur. (Yani tam bir abdest alamamaktadırlar.) Ancak İbn Vehb'in mezhebini takib edenlerin çoğunluğu ona muhalefet etmişlerdir ki doğrusu da budur. Çünkü böyle bir organın olmayışı namazın farzlarından herhangi birisini engellememektedir. Dolayısıyla gözünü kaybetmiş kimsede olduğu gibi böyle bir azasını kaybetmekle birlikte bunun (eli kesik ve çolağın) da İmâmlığı ve İmâm olarak görevlendirilmesi câiz olur. Nitekim Enes b. Mâlik'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ama olduğu halde İbn Umm Mektûm'u Medine'nin dışına sefere çıktığında yerine vekil bırakmış ve o da insanlara İmâm olup namaz kıldırmıştır. Topal, eli kesik, çolak, hayaları alınmış kimse de kıyas yoluyla bu durumdadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Yine Enes b. Mâlik'in gözleri görmeyen hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Böyle bir kimseye ihtiyaçları nedir ki? Fakat İbn Abbâs ile İtban b. Mâlik, gözleri görmedikleri halde İmâmlık yapıyorlardı. İlim adamlarının büyük çoğunluğu da bu görüştedir. 19- Veled-i Zinanın İmâm Olması: Veledi zinanın İmâm olması hususunda fukahânın farklı görüşleri vardır. İmâm Mâlik der ki: Böyle bir kimsenin İmâm olarak görevlendirilmesini hoş görmüyorum. Ömer b. Abdulaziz de bu işi hoş görmemiştir (mekruh). Atâ b. Ebi Rebâh ise şöyle dermiş: Eğer kendisinden hoşnut olunuyor ise İmâmlık yapabilir. Aynı zamanda bu Hasan-ı Basrî'nin, Zühri'nin, Nehai'nin, Süfyan-ı Sevri'nin, Ezvai'nin, Ahmed ve İshak'ın da görüşüdür. Re'y ashabına göre böyle bir kimsenin arkasında namaz kılmak caizdir; ancak başkalarının kıldırmasını daha uygun görürler. Şâfiî der ki: Babası bilinmeyen bir kimsenin İmâm olarak tayin edilmesini mekruh görüyorum. Bununla birlikte arkasında namaz kılanın kıldığı namazı caizdir. Îsa b. Dînar der ki: Veled-i zinanın İmâm olması hususunda İmâm Mâlik'in görüşünde değilim. Çünkü böyle bir kimsenin anne babasının günahından sorumlu olması sözkonusu değildir. Yine İbn Abdilhakem de, eğer bizzat İmâmlığa ehil ise bu konuda benzer bir görüş beyan etmiştir. İbnu'l-Münzir der ki: Veled-i zina, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Topluluğa en iyi Kur'ân okuyanları İmâmlık yapar" âyetinin kapsamına girerse İmâmlık yapabilir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: İmâm olmanın şartı ile ilgili olarak bize kadar ulaşmış haberler arasında nesebi göz önünde bulundurmaya delalet eden hiçbir rivâyet yoktur. Bu rivâyetlerde daha fakih olanın, daha güzel Kur'ân okuyanın, dine bağlılığı ve dine uygun davranışları itibariyle daha ileride olanın öne geçirileceğine dair bir delalet vardır. Köle ile ilgili olarak Buhârî, İbn Ömer'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Medine'ye gelişinden önce ilk muhacirler -Küba'da bir yer ismi olan- el-Asbe'ye gelişlerinde(n sonra) onlara Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim İmâmlık yapıyordu. Aralarında en çok Kur'ân-ı Kerîm'i ezberleyen o idi. Buhârî, Ezan 54. Yine İbn Ömer'den rivâyete göre şöyle demiştir: Ebû Huzeyfe'nin azadlı kölesi Salim, ilk muhacirler ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashab-ı kiramına Küba mescidinde İmâmlık yapıyordu. Bunlar Ebû Bekir, Ömer, Zeyd ve Amir b. Rabia idiler. Buhârî, Ahkâm 25. Hazret-i Âişe'ye de kölesi Zekvân, Kur'ân-ı Kerîm'den okuyarak İmâmlık yapıyordu. Buhârî, Ezan 54. İbnu'l-Münzir der ki: Ebû Esîd'in kölesi Ebû Said -henüz daha köle iken- aralarında Huzeyfe ve Ebû Mes'ûd'un da bulunduğu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın bir grup sahabisine İmâmlık yapmış idi. Nehaî, Şa'bî, Hasan-ı Basrî, Hakem, Sevri, Şâfîî, Ahmed, İshak ve re'y ashabı kölenin İmâm olmasına ruhsat vermiş, Ebû Miclez ise bunu mekruh görmüştür. Mâlik der ki: Kölenin İmâm olması ancak Kur'ân okumasını iyi bilmesi, ona uyacak olan hürlerin ise Kur'ân-ı Kerîm okumasını bilmeyenlerden olması halinde sözkonusudur. Şayet bayram veya cuma namazı sözkonusu olursa bunlarda köle hürlere İmâm olamaz. Bununla birlikte el-Evzai'ye göre, eğer köle arkasında namaz kılacak olurlarsa bu da yeterli olur. İbnu’l-Münzir der ki: Halbuki köle de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Topluluğa aralarında Kur'ân'ı en iyi bilen kişi İmâmlık yapar" âyetinin kapsamına girmektedir. Kadının İmâm olması ile ilgili olarak Buhârî, Ebû Bekre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), Farslıların Kisrâ'nın kızını başlarına hükümdar yaptıklarını haber alınca şöyle buyurdu: "İşlerini yönetmek üzere başlarına bir kadın getiren bir topluluk asla iflah olmaz." Buhârî, Meğâzî 82; Tirmizî, Fiten 75; Nesâî, Kudât 8; Müsned, V, 43. Ebû Dâvûd'un ise Abdurrahman b. Hallad'dan, onun Abdullah'ın kızı Umm Varaka'dan kaydettiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Umm Varaka'yı evinde ziyaret edermiş. Yine onun dediğine göre Umm Varaka'ya ezan okumak üzere bir müezzin tayin etmiş ve aile halkına İmâmlık yapmasını emretmişti. Abdurrahman der ki: Ben onun müezzinini gördüm, oldukça yaşlı birisi idi. İbnu’l-Münzir de der ki: Şâfiî, bir kadının arkasında namaz kılan erkeklere namazlarını iade etmelerini vacip görüyordu. Ebû Sevr ise, böyle erkekler için iade yükümlülüğü yoktur, demektedir. Müzenî'nin konu ile ilgili görüşüne bu bir hükmü gerektirir. Derim ki: Bizim mezhep âlimlerimiz, kadının erkeklere olsun kadınlara olsun İmâmlık yapması sahih değildir, demişlerdir. İbn Eymen ise kadının kadınlara İmâmlık yapmasının câiz olduğunu rivâyet etmektedir. Müşkil hünsa (erkek mi dişi mi olduğu tesbit edilemeyen) hakkında Şâfîî şöyle demektedir: Böyle bir kimse erkeklere de kadınlara da İmâmlık yapamaz. İmâm Mâlik der ki: Hiçbir şekilde böyle birisi İmâmlık yapamaz. Fukahânın çoğunluğunun görüşü budur. 22- Yahudi ve Hıristiyanın İmâm Olması: Yahudi ve hıristiyan gibi şeriate muhalif bir kâfir, kâfir olduğu müslümanlar tarafından bilinmeksizin müslümanlara İmâmlık yaparsa Şâfiî ve Ahmed böyle bir namaz onlar için yerine gelmiş olmaz, namazlarını iade ederler demektedirler. Mâlik ve ashabı da bu görüştedir. Çünkü böyle bir kâfir Allah'a ibadetiyle yaklaşmaya ehil kimselerden değildir. el-Evzai der ki: Böyle bir kafire ceza verilir. Ebû Sevr ve el-Müzeni ise arkasında namaz kılanların namazlarını iade etmeleri gerekmediğini söylemişlerdir. Şâfiî ve Ebû Sevr'e göre de böyle bir kâfir namaz kılmakla müslüman olmaz. Ahmed ise: Müslüman olmaya mecbur edilir, demiştir. 23- Mu'tezile, Cehmiyye ve Benzerlerinin İmâmlığı: Mu'tezile, Cehmiyye ve bunlara benzer heva ehli bid'atçilerin İmâmlığına gelince; Buhârî'nin el-Hasen'den rivâyetine göre o: (Arkasında) namaz kıl, bid'atin vebali ise ona aittir demiştir. Buhârî, Ezan 56. Ahmed ise şöyle demiştir: "Eğer kendi kabul ettiği hevasına, bid'atine çağıran propagandist bir kimse ise hevâ ehli olan hiçbir kimsenin arkasında namaz kılınmaz." Mâlik der ki: Zalim yöneticiler arkasında namaz kılınır, fakat Kaderiyye ve onlara benzer bid'at ehli arkasında namaz kılınmaz. İbnü'l-Münzir der ki: Her kimin bid'ati kendisini imandan çıkartıp küfre sokuyor ise onun arkasında namaz kılmak câiz değildir. Bu durumda olmayan bir kimse arkasında namaz kılmak ise caizdir. Bu niteliğe sahip olan kimsenin öne geçirilerek İmâm yapılması ise câiz olmaz. 24- Zinakâr, İçkici ve Benzeri Fasıkların İmâmlığı: Zina eden, içki içen ve buna benzer azalarıyla işlediği günahlar sebebiyle fasık olan bir kimse hakkında Mâlikî mezhebinde farklı görüşler vardır. İbn Habib şöyle der: Şarap içen bir kimsenin arkasında namaz kılan bir kişi, bu kimsenin arkasında kıldığı bütün namazları iade eder. Bundan tek istisna kendisine itaat edilmesi gereken vali ve yönetici olması halidir. O takdirde böyle birisinin arkasında kılınan namaz -namaz kıldırdığı vakit sarhoş olma hali dışında- iade edilmez. Bu görüşü İam Mâlik'in arkadaşlarından karşılaştığım kimseler bana nakletmişlerdir. Câbir b. Abdillah'tan gelen rivâyete göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minber üzerinde irad ettiği hutbesinde şöyle demiştir: "Hiçbir şekilde bir kadın bir erkeğe İmâm olmasın. Hiçbir bedevî bir muhacire İmâm olmasın, hiçbir günahkar iyi bir kimseye İmâm olmasın. Yönetici olması hali müstesna." İbn Mâce, İkâmetu's-Salât 78. Ancak hadisin son cümlesi şu şekildedir: "... otoritesiyle zorlayıp kılıcından ve kamçısından korkması hali müstesna." Ebû Muhammed Abdülhak der ki: Bunu Ali b. Zeyd b. Cud'an, Said b. el-Müseyyeb'den rivâyet etmektedir. Çoğunluk ise Ali b. Zeyd'in zayıf olduğunu belirtirler. Dârakutnî, Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer namazınızın tertemiz olmasını arzu ediyor iseniz, en hayırlı olanlarınızı (İmâm olmak üzere) öne geçiriniz." Bu hadisin senedinde Ebû'l-Velid Halid b. İsmail vardır ki zayıf bir ravidir. Bunu Dârakutnî söylemiştir. Dârakutnî, I, 346. Ebû Ahmed b. Ali ise onun hakkında şöyle demektedir: Bu, müslümanlar arasında güvenilir (sika) raviler adına hadis uydururdu. O bu hadisini İbn Cüreyc'den, o Atâ'dan, o Ebû Hüreyre yoluyla rivâyet etmektedir. Dârakutnî ise Sellam b. Süleyman'dan, o Ömer'den o Muhammed b. Vasi'den, O Saîd b. Cübeyr'den, o İbn Ömer'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İmâmlarınızı en hayırlı olanlarınızdan seçiniz. Çünkü onlar sizinle Allah arasında (temsilci) bir heyettirler." Dârakutnî der ki: Bu hadisin senedinde geçen Ömer bana göre Medain kadısı Ömer b. Yezid'dir. Dârakutnî, II, 88. Sellam b. Süleyman da aynı şekilde Medainli olup güçlü bir ravi değildir. Bunu Abdülhak söylemiştir. 25- İmâma Uyan Kimsenin Dikkat Etmesi Gereken Hususlar: Hadis İmâmları Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şu âyetini rivâyet etmektedirler: "İmâm kendisine uyulsun diye İmâm kılınmıştır. O bakımdan ondan farklı hareketleriniz olmasın. O, tekbir getirdiğinde siz de tekbir getiriniz. O, rükûa vardığında siz de rükûa varınız. O semi'allahu limen hamideh dediğinde siz de allahumme rabbena ve lekel hamd, deyiniz. Secdeye vardığında siz de secde ediniz. Oturarak namaz kıldığı takdirde siz de hep birlikte oturarak namaz kılınız." Buhârî, Ezan 74; Müslim, Salât 86, 89; Nesâî, İmâme 40; Müsned, VI, 194. Kastî olarak İmâmdan önce rükûa varan yahut eğilen kimse hakkında ilim adamlarının iki ayrı görüşü vardır. Bunlardan birincisine göre böyle bir kimsenin namazı, eğer namazın tümünde veya çoğunluğunda bu işi yapacak olursa fasittir. Bu, Zahirilerin görüşüdür. Ayrıca İbn Ömer'den de böyle bir rivâyet gelmiştir. Süneyd'in de şöyle dediği kaydedilmektedir: Bize İbn Uleyye, Eyyub'dan, o Ebû Kılabe'den, o Ebû’l-Verd el-Ensarî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: İbn Ömer'in yanında namaza durdum. İmâmdan önce başımı kaldırıyor, ondan önce başımı koyuyordum. İmâm selam verince İbn Ömer, elimden tuttu beni döndürdü ve kendisine doğru çekti. Ben: Ne oluyor sana, deyince; Sen kimsin, diye sordu. Ben, filan oğlu filanım dedim. Şöyle dedi: Sen doğru sözlü bir aileden geliyorsun. Seni namaz kılmaktan alıkoyan nedir. Benim yanıbaşında namaz kıldığımı görmedin mi deyince, şöyle dedi: Senin İmâmdan önce başını kaldırdığını, ondan Önce başını yere koyduğunu gördüm. İmâma aykırı hareket edenin namazı yoktur. el-Hasen b. Hayy ise İmâmdan önce rükû' eden veya secde yapan, sonra da İmâm rükû' edip yahut secde yapmadan önce başını rükû' ya da sücuddan kaldıran kimse hakkında şöyle demiştir: Böyle bir namaz olmaz ve onun için yeterli olmaz. Fukahânın çoğunluğu şöyle demiştir: Bu şekilde hareket eden bir kimse kötü bir iş yapmış olur, bununla birlikte namazı fâsid olmaz. Çünkü cemaatle namazda ve bu şekilde kılınan namazda İmâmlara uymakta asıl olan, bunun güzel bir sünnet oluşudur. Taharetiyle, rükûuyla, sücûduyla vesair farzlarıyla namazının farz olan kısımlarını edâ ettikten sonra, bu sünnete muhalefet eden bir kimsenin namazını iade etmesi -birtakım sünnetlerini iskat etse dahi- gerekmez. Çünkü eğer tek başına namaz kılmak isteyip de o namazı İmâmından önce kılacak olursa, bu namazı onun için yeterli gelir. Bununla birlikte cemaati terkettiğinden dolayı pek kötü bir iş yapmış olur. Yine fukahânın çoğunluğu der ki: İmâmın kıldığı namaza uyan bir kimse, İmâmın rükûu ile rükû' yapsa, sücudu dolayısıyla da secde yapsa, bununla birlikte kendisi ile İmâmın kıldıkları rek'atler ayrı ayrı değilse bu kişi isterse İmâmdan önce başını kaldırsın, yahut ondan önce başını eğsin, İmâma uymuş olur. Çünkü İmâmının rükûuyla rükû' yapıyor, secdesiyle secde yapıyor, onun kaldırmasıyla birlikte başını kaldırıyor. Bütün bunlarda o kişi İmâmına tabi olmaktadır. Şu kadar var ki İmâma uyan, üzerinde icma edilen bir sünnete muhalefet ettiğinden dolayı kötü bir iş yapmış demektir. Derim ki: İbn Abdi'l-Berr'in Cumhûrdan diye naklettiğinden, Cumhûra göre İmâma uyan kimsenin kıldığı namazın İmâmın kıldığı namaz ile alakalı olmadığı gibi bir mana anlaşılmaktadır. Çünkü maddi ve şer'î ittiba ortada yoktur. Ancak fukahânın çoğunluğuna göre durum böyle değildir. Konu ile ilgili rivâyetlerden ve bu rivâyetlerin tetkikinden anlaşılan, birinci görüşün doğru olduğudur. Yani İmâm kendisine uyulsun diye İmâmdır, fiillerine uyularak onun gibi hareket edilsin diye İmâmdır. Yüce Rabbimizin: "Şüphesiz ki Ben seni insanlara İmâm kıldım" (el-Bakara, 2/124) âyeti de bu anlamdadır. Yani insanların uyacağı bir İmâm kıldım, demektir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar gelecektir. İşte gerek sözlük anlamı itibariyle, gerekse Şer'i bir terim olarak İmâm olmanın gerçek anlamı budur. Kim uyduğu İmâma muhalefet ederse ona uymuş sayılmaz. Diğer taraftan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bu hususu beyan ederek: "O tekbir getirdiğinde siz de getiriniz" diye buyurmaktadır. Burada görüldüğü gibi peşisıra yapmayı gerekli kılan "fa-i takibiyye" getirilmiştir. Hazret-i Peygamber de yüce Allah'ın muradını beyan eden kimsedir. Diğer taraftan Peygamber efendimiz, İmâmdan önce başını kaldıran yahut rükûa varan kimseyi ağır bir şekilde tehdid ederek şöyle buyurmuştur: "İmâmdan önce başını kaldıran bir kimsenin başını Allah'ın bir eşek başına yahut suretini bir eşek suretine çevirmesinden korkmaz mı?" Bu hadisi Muvatta’', Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve başkaları rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Ezan 53; Müslim Salât 114; Ebû Dâvûd, Salât 75; Tirmizî, Cumua 56; Nesâî, İmâme 38; İbn Mâce, İkame 41. Ebû Hüreyre de: "Böyle birisinin alnı şeytanın elindedir" demiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Bizim yaptığımız işe uygun olmayan her bir iş merduddur." Buhârî, İ'tisâm 20; Müslim, Akdiye 17,18; Ebû Dâvûd, Sünne 5; İbn Mâce, Mukaddime, 2 Buna göre kendisine uymakla emrolunduğunu, ona muhalefet etmenin kendisine yasak olduğunu bildiği halde, kasten İmâmına muhalefet eden kimse namazını hafife almış, kendisine verilen emre muhalefet etmiş demektir. Dolayısıyla böyle bir kimsenin bu şeklide kıldığı namazının yerini bulmaması, yeterli olmaması gerekir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 26- Yanılarak İmâmdan Ayrı Hareket Eden: Yanılarak İmâmdan önce başını kaldıran kimse hakkında, İmâm Mâlik şöyle demiştir: Yanılıp da rükû' veya sücûdda bu şekilde hareket eden bir kimsenin uyması gereken sünnet tekrar rükû' veya secdeye dönmesi ve İmâmı beklemesidir. Böyle bir yanılma, yapan kimsenin bir hatasıdır. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İmâm kendisine uyulsun diye İmâmdır. O bakımdan ona muhalefet etmeyiniz." İbn Abdi’l-Berr der ki: Mâlik'in bu sözünün zahiri kasten bu işi yapanın iade etmesini gerektirmediğidir. Çünkü: "bu yapan kimsenin bir hatasıdır" demiştir. Zira yanılan kimseden günah kaldırılmıştır. 27- İftitah Tekbiriyle Selâmda İmâmdan Farklı Hareket: Sözü geçen bu görüş ayrılığı, sadece iftitah tekbiriyle selam dışında kalan hallerde sözkonusudur. Selama dair açıklamalar daha önce yapılmıştır. İftitah tekbirine gelince, Cumhûrun kanaatine göre İmâma uyanın iftitah tekbiri, ancak İmâmın iftitah tekbirinden sonra olur. Bundan istisna İmâm Şâfiî'den gelen iki görüşten birisinde şöyle denilmektedir: Eğer iftitah tekbirini İmâmından önce getirecek olursa bu da onun için yeterli olur. Çünkü Ebû Hüreyre'den rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaz kıldırmak üzere gelmiş, tekbir getirdikten sonra namazdan ayrılmış ve arkasındaki cemaate: "Olduğunuz halde durun" diye işarette bulunmuş. Sonra çıkmış, arkasından başından su damlayarak gelmiş, onlara namaz kıldırmış, namazını bitirdikten sonra da şöyle demiştir: "Ben cünub idim, gusletmeyi unutmuştum." Buhârî, Gusl 17, Ezan 25; Ebû Dâvûd, Tahare 93; İbn Mâce, İkame 137; Müsned, I, 88, 89 (Hazret-i Ali'den); II, 448, 518 (Ebû Hüreyre'den). Ayrıca Enes'ten gelen rivâyete göre "Hazret-i Peygamber tekbir getirdi, biz de onunla birlikte tekbir getirdik" denmektedir. Buna dair açıklamalar Nisa suresinde yer alan yüce Allah'ın ".. cünub iken de gusledinceye kadar (namaza durmayınız)"(en-Nisa, 4/43) âyetini açıklarken -inşaallah- yapılacaktır. Müslim'in rivâyetine göre, Ebû Mes'ûd şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza durduğumuzda omuzlarımızı sıvazlıyor ve şöyle diyordu: "Saflarınızı düzgün yapınız, ayrı ayrı durmayınız, bu sefer kalpleriniz de ayrı ayrı kalır. Benim arkamdaki safta âkil ve baliğ, olgun kimseler yer alsın. Daha sonra, onlardan sonra (yaşça küçük) gelenler, sonra daha küçük olanlar." Ebû Mes'ûd der ki: Bugün sizlerin muhalefeti, en ileri derecededir. Müslim, Salât 122 Abdullah b. Mes'ûd'dan gelen rivâyette: "Çarşı pazardaki karışıklıklardan, anlaşmazlıklardan ve yüksek sesle bağırıp çağırmalardan çokça sakınınız." Hazret-i Peygamber'in, "saflarınızı düzgün yapınız" âyeti safları düzgün yapmayı, özellikle de birinci safın düzgün olmasını emretmektedir ki bu da İmâmın hemen arkasındaki saftır. Nitekim ileride yüce Allah'ın izniyle Hicr Sûresi'nde Bk. el-Hicr, 15/24. âyet, 3. başlık. buna dair açıklamalar gelecektir. Orada da yüce Allah'ın izniyle bu hadisin anlamına dair açıklamalar gelecektir. İlim adamları, namazda oturuş şekli hakkında farklı görüşlere sahiptirler. Çünkü bu hususa dair rivâyetler de farklı farklı gelmiştir. Mâlik ve mezhebine mensup ilim adamları şöyle der: Namaz kılan kişi kalçalarını yere koyar, sağ ayağını diker, sol ayağını büker. Çünkü Mâlik bu hususta Muvatta’' adlı eserinde Yahya b. Said'den şunu rivâyet etmektedir: Kasım b. Muhammed, onlara teşehhüd esnasındaki oturuşu göstermiş, sağ ayağını dikmiş, sol ayağını bükmüş, sol baldırı üzerine oturmuş, fakat ayağı üzerine oturmamış ve arkasından şöyle demiştir: Bana bu şekli Abdullah b. Ömer göstermiştir. Bana anlattığına göre babası bu şekilde yaparmış. Muvatta’', Salât 52. Derim ki: Bu anlamda ifadeler Müslim'in Sahihinde Hazret-i Âişe'den şöylece rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) namaza tekbir ile ve "elhamdülillahi rabbil âlemin"i okuyarak başlardı. Rükûa vardığı zaman, başını fazla eğmediği gibi dik de tutmazdı, ikisi arasında dururdu. Başını rükûdan kaldırdı mı ayakta dosdoğru durmadıkça secdeye varmazdı. Başını secdeden kaldırdı mı dosdoğru bir şekilde oturmadıkça bir daha secdeye gitmezdi. Her iki rek'atte bir et-tahiyyat'ı okurdu. Sol ayağını yayar, sağ ayağını dikerdi. Diğer taraftan şeytanın topuğunu "Şeytanın topuğu" tabiri "iki secde arasında kalçalarını topuklarına koymaktır", diye açıklanmıştır. Abdest alırken topuklarını yıkamayı terk etmek olduğu da söylenmiştir. (İbnu’l-Esir, en-Nihâye, III, 268) yasaklardı. Ayrıca namaz kılan kişinin kollarını yırtıcı hayvan gibi yere yapıştırmasını yasaklardı, namazını selam vererek bitirirdi. Müslim, Salât 240; Müsned, VI, 31, 194 Derim ki: İşte bu hadis dolayısıyla -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır ya- İbn Ömer şöyle demiştir: Namazda sünnet olan sağ ayağını dikmen sol ayağını da bükmendir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe ve mezhebine mensup ilim adamları ve Hasan b. Salih b. Hayy ise şöyle demişlerdir: Sağ ayağını diker, sol ayağına oturur. Çünkü Vail b. Hucr'un hadisi bunu gerektirmektedir. Şâfiî, Ahmed ve İshak da ara oturuşun böyle yapılacağını söylemişlerdir. Öğle, ikindi, akşam ve yatsının son oturuşunun ise Mâlik'in dediği gibi yapılacağını söylemişlerdir. Buna sebep ise Buhârî'nin rivâyet ettiği Ebû Humeyd es-Saidî yoluyla gelen Hadîs-i şerîftir. O şöyle demektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı gördüm ki: Tekbir getirdiği vakit, ellerini omuzlarının hizasına kaldırır, rükûa vardığı vakit ellerini dizkapaklarına iyice koyar, sonra sırtını büker (rükûa eğilir), rükûdan başını kaldırdığında her bir omuru yerine gelinceye kadar doğrulur, secde ettiği vakit ellerini (kollarını) yere yapıştırmaksızın yere koyar, ellerini kapatmaz, ayağının parmak uçlarını kıbleye yönelik tutardı. İki rek'at arasında oturduğunda sol ayağı üzerine oturur, ötekini diker, son rek'atte oturduğunda da sol ayağını öne alır, sağ ayağını diker ve makadı üzerinde otururdu. Buhârî, Ezan 145; Ebû Dâvûd, Salât 116. Taberî der ki: (Namaz kılan) bu şekilde yaparsa güzel bir iş yapmış olur. Çünkü bunların hepsinin Peygamber (s. a) tarafından yapıldığı sabit olmuştur. 30- Oturuşta Ellerin Vaziyeti: Mâlik'in Müslim b. Ebi Meryem'den, onun Ali b. Abdurrahman el-Muâvî'den rivâyetine göre Ali şöyle demiş: Namaz kıldığım sırada çakıllarla oynarken Abdullah b. Ömer beni gördü. Namazı bitirince bu işi terketmemi söyledi ve: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne şekilde yapıyor idiyse sen de öyle yap, dedi. Ben: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ne şekilde yapıyordu? diye sorunca şöyle dedi: O namazda oturduğunda sağ elini sağ baldırının üzerine koyar, bütün parmaklarını kapatır ve baş parmağa bitişik olan parmağı ile (şehadet parmağı ile) işaret ederdi. Sol elini de sol baldırının üzerine koyardı. Ve dedi ki: İşte böyle yapardı. Muvatta’', Salât 43; Müslim, Mesâcid 116; Ebû Dâvûd, Salât 180-181; Nesâî, Sehv 33. İbn Abdi’l-Berr der ki: İbn Ömer'in nitelediği şekliyle sağ eli sağ baldırına koyması sağ elinin bütün parmaklarını yumup sadece şehadet parmağını açık tutup onunla işarette bulunması, buna karşılık sol elini sol baldırına açık ve parmakları birbirinden ayrı olarak koyması, bütün bunlar namaz esnasındaki oturuşta icmâ' ile kabul edilmiş birer sünnettir. Bildiğim kadarıyla bu hususta ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. Bu kadarı sana yeter. Şu kadar var ki ilim adamları şehadet parmağını hareket ettirmekte farklı görüşlere sahiptirler. Kimisi bu parmağını hareket ettirmesinin uygun olduğu görüşünde iken, kimisi bu görüşte değildir. Bütün bunlar ise Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar sahih senetle ulaşan rivâyetlerde yer almıştır. Hepsini yapmak da mubahtır. Allahü teâlâ'ya hamdolsun. Süfyan b. Uyeyne de bu hadisi Müslim b. Ebi Meryem'den İmâm Mâlik'in rivâyet ettiği anlamıyla rivâyet etmiş ve ayrıca şunu da eklemiştir: Süfyan dedi ki: Bunu bize Yahya b. Said, Müslim'den nakletti. Sonra ben Müslim ile karşılaştım, bu hadisi ondan dinledim. Fazladan bana şunları da dedi: "(Parmağı bu şekilde hareket ettirmek) şeytanı kovalamaktır. Sizden herhangi bir kimse parmağı ile işaret edip böyle yaptığı sürece (namazında) yanılmaz." İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IV, 262. Derim ki: Ebû Dâvûd'un İbn ez-Zübeyr'den gelen rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) dua ettiğinde parmağı ile işaret eder, fakat onu hareket ettirmezdi. Ebû Dâvûd, Salât 180-181. Bazı Irak âlimleri de bu görüşü kabul edip şehadet parmağını hareket ettirmeyi menetmiştir. Mezhebimize mensup kimi ilim adamları ise parmağı bu şekilde uzatmanın tevhidin devamına işaret olduğu görüşünü belirtmişlerdir. İmâm Mâlik mezhebine mensup ve başkaları arasından pek çok ilim adamı şehadet parmağının hareket ettirileceği görüşündedir. Ancak bu hareket ettirmenin devamlı olup olmayacağı hususunda iki ayrı görüş belirtmişlerdir. Parmağını hareket ettirmeyi benimseyenler şu açıklamayı yaparlar: Bu durum namazda huzuru sürekli hatırlatır ve Süfyan'dan gelen rivâyette de belirtildiği gibi bu şeytanı kovmakta ve def etmektedir. Devamlı hareket ettirmeyi uygun görmeyen kimseler ise, şehadet kelimelerini telaffuz ettiği esnada parmağını hareket ettirmeyi uygun görür. Ve bu hareketini şöyle açıklar: O bu parmağı ile de tevhidi söylemiş gibidir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 31- Kadının Namazda Oturuş Şekli: Kadının namazda ne şekilde oturacağı hususunda da farklı görüşler vardır: Mâlik der ki: Kadın erkek gibi oturur ve iftitah tekbirinden sonra giyim ve açıktan okuma dışında erkekten farklı bir durumu yoktur. es-Sevrî der ki: Kadın cilbabını tek bir tarafından örtünüp aşağıya doğru sarkıtır. Bunu İbrahim en-Nehaî'den rivâyet etmiştir. Ebû Hanîfe ve ashabı ise şöyle demiştir: Kadın en kolayına gelen şekil ne ise o şekilde oturur. Bu, en-Nehaî'nin de görüşüdür. O: Kolayına gelen şekilde oturur, demiştir. Şâfiî de: Tesettürüne en uygun şekil ne ise öyle oturur, demektedir. 32- İk'â Denilen Oturuş Şekli: Müslim'in rivâyetine göre Tavus şöyle demiştir: İbn Abbâs'a iki ayak üzerinde ik'â İk'â: Aslında kalçalarını yere koyup ayaklarını dikip ellerini de yere koymaktır. Burada iki secde arasında kalçalarını, topuklarına koyarak oturmak anlamındadır, (İbnu’l-Esir, en-Nihâye, IV, 89) hakkında soru sorduk. O bize: O sünnettir, dedi. Bizler ona: Biz bu işi erkek için ağır bir şekil olarak görüyoruz, deyince İbn Abbâs şöyle dedi: Hayır, bu senin Peygamberinin -salat ve selam ona- sünnetidir. Müslim, Mesâcid 32; Ebû Dâvûd, Salât 139, Tirmizî, Mevâkit 94; Müsned, I, 313 İlim adamları ik'â'ın ne şekilde olacağı hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Ubeyd der ki: İk'â erkeğin köpeğin ve yırtıcı hayvanların oturuşu gibi kalçaları üzerine oturup dizlerini kırıp, bacaklarını dikmesidir. İbn Abdi’l-Berr der ki: İşte icma ile kabul edilen ik'â ismi verilen oturuş şekli budur, ilim adamlarının bu konuda görüş ayrılıkları yoktur. Dilcilerin ve fukahâdan bir grubun açıklaması da böyledir. Ebû Ubeyd ise der ki: Hadisçiler ik'â denilen oturuş şeklini kişinin iki secde arasında kalçalarını ayak topuklarına koyması diye açıklarlar. Kadı Iyad da der ki: İk'ânın açıklaması ile ilgili olarak bana göre en uygun açıklama şekli İbn Abbâs'ın sünnettendir dediği şekildir. Fukahâ da bunu iki secde arasında kalçaları ayak topukları üzerinde koymak diye açıklamışlardır. İbn Abbâs tarafından da bu şekilde açıklanarak: Topuğunu kalçana değdirmen sünnettendir diye ifade etmiştir. Bunu İbrahim b. Meysere, Tavus'tan, o İbn Abbâs'tan rivâyet etmiş ve Ebû Ömer bunu zikretmiştir. Kadı (devamla der ki): Seleften ve ashab-ı kiramdan bir topluluktan rivâyet edildiğine göre onlar bu şekilde otururlardı. Bununla birlikte değişik bölgelerin fukahâsı genel olarak bu görüşü benimsemiş ve buna ik'â ismini vermişlerdir. Abdürrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun babasından rivâyetine göre babası İbn Ömer'i, İbn Abbâs'ı ve İbn ez-Zübeyr'i iki secde arasında ik'â yaparken görmüştür. 33- Namazın Sonunda Selam Vermek: Selam vermenin vücûbunu (farziyetini) kabul edenler ile etmeyenler arasında ikinci selamın farz olmadığı hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ancak el-Hasen b. Hay'den gelen rivâyete göre o her iki selamı da vacip kabul etmiştir. Ebû Ca'fer et-Tahâvî der ki: İki defa selam verileceğini kabul eden ilim ehli arasından ikincisinin namazın farzlarından olduğunu kabul eden, Hasan b. Hay'dan başka bir kimsenin bulunduğunu bilmiyoruz. İbn Abdi’l-Berr der ki: Hasen b. Salih'in her iki selamı da birlikte vacip görüp "ve birinci selamdan sonra ikinci selamdan önce abdesti bozulanın namazı da bozulur" şeklindeki kanaatinin delillerinden birisi de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "namazın tahlili (yani namaza ait olmayan fiillerin artık helal olması) selam vermektir." hadisidir. Bundan sonra Peygamber efendimiz, selam vermenin ne şekilde olacağını beyan etmiştir. O sağına ve soluna selam verirdi. İkincisini değil de yalnızca birinci selamı vacip (farz) kabul edenlerin delillerinden birisi de Peygamber efendimizin "onu helal kılmak selam vermektir" hadisidir. Onlar bununla ilgili olarak derler ki: Tek bir selam vermek hakkında da "teslim (selam vermek)" tabiri kullanılır, demişlerdir. Derim ki: Bu meselenin temeli, ismin asgarî miktarını mı yoksa azamî ve nihaî sınırını mı esas almak gerekir, sorusuna dayanır. Namaza girmek icma ile tek bir tekbir ile gerçekleştiğine göre aynı şekilde ondan çıkış da bir tek teslim (selam verme) ile olmalıdır. Şu kadar var ki, İbn Mes'ûd -ki bu konuya dair gelen rivâyet yolu en fazla olandır- dan Vâil b. Hucr el-Hadramî'den, Ammar'dan, el-Bera' b. Âzib'den, İbn Ömer'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'tan rivâyet edilen hadislerle âdeta tevâtüren sabit sünnetlerin belirttiğine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) iki defa selam verirdi. İbn Cüreyc, Süleyman b. Bilal ile Abdülaziz b. Muhammed ed-Deraverdî, hepsi Amr b. Yahya ve Mazinî'den, o Muhammed b. Yahya b. Habban'dan o amcası Vasi' b. Habban'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: (Dedi ki): İbn Ömer'e şöyle dedim: Bana Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın namazının ne şekilde olduğunu anlat. Bana başını kaldırıp eğdiği her seferinde tekbir getirdiğinden ve sağına "esselamu aleyküm verahmetullah" diyerek soluna da yine "esselamu aleykum verahmetullah" diyerek selam verdiğinden sözetti. Bir rivâyetler ve senetleri için bk. İbn Abdi’l-Berr, el-İstizkâr, IV, 297 vd. İbn Abdi’l-Berr der ki: Bu, Medine ehline ait sahih bir isnaddır. Bununla birlikte Medine'de meşhur olan uygulama tek bir selam vermektir. Bu, Medine halkının biribirinden öğrenerek miras aldığı bir uygulamadır. Böyle bir uygulamayı her beldede delil diye göstermek doğru ve sıhhatlidir. Çünkü günde birkaç defa tekrarlandığından dolayı vukuu kimseye gizli kalmaz. Yine Küfe ve başka şehirlerin halkının uygulamasında iki selam vermek oldukça yaygındır ve yine onlar bunu geçmişlerinden miras almışlardır. Bu türden olan farklı uygulamalar ezan gibi mubah bir şeydeki farklılığa benzer. Diğer taraftan Hicaz'da, Irak'ta, Şam'da ve Mısır'da bulunan herhangi bir ilim adamından tek bir selam vermenin ya da iki selam vermenin tepkiyle karşılandığına dair rivâyet gelmemiştir. Aksine bu ilim adamları bunu(n her ikisini de) bilmektedirler. Bir tek selam vermeye dair hadisi Sad b. Ebi Vakkas, Hazret-i Âişe ve Enes rivâyet etmişlerdir. Ancak bu rivâyetler illetlidir, hadis ilmini bilenler bunları sahih kabul etmemektedir. Dârakutnî'nin rivâyetine göre İbn Mes'ûd şöyle demiştir: Teşehhüdü gizliden yapmak sünnettendir. Ebû Dâvûd, Salât 179-180; Tirmizî, Salât 101. İmâm Mâlik, Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh) yoluyla gelen şu şekildeki teşehhüdü tercih etmiştir: Tahiyyat Allah'ındır, tertemiz ibadetler Allah'ındır, tayyibât (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır, selam sana ey Peygamber ve Allah'ın rahmeti ve bereketleri (üzerine olsun), Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür." Muvatta’', Salât 53. Şâfiî, Şâfîî ashabı ve Leys b. Sa'd ise, İbn Abbâs yoluyla gelen teşehhüdü tercih etmişlerdir. İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Kur'ân-ı Kerîm'den bir sûreyi öğretir gibi bize teşehhüdü öğretir ve şöyle derdi: Tahiyyat, mübarek dualar, salavat ve tayyibat (malî ve bedenî ibadetler) Allah'ındır. Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri de (üzerine olsun). Selam bizlere ve Allah'ın salih kularına. Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve şehadet ederim ki Muhammed Allah'ın Rasulüdür. " Müslim, Salât 60. es-Sevrî, Kûfeliler ve hadis ehli ise yine Müslim tarafından rivâyet edilen Abdullah b. Mes'ûd'un teşehhüdünü tercih etmişlerdir. Abdullah b. Mes'ûd der ki: Bizler namazda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ardında: Allah'a selam olsun, filana selam olsun derdik. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) günün birinde şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki Allah selâmın kendisidir. Sizden herhangi biriniz namazda oturacak olursa şunları söylesin: Tahiyyat Allah'ındır, malî ve bedenî ibadetler de (O'nundur). Selam sana ey Peygamber, Allah'ın rahmet ve bereketleri üzerine olsun. Selam bizlere ve Allah'ın salih kullarına." Kul bunu söylediği takdirde gökte olsun yerde olsun Allah'ın bütün salih kullarına isabet eder. (Devamla teşehhüdünü şöyle bitirir): Şehadet ederim ki Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur ve yine şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Rasûlüdür. Bundan sonra dilediği şekilde Allah'a dua eder, dilekte bulunur." Müslim, Salât 55. Ahmed, İshak ve Dâvûd da bu teşehhüdün yapılacağı görüşündedir. Endülüs'te Ahmed b. Halid de bunu tercih eder ve buna meylederdi. Ebû Muş'a el-Eş'ari'den, hem merfu' hem de mevkuf olarak İbn Mes'ûd'un bu teşehhüdüne yakın bir teşehhüd nakledilmiştir. Bütün bunlar ise mubah olan bir hususta ihtilaftır. Teşehhüd ile ilgili çeşitli rivâyetler için bk. Dârakutnî, I, 349 vd. Bunlardan herhangi birisini vacip kabul etmek sözkonusu değildir. Hamd yalnızca Allah'adır. İşte bütün bunlar aziz ve celil olan Allah'ın: "rükû' edenlerle birlikte siz de rükû' ediniz âyetinin ihtiva ettiği, İmâma ve me'muma (İmâma uyan kimseye) dair birtakım hükümlerdi. İleride yüce Allah'ın: "Ve Allah için huşu ve itaatla (namaza) kalkın." (el-Bakara, 2/238) âyetinde namazda ayakta durmaya dair açıklamalar gelecektir. Yine orada hasta olan İmâm ile buna benzer namaz ile alakalı diğer hükümlere dair açıklamalar da gelecektir. Âl-i İmrân Sûresi'nde Âl-i İmrân, 3/191. âyet, 3. başlık İmâmın dışında hasta kimsenin namazının hükmü, Nisa Sûresi'nde Nisa, 4/101’in tefsiri korku namazından söz ederken farz namaz kılanın nafile namaz kılana uymasının hükmü, Meryem Sûresi'nde Meryem, 19/11 âyet, 1. başlık İmâmın kendisine uyanlardan daha yüksekçe bir yerde namaz kılmasının hükmü ve buna benzer vakitlere, ezanlara ve mescidlere dair hükümler gelecektir. İşte bütün bunlar yüce Allah'ın: "namazı kılınız" âyetine dair bir beyan (açıklama)dır. Sûrenin baş taraflarında da yine namazın birtakım hükümleri sözkonusu edilmişti. Bundan dolayı yüce Allah'a hamdederiz. |
﴾ 43 ﴿