44Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz? Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz. Hâlâ akıllanmayacak mısınız? Âyetine dair açıklamalarımızı dokuz başlıkta ele alacağız. "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" âyeti azar anlamında bir sorudur. Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, maksat yahudi âlimleridir. İbn Abbâs der ki: Medine'de bulunan yahudilerden bir kimse müslümanlar arasından kendisi ile sıhrî akrabalığı, herhangi bir yakınlık veya süt akrabalığı bulunan kimseye: Üzerinde bulunduğun bu hal üzere sebat et ve -Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı kastederek- o adamın sana emrettiği şeyde kararlı ol. Çünkü onun emri haktır. Onlar insanlara bunu emrettikleri halde kendileri yapmıyorlardı. el-Vâhidî, Esbâbu Nüzûli'l-Kur'ân, Beyrut, 1411/1991, s. 27 Yine İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre yahudi âlimleri kendilerini takib edenlere ve kendilerine uyanlara Tevrat'a uymayı emrediyor fakat Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın niteliklerini inkâr etmek suretiyle de Tevrat'a aykırı hareket ediyorlardı. İbn Cureyc der ki: Yahudi âlimleri, Allah'a itaate teşvik ediyor, buna karşılık bizzat kendileri Allah'a isyanı gerektirecek günahları işliyorlardı. Bir diğer grup da şöyle demiştir: Sadaka vermeye teşvik ettikleri halde kendileri cimrilik gösteriyorlardı. Bu rivâyetlerin ifade ettikleri anlam birbirlerine yakındır. İşarî tefsir ile uğraşanlardan birisi de şöyle demiştir: Yani sizler anlamların hakikatlerini, insanların yerine getirmelerini isterken bizzat kendiniz bu anlamların zahirî şekillerine aykırı hareket ediyorsunuz. 2- Kendilerini Unutup Başkalarına İyiliği Emredenlerin Azâbı: Bu durumda olanların azaplarının şiddeti ile ilgili olarak Hammâd b. Seleme, Ali b. Zeyd'den, o Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İsra'ya götürüldüğüm gece dudakları ateşten makaslarla kesilen birtakım kimselerin yanından geçtim. Bunlar kimlerdir ey Cebrâîl, dedim. Bana şu cevabı verdi: Bunlar dünya ehlinden olan hatiplerdir. İnsanlara iyiliği emreder, Kitabı okudukları halde bizzat kendileri unutanlardır. Bunlar hiç akıl etmezler mi?" Müsned, III, 120, 231, 239. Ebû Umame'nin de rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyumuşur: "İnsanlara iyiliği emredip de kendilerini unutanlar cehennem ateşinde bağırsaklarını sürüklerler. Onlara, siz kimlersiniz diye sorulur, şu cevabı verirler: Bizler insanlara hayrı emrettiğimiz halde kendimizi unutan kimseleriz." Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 158. Derim ki: Bu Hadîs-i şerîfte leyyin bir ravi olan el-Husayb b. Cahder vardır ve İmâm Ahmed bunu zayıf ravi kabul ederdi. Ancak İbn Maîn de bunu Ebû Ğalib'den, o Ebû Umame Suday b. Aclan el-Bahilî'den rivâyet etmektedir. Ebû Galib ise -Yahya b. Mâin'in anlattığına göre- Halid b. Abdullah b. Esid'in azadlısı Hazevver el-Kureşî'dir. Bahilelilerin azadlısı olduğu da söylendiği gibi, Abdurrahman el-Hadramî'nin azadlısı olduğu da söylenmiştir. Bu kişi ticareti için Şam'a, gider gelirdi. Yahya b. Maîn der ki: Bu hadisi salih (alınabilir) bir kimsedir. Diğer taraftan Müslim bunu Sahih'inde bu manada Üsame b. Zeyd'den şu şekilde rivâyet etmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Kıyâmet gününde adam gelir, cehenneme atılır. Bağırsakları karnından dışarıya fırlar. Değirmen merkebinin döndüğü gibi bağırsakları etrafında döner. Cehennemlikler onun etrafına toplanır şöyle derler: Ey filan, sen ma'rufu emreden münkerden alıkoyan bir kimse değil miydin? Şöyle der. Evet, böyle idim. Ma'rufu emreder fakat işlemezdim. Münkerden alıkoyar fakat kendim işlerdim." Buhârî, Bed'u’l-Halk 10; Müslim, Zühd 51; Müsned, V, 205, 206, 207, 209. Derim ki: Sahih hadis ile âyetin lâfızları maruf ve münkeri bilip bunların her birisinin gerektirdiği görevi yerine getirmenin vücubunu bilen bir kimsenin, bunları bilmeyen bir kimseye göre cezasının daha ağır olacağını gösterir. Çünkü o bu şekilde yüce Allah'ın yasaklarını küçümsüyor, hükümlerini hafife alıyor gibidir. Ve böyle bir kimse kendi bilgisiyle yararlanamayan kimsedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise şöyle buyurmuştur: "Kıyâmet gününde azâbı insanlar arasında en çetin olacak kimse yüce Allah'ın kendisini bilgisiyle faydalandırmadığı ilim adamı olacaktır." el-Heysemî, Mecmau'z-Zevâid, I, 185. Hadisi İbn Mâce Sünen'inde rivâyet etmiştir. 3- Âyet-i Kerîmedeki Azarın Sebebi: Şunu bil ki -Allah seni başarılı kılsın- âyet-i kerimedeki azarlayıcı ifadeler iyiliği işlemeyi terketmekten dolayıdır. İyiliği emretmekten dolayı değildir. Bundan dolayı yüce Allah Kitab-ı Kerîm'inde iyi amelleri emredip de onları işlemeyen birtakım kimseleri yermiş ve Kıyâmet gününe kadar zaman boyunca okunacak bir âyet ile onları azarlayarak: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" diye buyurmuştur. Fakih Mansur şu beyitlerinde ne güzel söyler: "Bir topluluk var ki emrediyorlar Kendilerinin yapmadıklarını Şüphesiz bunlar delidirler, isterse onlar Sar'aya tutulmasınlar." Ebû'l Atahiye de der ki: "Takvayı sanki sen takvalı imiş gibisin anlatıyorsun Halbuki günahların kokusu senin elbisenden yayılıyor." Ebû'l Esved ed-Düelî de şöyle demiştir: "Bir huyu yasaklayıp da sen benzerini işleme Böyle bir şey yaparsan bu senin için büyük bir ayıptır. İşe kendinden başla, kendini sapıklıktan alıkoy. Eğer vazgeçebilirsen o vakit sen hikmet sahibi bir kimsesin demektir. O takdirde öğüt verirsen kabul edilir ve söylediklerine Uyulur, öğrettiklerinin de faydası olur." Ebû Amr b. Matar der ki: Zühd sahibi, Ebû Osman el-Hirî'nin meclisinde bulundum. Dışarı çıktı ve öğüt vermek üzere oturduğu yerini aldı. Uzun boylu sustu. Ebû'l-Abbâs diye bilinen birisi ona şöyle seslendi: Bu susuşuna dair birşey söylemeyi uygun görür müsün? Bunun üzerine şöyle dedi: "Takva sahibi olmayan bir kimse insanlara takvayı emrediyor, Kendisi hasta olan bir doktor başkasını tedavi ediyor." Bunun üzerine ağlamalar ve gürültüler yükselmeye başladı. 4- İbretli Hikayeler (Kasas) Anlatma: İbrahim en-Nehaî der ki: Üç âyet-i kerîme dolayısıyla kıssa anlatmaktan hoşlanmıyorum. Bunların birisi yüce Allah'ın: "Siz insanlara iyiliği emredip kendinizi unutur musunuz?" âyetidir, diğeri: "Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz?" (es-Saf, 61/2) âyeti, diğeri ise "Size ettiğim yasağa kendim muhalefet etmek istemem" (Hud, 11/88) âyetidir. Selm b. Amr da şöyle demektedir: "Kendisi zahidlik etmediği halde insanlara zühdü tavsiye eden Bir vaizin zahidlik öğütlemesi ne kadar çirkindir! Eğer o zahidliğe samimi olarak çağıran birisi olsaydı Sabah akşam onun kaldığı ev mescid olurdu. Eğer o gerçekten dünyayı reddetmiş ise ne diye İnsanlardan hediyeler bekliyor, bağışlar umuyor? Halbuki rızık gördüğün kimselere pay edilmiştir Siyahı da beyazı da onu ele geçiriyor." el-Hasen, Mutarrıf b. Abdullah'a : Arkadaşlarına öğüt ver demiş, o da şu cevabı vermiş: Korkarım ki yapmadığım şeyleri söylerim. el-Hasen: Allah sana merhamet buyursun. Hangimiz söylediğini yapıyor ki? Şeytan ise böyle bir sonucu elde etmek istiyor. O vakit hiçbir kimse bir ma'rufu emretmez ve bir münkeri de yasaklamaz. Mâlik, Rabia b. Ebi Abdurrahman'dan rivâyetle der ki: Saîd b. Cübeyr'i şöyle derken dinledim: Herkes kendisinde olumsuz hallerden hiçbir eser kalmayıncaya kadar marufu emretmeyi, münkerden alıkoymayı bıraksaydı hiçbir kimse hiçbir marufu emretmez, hiçbir münkerden de alıkoymazdı. Mâlik der ki: Gerçekten doğru söylemiştir. Bazı kusurları bulunmayan kim var ki? Bu âyet-i kerimede geçen "iyilik (birr)"den kasıt itaat ve salih ameldir. Birr: Doğruluk, tilki yavrusu ve koyun pazarı gibi anlamlara da gelir. Arapların: “.....” şeklindeki sözleri, koyunlara ne şekilde seslenileceğim ve ne şekilde güdüleceklerini birbirinden ayırdedemez, anlamındadır. Buna göre bu kelime müşterek bir lafızdır. Şair der ki: "Allah'ım, Rabbim, şüphe yok ki Bekroğulları işte önündedir insanlar sana itaat ediyor, onlar ise sana isyan ediyorlar." Şairin şu sözünde geçen "birr" kelimesinin kalp anlamına geldiği de söylenir: "Ben onun yanında kalbin durumu gibi olurum ve ondan da yakın; Malımı önüne bırakıyorum ve emirlerini gözlüyorum." Burr, bilinen birşeydir (buğday demektir). Berr ise saygı ve ta'zim göstermek demektir. Anne-babasına ta'zim edip ikramda bulunan kimse hakkında berr ve bârr çocuk denilir. 6- İyiliği Emrederken Kendini Unutmak: Yüce Allah'ın: "Kendinizi unutur musunuz?" âyetinden kasıt, kendinizi terkeder o halde bırakır mısınız demektir. Unutmak, terketmek anlamına da gelir ve burada kasıt budur. Yüce Allah'ın: "Onlar Allah'ı unuttular, Allah da onları unuttu" (et-Tevbe, 9/68); "Onlara verilen öğütleri unutmaları üzerine.." (el-En'am, 6/44) ile: "Ve aranızda faziletli davranışı unutmayınız" (el-Bakara, 2/237) âyetinde "unutmak" hatırlamanın ve bellemenin zıddı anlamındadır. İleride de gelecek olan: "Âdem unuttu, bunun için onun soyundan gelenler de unuttu" hadisindeki unutmak da bu anlamdadır. Çokça unutan unutkan kimseye "nesyan" denilir. Âyet-i kerimede geçen nefs (kendi) ise ruh demektir. Nefsi (canı) çıktı denilir. Şair Ebû Hirâş der ki: "Salim kurtuldu ve onun nefsi (canı) ağzında idi O ise ancak kılıcının kını ve kararlılığı ile kurtuldu." Âyet-i kerimede geçen "nefs"in ruh anlamına geldiğinin delillerinden birisi de yüce Allah'ın şu âyetidir: "Allah, ölümleri nefisleri (ruhları) vaktinde alır." (ez-Zumer, 39/42) İleride de geleceği üzere tefsir âlimlerinin bir grubunun görüşüne göre böyledir. Bu husus, Hazret-i Bilal'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a söylediği -İbn Şihab yoluyla gelen- hadiste gayet açıktır: Ey Allah'ın Rasûlü, senin nefsini alan kim ise benim de nefsimi o aldı. Muvatta’', Vukutu's-Salat 25; Müslim, Mesacid 306'da Ebû Hüreyre'den Yine Hazret-i Peygamber'in Zeyd b. Eslem yoluyla gelen hadisteki şu sözü de böyledir: "Şüphesiz Allah, bizim ruhlarımızı kabzetti. Dileseydi ruhlarımızı bir başka zamanda bize geri verirdi." Muvatta’', Vukutu's-Salat 26 Bu iki hadisi de İmâm Mâlik rivâyet etmiştir. Konu ile ilgili en uygun görüş budur. Nefs aynı zamanda kan anlamındadır. (Kanı aktı anlamında) nefsi aktı, denilir. Şair der ki: "Nefslerimiz (kanlarımız) akıyor kılıçların keskin ucu üzerinde Zaten silahların ucundan başka birşey üzere akmazlar." İbrahim en-Nehaî de der ki: Akan bir nefsi (kanı) olmayanların suda ölmeleri halinde suyu pisletmezler. Nefs aynı şekilde ceset anlamına da gelir. Şair der ki: "Bana haberin ulaştığına göre Suhaymoğulları el-Münzir'in nefsinin (cesedinin) kanını evlerine soktular." 7- Kitabı Okuyup Durduğunuz Halde mi?..: Yüce Allah'ın: "Halbuki Kitab'ı da okuyup durursunuz" âyeti anlayan için çok büyük bir azar ihtiva etmektedir. "Kitab'ı da okuyup durursunuz" âyeti Tevrat'ı da okursunuz demektir. Aynı şekilde onların davranışlarının benzerini yapan da onlar gibi olur. "Tilâvet"in aslı tâbi olmak demektir. Okumak anlamına gelen kıraat hakkında kullanılması da bundan dolayıdır. Çünkü uygun şekliyle ortaya çıkıncaya kadar harfler arka arkaya dizilerek kelimeler de birbirinin ardısıra söylenirler. Uymak anlamına kullanıldığı takdirde masdarı "tuluv", okumak anlamına kullanıldığı zaman ise masdarı "tilâvet" şeklinde olur. Yine yardımsız bırakmak halinde de "tuluvv" masdarı kullanılır. Kalıntı anlamına ise "teliyye" ile "tülâve" kullanılır. Hakkını bütünüyle alıncaya kadar işin arkasını bırakmamak için de bu kökten gelen kelime kullanılır. Yüce Allah'ın: "Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" âyeti, sizler hala kendinizi, sizi bu derece alçaltan böyle bir durumu işlemekten engellemeyecek misiniz, demektir. Akl kelimesi engellemek anlamındadır. Deve yuları anlamına gelen "ikal" da burdan gelmektedir. Çünkü hareket etmesini engeller. Diğer taraftan diyet hakkında da "akl" tabiri kullanılır. Çünkü bu diyet, maktulun velisini caniyi öldürmekten alıkoyar. Kabızlık haline ve dilin tutulmasına "i'tikâl" denilmesi de bu anlam yakınlığından dolayıdır. Kaleye (ism-i mekân) olarak "ma'kil" denilmesi de bundandır. "Akl" aynı zamanda bilgisizliğin zıddıdır. Yine Arap kadınlarının kendisi ile hevdeçlerini örttüğü kırmızı bir kumaşa da bu isim verilir. Alkame der ki: "Uzunlamasına ve yuvarlak süslü kumaşları kuşlar neredeyse kapıverecek Sanki o karından boşalan kırmızı kanları andırır." İbn Fâris der ki: Kumaşlarda uzunlamasına nakış ve süslere "akl" denir. Dairemsi alanlara da "rakm" denilir. ez-Zeccâc der ki: Akıllı kişi Allah'ın kendisine farz kıldığı şeylere uygun hareket eden, onları yerine getiren kimsedir. Bunların gereğince amel etmeyen kimse ise cahildir. Hak ehli aklın yaratılmış olduğunu , var olduğunu, kadim olmayıp mevcut bir varlık olduğunu ittifakla kabul ederler. Çünkü akıl yok olsaydı birtakım zatlara özel bir sıfat olmazdı. Onun varlığı sabit olduğuna göre kadim olduğunu söylemeye imkan olmaz. Çünkü -bu sûrede ve başka yerde yüce Allah'ın izniyle açıklanacağı üzere- yüce Allah'tan başka kadim bir kimsenin olmadığına dair kesin deliller vardır. Felsefeciler ise aklın kadim olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Yine onlardan kimisi aklın insan bedeninde bulunan latif bir öz -cevher- olup ondan ışınlar saçıldığını kabul ederler. O bu durumuyla evde bulunan kandile benzer. Onun aracılığı ile, bilinen şeylerin hakikatleri birbirlerinden ayırdedilir. Kimileri de şöyle der: Akıl mürekkep (kompleks) olmayan basit bir cevherdir. Ancak aklın bulunduğu yer hakkında farklı görüşler ortaya atmışlardır. Kimi felsefeciler onun yerinin dimağ (beyin) olduğunu söyler. Çünkü beyin duyuların merkezidir. Bir başka kesim ise onun yeri kalptir, demektedir. Çünkü kalp hayatın fışkırdığı yer ve duyuların maddesidir. Aklın bir cevher olduğu şeklindeki görüş tutarsızdır. Çünkü cevherler birbirlerini andırır. Eğer herhangi bir cevher akıl ise her cevherin de akıl olması gerekir. Şöyle de denilmiştir: Akıl eşyayı, anlamlarının hakikatinden hareketle olduğu şekliyle idrâk eden araçtır. Bu görüş bir önceki görüşten doğruya daha yakın olmakla birlikte, idrakin canlının niteliklerinden olması bakımından yine doğru olmaktan uzaktır. Akıl bir arazdır. Onun böyle bir özelliğe (idrak etmek özelliğine) sahip olmasına imkan yoktur. Nitekim onun lezzet duyan ve arzulayan olması da imkansızdır. Şeyh Ebû'l-Hasan el-Eş'ari ile Üstad Ebû İshak el-İsferayinî ve başka muhakkikler şöyle derler: Akıl ilmin kendisidir. Bunun delili de: Aklettim, fakat bilmedim yahut bildim, fakat akletmedim, denilmesidir. Kadı Ebû Bekr de der ki: Akıl vaciplerin (varlığı zorunlu olanların) vücubunu, caizlerin (varlıkları mümkün olanların) caizliğini, müstahillerin (varlıkları imkansız olan şeylerin) müstahil oluşunu kesin olarak bilmek demektir. Ebû'l-Mealî, el-İrşad adlı eserinde bu tarifi tercih ederken el-Burhan adlı eserinde ise, akıl kendisi aracılığıyla bilgileri idrak etmenin mümkün olduğu bir niteliktir, tarifini tercih etmiş ve Kadının (Ebû Bekir'in)görüşüne itiraz ederek kabul ettiği bu görüşün tutarsızlığına dair deliller getirmiştir. Yine Ebû'l-Mealî el-Burhan adlı eserinde el-Muhasibî'nin: Akıl insanın fıtratındaki bir güçtür dediğini nakletmektedir. Üstad Ebû Bekr ise Şâfiî ve Ebû Abdullah b. Mücâhid'den, akıl ayırdedebilme aracıdır, dediklerini nakletmektedir. Ebû'l-Abbâs el-Kalanisî'den ise "akıl ayırdetme gücüdür" dediğini, el-Muhasibî'den de: "akıl nurlar ve basiretlerdir" dediğini nakletmekte; daha sonra bu görüşleri sınıflandırarak çeşitli şekillerde yorumlamakta ve şöyle demektedir: Uygun olan ise Şâfiî'den ve İbn Mücâhid'den böyle bir naklin sahih olmayacağıdır. Çünkü "araç" ancak müsbet aletler hakkında kullanılır. Arazlar hakkında kullanılması ise mecazîdir. Yine akıl hakkında "o bir güçtür" diyenlerin görüşü de böyledir. Çünkü güçten akıl ile kavranılabilen sadece kudrettir. el-Kalanîsî ise ifadelerini kelime anlamlarını alabildiğine genişleterek kayıtsız bir şekilde kullanmıştır. el-Muhasibî de bu şekilde davranmıştır. Akıl aslında ne surettir, ne nûr (ışık)tır. Ancak onun vasıtası ile nurlar ve basiretler elde edilir. İnşaallah bu sûrede tevhid âyeti el-Bakara, 2/164. açıklanınca aklın faydasına dair açıklamalar gelecektir. |
﴾ 44 ﴿