45

Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz. Şüphesiz ki o, hâşi'lerden eğenlerden başkasına elbette ki ağır gelir.

Bu âyete dair açıklamalarımızı sekiz başlıkta ele alacağız:

1- Sabır:

Sabır sözlükte, alıkoymak, engellemek demektir. Filan kişi sabr yolu ile öldürüldü, denildiği zaman, ölünceye kadar alıkonuldu, engellendi demektir. Kendi nefsimi bir şeye karşı sabrettim dendiğinde, kendimi o şeyden alıkoydum, engelledim, demek olur. Hadîs-i şerîfte nehyedilen "el-masbûra" Müslim, Sayd 58, 60. ise ölünceye kadar hapsedilen anlamındadır. Ona (şeddeli peltek se ile) "el-mücesseme" de denilir. Şair Antere der ki:

"Hür olarak bunu bilerek sabrettim

Korkağın canı gözetleyip durunca benimki sebat gösteriyordu."

2- İtaate Devam ve Aykırı Hareket Etmeyerek Sabır:

Yüce Allah, Kitab-ı Kerîm'inde itaate devam etmek ve emirlerine muhalefetten uzak durmak suretiyle sabrı emrederek "sabrediniz" diye buyurmuştur. Filan kişi masiyetlere karşı sabredicidir denilir. Masiyetlere karşı da sabretti mi, itaat üzere sabrediyor demektir. Bu hususta söylenen en doğru görüş budur. en-Nehhâs der ki: Musibete karşı sabreden kimseye "sabredici" denilmez. Böyle bir kimse hakkında şu şeye karşı sabırlı tabiri kullanılır. Eğer mutlak olarak sabredici tabiri kullanılırsa, bu yaptığımız açıklamaya göre anlaşılmalıdır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsızca verilir." (ez-Zumer, 39/10)

3- Sabır ve Namaz:

Yüce Allah

"sabır ve namaz ile" âyetiyle önemine işaret etmek üzere sair ibadetler arasından özellikle namazı zikretmiştir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da bir sıkıntı ile karşı karşıya kaldı mı hemen namaza koşardı. Müsned, I, 206, 268. Nitekim rivâyet edildiğine göre Abdullah b. Abbâs'a, yolculukta bulunduğu bir sırada kardeşi Kusem'in -bir başka görüşe göre kızının- vefat haberi verilir, istircada bulunur (inna lillah ve inna ileyhi raciûn der) ve şöyle der: Bu bir avretti ki Allah onu setretti. İhtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olduğumuz bir varlığımızdı. Allah bu sorumluluğumuzu kaldırdı ve Allah'ın bizim için önden gönderdiği bir ecirdir. Daha sonra yolun bir kenarına çekildi, namaz kıldı, arkasından "Bir de sabır ve namaz ile yardım isteyiniz" âyetini okuyarak bineğine doğru gitti. Buna yakın iki rivâyet için bk. Suyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, I, 163. Bu açıklama şekline göre burada geçen "namaz" şer'i hüviyetiyle bilinen namazdır.

Başkaları ise burada sözü geçen "namaz"ın sözlükte bilinen anlamıyla dua etmek olduğunu söylemişlerdir. Bu açıklama şekline göre, bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın şu âyetine benzer:

"Ey îman edenler; bir toplulukla karşılaştığınız zaman sebat gösterin ve Allah'ı çokça anın." (el-Enfal, 8/45) Çünkü sebat göstermek sabrın kendisidir, zikir ise duadır.

Üçüncü bir görüş: Mücâhid dedi ki: Bu âyet-i kerimede sözü geçen sabır oruçtur. Bundan dolayıdır ki ramazana "sabır ayı" denilmiştir. Bu görüşe göre bu âyet-i kerimede namaz ve oruç, aralarındaki ilişki dolayısıyla bir arada gelmiştir. Çünkü oruç, şehvetlerden alıkoyar, dünyaya karşı zühdü telkin eder. Namaz ise münkerden ve ahlaksızlıktan alıkoyar, insanın kalbine huşu verir ve namazda insana âhireti hatırlatan Kur'ân okunur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

4- Sabır ve Nefse Karşı Cihad:

Eziyetlere ve itaatlere karşı sabırlı olmak, nefse karşı cihad etmek, nefsi arzularından uzak tutmak ve ileri gitmesini engellemek türünden bir davranıştır. Bu, peygamberlerin ve salihlerin huyları (ahlakı) cümlesindendir. Yahya b. el-Yeman der ki: Sabır Allah'ın sana rızık olarak verdiği halden başkasını temenni etmemek, Allah'ın senin için hükmetmiş olduğu dünya ve âhirete dair hükümlerine rıza göstermektir.

eş-Şa'bi de der ki: Ali (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: Sabrın îmana göre durumu, başın cesede karşı konumu ayarındadır.

Taberi der ki: Ali (radıyallahü anh) gerçekten doğru söylemiştir. Çünkü îman , kalb ile bilmek, dil ile ikrar etmek, azalarla amel etmektir. Azalarıyla amel etmeyi sürdürmeyen ve sabır göstermeyen bir kimse mutlak anlamıyla îmana hak kazanamaz. Şer'i emirler gereğince amel etmek üzere sabretmek, kendisi olmadıkça cesedinin tam olması sözkonusu olmayan insanın başına benzer.

5- Diğer Ameller ile Sabrın Mükâfatı Arasında Bir Karşılaştırma:

Yüce Allah, amellerin karşılığını nitelemiş ve onlar için belli bir sınır tesbit ederek şöyle buyurmuştur:

"Güzellikle (hayırlı amelle) gelen için getirdiğinin on misli (ecir) vardır." (el-En'am, 6/160) Allah, yolunda sadaka vermenin mükâfatının daha fazla olduğunu bize bildirmektedir:

"Mallarını Allah yolunda infak edenlerin hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz tane bulunan tek bir tohum gibidir." (el-Bakara, 2/261) Buna karşılık sabredenlerin ecrinin karşılıksız olduğunu beyan buyurmuş ve sabreden kimseleri överek şöyle buyurmuştur:

"Sabredenlere ecirleri şüphesiz hesapsız verilir." (ez-Zumer, 39/10);

"Kim de sabreder ve bağışlarsa şüphesiz ki bu büyük işlerdendir." (eş-Şûrâ, 42/43)

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Yüce Allah'ın:

"Şüphesiz ki sabredenlere ecirleri hesapsız verilir" âyetinde sözü geçen "sabredenler" oruç tutanlardır. Çünkü yüce Allah, sahih bir kudsî hadisinde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan gelen rivâyete göre: "Oruç benim içindir, onun mükâfatını verecek olan da benim" diye buyurmaktadır. Müslim, Siyam 163, 164. Burada tıpkı sabır hakkında da sözkonusu etmediği gibi oruç hakkında da miktarı belli bir sevabı zikretmemektedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

6- Allah da Kendi Yüce Zatını "Sabr" ile Nitelemiştir:

Sabrın fazilet ve üstünlüğünü belirten hususlardan birisi de şanı yüce Allah'ın kendi zatını sabır ile nitelemiş olmasıdır. Nitekim Ebû Mûsa (radıyallahü anh)'ın rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "İşittiği rahatsızlık verici bir söze karşı hiçbir kimse yahutta hiçbir şey yüce Allah'tan daha sabırlı değildir. Çünkü insanlar Allah'ın oğlu olduğunu ileri sürüyorlar buna karşılık O, onlara afiyet vermekte, onları rızıklandırmaktadır." Bu hadisi Buhârî rivâyet etmiştir. Buhârî, Tevhid 3, Edeb 71; Müslim, Münafıkûn 49-50.

Mezhep âlimlerimiz şöyle demiştir: Şanı yüce Allah'ın sabır ile nitelendirilmesi hilm anlamındadır. Yüce Allah'ın hilm (halim olmak) ile nitelendirilmesinin anlamı ise, hak edenlerin cezasını geciktirmesi demektir. Sabırlı olmakla nitelendirilmesine dair Kur'ân-ı Kerîm'de herhangi bir âyet vârid olmuş değildir. Bu Ebû Mûsa'dan rivâyet edilen Hadîs-i şerîfte vârid olmuştur. Ehl-i Sünnet de bunu hilm anlamında almış ve böyle açıklamıştır. Bu açıklamayı İbn Fûrek ve başkaları zikrederler. Ayrıca yüce Allah'ın isimleri arasında kendisine isyan edenlere karşı halîm olduğunun aşırı derecede olması dolayısıyla güzel isimleri arasında "es-Sabûr (çok sabırlı)" ismi de zikredilmektedir.

7- Hâşi' Olmayanlara Namaz mı Daha Ağır Gelir Oruç mu?:

Yüce Allah'ın "Şüphesiz ki o... ağır gelir" âyetinde yer alan "şüphesiz ki o"daki zamirin yalnızca namaza mı ait olduğu yoksa burada oruç anlamına gelen "sabr"a da mı ait olduğu hususunda müfessirlerin farklı görüşleri vardır. Yalnızca namaza ait olduğu söylenmiştir. Buna sebep olarak da namazın nefse oruçtan daha ağır gelişini ve nefsin gözünde daha büyük görülüşünü göstermişlerdir. Çünkü namazda nefisler alıkonulmakta hapsedilmektedir. Oruçta sadece arzu ve şehvetlerin önü alınmaktadır. Bir ya da iki arzusu engellenen bir kimse bütün arzularından alıkonulan bir kimse gibi değildir. Oruçlu bir kimsenin kadınlara, yiyecek ve içeceklere duyduğu arzu engellenmiştir. Bundan sonra ise konuşmak, yürümek insanlarla karşı karşıya kalmak gibi bakmak ve benzeri arzulardan istediği gibi faydalanabilir ve kendisine yasak kılınan arzular yerine bu gibi şeylerle teselli bulabilir. Namaz kılan kimse ise bütün bunlardan alıkonulur. Namazda bütün azaları, bütün arzu ve şehvetlerinden alıkonulur, bağlanır. Durum böyle olduğuna göre namaz nefse daha zor ve ağır gelir, ona karşı direnmek daha çetin bir haldir. İşte bundan dolayı burada yüce Allah, (tekil zamir kullanarak) "şüphesiz ki o., ağır gelir" diye buyurmaktadır.

Bir diğer görüşe göre, buradaki zamir her ikisine de (namaza da, sabra veya onun anlamında olan oruca da) aittir. Ancak burada çoğunlukla vukuu görülen namaz kastedilmiştir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Altın ve gümüşü biriktirip de onu (yani altın ve gümüşü) Allah yolunda infak etmeyenler.." (et-Tevbe, 9/64);

"Onlar bir ticaret veya bir eğlence gördükleri zaman seni ayakta bırakıp ona doğru yöneldiler." (el-Cum'a, 62/11) diye buyurmakta, burada ilk âyet-i kerimede zamir daha çok kullanılan ve saklanan olduğundan dolayı gümüşe; ikinci âyet-i kerimede ise tekil olan zamir daha önemli ve daha üstün ve değerli olduğundan dolayı da ticarete aittir.

Şöyle bir açıklama da yapılmıştır: Sabır namazın kapsamına girdiğinden dolayı zamir namaza aittir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Daha doğru olan Allah'ı ve Rasulünü hoşnud etmeleridir." (et-Tevbe, 9/62) Burada "her ikisini de hoşnut etmeleridir" anlamını verecek şekilde tesniye (ikil) zamir kullanılmamıştır. Çünkü Allah'ın Rasûlünü razı etmek yüce Allah'ı razı etmenin kapsamı içerisindedir. Şairin şu beyiti de böyledir:

"Gerçek şu ki genç delikanlılık ile simsiyah saçlar

Zora düşmedikçe delilik olur."

"Şair, burada "her ikisi de zora düşmedikçe" demeyip zamiri sadece genç delikanlılığa ait kılmıştır. Çünkü saçın siyahlığı da onun kapsamı içerisindedir.

Bir diğer açıklamaya göre zamir her ikisine de ayrı ayrı gitmekte fakat ifadenin kısa olmasını sağlamak üzere hazfedilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Biz Meryem'in oğlunu ve anasını bir âyet (alamet, belge) kıldık." (el-Mu'minun, 23/50) Burada "iki âyet" denilmeksizin "bir âyet" demekle yetinilmşitir. Şairin şu sözleri de bu türdendir:

"Kiminin evi barkı Medine'dedir

Ben ve Kayyar ise orada bir garib(iz)"

Burada kastı: İkimiz garibiz, şeklindedir.

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Her bir kederin bir genişlik zamanı vardır

Sabah ve akşam ile onunla beraber iflah olunmaz."

Şair burada, ikisiyle beraber iflah olunmaz, demek istemiştir.

Bir diğer açıklamaya göre zamir, sabır ve namazın sözkonusu edilmesi dolayısıyla her ikisinin manen ihtiva ettiği ibadete râcidir.

Bir diğer görüşe göre ise zamir masdara aittir. Bu ise "yardım isteyiniz" emrinin gerektirdiği "yardım dilemek" masdarıdır.

Bir başka açıklama şekline göre bu Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağırışını kabul etmeye racidir. Çünkü sabır ve namaz Hazret-i Peygamber'in kendisine çağırdığı şeyler arasındadır.

Bir diğer açıklama şekline göre ise bu zamir Ka'be'ye racidir. Çünkü namaz kılma emri ona yönelmek suretiyle gerçekleştirilir. "Büyüktür" âyeti buradaki ağır ve zor gelir, demektir.

"Bunlardan istisna ise hâşi'lerdir." Yani onlardan başkalarına ağır gelir, hâşi'lere ise hafif gelir. Meanî âlimleri de derler ki: Ezelde Allah tarafından seçilme ve hidâyete iletilme özellikleriyle desteklenen kimselerin dışındakilere bu ağır gelir, demektir.

8- Huşu Sahipleri, Hâşi'ler:

Yüce Allah'ın:

"hâşi'lerden başkasına elbette ağır gelir" âyetinde sözü geçen "el-hâşiûn" kelimesi mütevazi, alçakgönüllü anlamına gelen "hâşi'" kelimesinin çoğuludur. Huşu: Bir kısmı azalarda sükûn ve alçakgönüllülük şeklinde ortaya çıkan nefsî bir haldir. Katâde der ki: Huşu kalpte olur. Namazda ise korkmak ve kişinin gözünü (sağa sola bakmaktan) alıkoymasıdır. ez-Zeccâc der ki: Hâşi' kişi, alçalışın ve alçakgönüllülüğün, tevazuun etkileri üzerinde görülen kimse demektir. Evin, bayındırken harabeye dönüşmesi gibi. Asıl anlamı işte budur. Şair Nâbiğa da şöyle der:

"Sürmeyi andıran bir kül ki sonradan farkedebiliyorum;

Bir havuz dibini andıran bir ark ki çatlak ve yıkık."

Hâşi' yer, yolu bilinemeyen yer demektir. Seslerin kesilmesi halinde de bu kelime kullanıldığı gibi balgam türü tükürdüğü takdirde yine bu kelime de kullanılır. Gözünü sağa sola bakmaktan alıkoyan kimse hakkında da bu tabir kullanılır. Huş'a ise, gevşek arazi parçası demektir. Nitekim Hadîs-i şerîfte:

"(Ka'be) su üzerinde gevşek bir arazi parçası idi. Daha sonra (yeryüzü) oradan yuvarlatılıp döşendi" İbnu’l Esir, en-Nihâye'de: "Ka'be su üzerinde. . ." diye "Kâ'be" lâfzını açıkça zikreder. 11,34 diye buyurulmaktadır.

"Hâşi' bir belde" toz topraktan dolayı konaklayacak yeri bulunmayan belde demektir.

Süfyan es-Sevrî anlatıyor: el-A'meş'e huşû'un ne olduğunu sordum, bana, ey Sevrî dedi. İnsanlara İmâm olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Ben İbrahim en-Nehaî'ye huşû'un ne olduğunu sordum, o da bana şöyle dedi: Uaymiş (A'meşcik) İnsanlara İmâm olmak istiyorsun bununla birlikte huşû'un ne olduğunu bilmiyorsun. Şunu bil ki huşu sert kuru şeyler yemek, kalın ve sert elbiseler giymek, başı öne eğik durmak değildir. Huşu, şerefli olanı da sıradan olanı da hak açısıdan eşit görmendir. Allah'ın sana emrettiği bütün farzlarda Allah için huşu duymandır. Ömer b. Hattab, başını önüne eğmiş bir delikanlı görür de ona: Ey filan, başını kaldır, der. Çünkü huşu kalpte bulunandan başka birşey değildir.

Ali b. Ebî Tâlib de şöyle demiştir: Huşu' kalptedir. Ve müslüman kişiye karşı yumuşak davranmandır. Namazında sağına soluna iltifat etmemektir. Bu husus yüce Allah'ın:

"Namazlarında huşu duyan mü’minler muhakkak felâha ermişlerdir." (el-Mü’minun, 23/1-2) âyetini açıklarken güzel bir şekilde ele alınıp açıklanacaktır.

Her kim kalbinde bulunandan daha ileride bir huşû'u insanlara izhar eder, gösterirse şüphesiz ki, böyle bir kimse onlara nifak üstüne nifak izhar etmiş olur.

Sehl b. Abdullah der ki: Teni üzerindeki her bir kıl huşu sahibi olmadıkça kişi hâşi'lerden olmaz. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ondan dolayı Rablerinden korkanların derileri titrer." (ez-Zumer, 39/23)

Derim ki: İşte övülmeye değer olun huşu budur. Çünkü korku (havf) kalbe yerleşti mi zahir huşû'u da beraberinde getirir. Kişi bunu bertaraf etme imkânını bulamaz. Ondan dolayı sen böyle bir kimseyi başını önüne eğmiş, edepli ve alçakgönüllü bir görünüme sahip görürsün. Selef ise, bu tür dışa yansıyan davranışlarını mümkün olduğu kadar gizlemek için olanca gayretlerini harcarlardı. Yerilen, sevilmeyen huşu ise insanın öyle olmadığı halde kendisini öyle göstermesi, içinden gelmediği halde ağlaşır olması ve başını sun'i bir şekilde önüne eğmesidir. Nitekim cahiller, kendilerine iyi bir gözle bakılsın, saygı duyulsun diye böyle yapmaya kalkışırlar. Bu ise şeytanın bir aldatması, insan nefsinin insanı kandırmasıdır. el-Hasen'in rivâyet ettiğine göre adamın birisi Ömer b. el-Hattâb'ın yanında üzülüyormuş gibi iç geçirir. Hazret-i Ömer ona elini yumruk yapıp vurur. Hazret-i Ömer, konuştuğu zaman sesini işittirir, yürüdüğü zaman hızlı yürür, vurduğu zaman da acıtırdı. Bununla beraber o, gerçekten ibadete düşkün ve samimi bir kimse idi, gerçek manada huşu sahibi bir kişi idi.

İbn Ebi Necih'in rivâyetine göre de Mücâhid şöyle demiştir: Hâşi'ler gerçek mü’min olan kimselerdir.

45 ﴿