124

Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti. "Ben seni insanlara İmâm yapacağım" diye buyurmuş, o da: "Zürriyetimden de" demişti. "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştu.

Âyetine dair açıklamalarımızı yirmi başlık halinde sunacağız. Ancak görüleceği üzere başlıklar 20 değil, 23 tür.

1- Ayetler Arası îlişki:

Ka'be ve kıble sözkonusu edilince buna bağlı olarak İbrahim aleyhisselam'dan da söz edilmektedir. Çünkü Beytullah'ı yapan odur. O bakımdan yahudilerin -ki İbrahim (aleyhisselâm)'ın soyundan gelirler- İbrahim'in dininden yüzçevirmemeleri gerekirdi.

İbtilâ (imtihan): Sınamak ve denemek demektir. Bundan maksat, emir ve taabbüddür.

İbrahim'in el-Maverdî'ye göre Süryanice anlamı, İbn Atiyye'ye göre Arapça anlamı şefkatli merhametli baba demektir. es-Süheylî der ki: Süryanice ve Arapça arasında birbirine yakın kelimeler pek çoktur. İbrahim'in, çocuklara olan rahmeti dolayısıyla adının merhametli bir baba anlamına geldiğine dikkat ediniz. Çünkü Hazret-i İbrahim ve onun eşi Sâre kıyâmet gününe kadar mü’minlerin ölecek küçük çocuklarına bakıcı kılınmışlardır.

Derim ki: Buna delil olan hususlardan birisi de Buhârî'nin kitabında zikrettiği Semura'dan gelen rüyaya dair uzunca hadistir. Orada şöyle denilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) bahçede (cennet bahçesinde) İbrahim (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı etrafında insanların küçük çocukları olduğu halde gördü. Buhârî, Tâ'bir 48; Müsned, V, 8.

Allah'a hamdolsun.

Bu âyet-i kerimede sözü geçen Hazret-i İbrahim kimi tarihçilerin görüşüne göre Taruh'un oğludur. Taruh'un babası ise Nahûr'dur. Kur'ân-ı Kerîm'de ise:

"Hani İbrahim babası Âzer'e.. demişti" (el-En'am, 6/74) diye buyurulmaktadır. Sahih-i Buhârî'de de bu şekildedir. Bunda ise ileride yüce Allah'ın izniyle En'am Sûresinde (işaret edilen âyet-i kerimede) açıklanacağı üzere bir çelişki yoktur. Hazret-i İbrahim'in dört oğlu vardı. -es-Süheylî'nin belirttiğine göre- (İsimleri): İsmail, İshâk, Medyen ve Medâin idi.

Âyet-i kerimede (Arap dili kaidelerine göre özne olan Rab, daha önce gelmesi gerekirken) İbrahim kelimesinin önce gelmesi bu işe verilen önem dolayısıyladır. Çünkü şanı yüce Allah'ın imtihan eden kimse olduğu bilinen bir husustur. Diğer taraftan faile (özneye) bitişik mef'ûle (nesneye) ait zamirin bulunması aynı şekilde mef'ûlün öne alınmasını da gerektirir. İşte bu önem dolayısıyla ifade bu şekilde gelmiştir. Bunu bilelim.

Genel olarak kurrâ İbrahim" kelimesini üstünlü Rabbi kelimesini de -belirttiğimiz gibi- ötreli olarak okumuşlardır. Şu kadar var ki Cabir b. Zeyd'den tam aksini okuduğu rivâyet edilmiştir. İbn Abbâs'ın da kendisine böyle okuttuğunu ileri sürmüştür. O takdirde anlam şöyle olur: Hani İbrahim Rabbine dua etmiş ve Rabbinden dilekte bulunmuştu. Ancak böyle bir okuma şekli (ve anlam) uzak bir ihtimaldir. Çünkü "(.........): Kelimelerle" ifadesinin baş tarafındaki "b" harfi buna mahal bırakmamaktadır.

2- Kelimeler:

"Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş..." âyetindeki kelimeler (kelimât); kelimenin çoğuludur. Burada gerçekte bu kelimeler yüce yaratıcının kelâmını ifade eder. Ancak bu

"kelimeler" ile İbrahim (aleyhisselâm)'ın yerine getirmekle yükümlü tutulduğu görevler ifade edilmiştir. Bu görevlerle yükümlü tutulması kelam (söz) ile gerçekleştiğinden bunlara bu isim verilmiştir.

Nitekim Hazret-i Îsa'ya da "Allah'ın kelimesi" ismi verilmiştir. Çünkü Hazret-i Îsa yüce Allah'ın "kun: ol"dan ibaret bir kelimesinden var olmuştur. Bir şeye onun mukaddimesinin ismini vermek, mecazın iki kısmından birisidir. Bu açıklamalar

İbnu'l Arabî tarafından yapılmıştır.

3- Kelimeler'den Kasıt:

Bu âyet-i kerimede sözü geçen "kelimeler"le neyin kastedildiği hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Bu görüşlerden bir tanesine göre bu kelimeler İslâm'ın şer'î hükümlerini ifade eder. Bunlar da otuz ayrı bölümdür. Bu otuz bölümün on tanesi Tevbe Sûresi'nde:

"Tevbe edenler, ibadet edenler.." (et-Tevbe, 9/112) âyetinde; on tanesi Ahzab Sûresi'nde:

"Şüphesiz müslüman erkekler ve müslüman kadınlar.." (el-Ahzab, 33/35) âyetinde on tanesi Mu'minûn Sûresi'nde:

"Gerçekten mü’minler felâh bulmuşlardır... Ve onlar namazlarını gereği gibi kılarlar..." (el-Mu'minun, 23/1-8) buyrukları ile;

"...ancak namaz kılanlar ve namazlarına devam edenler öyle değil... Ve onlar namazlarını gereği gibi muhafaza ederler" (el-Meâric, 70/22-34) âyetinde dile getirilmektedir.

İbn Abbâs (r. anhuma) dedi ki: Allah bu kelimeler ile her kimi imtihan ettiyse bunların altından İbrahim (aleyhisselâm)'ın dışında kalkabilmiş kimse yoktur. O, İslâm'ın tümüyle imtihan edilmiş, bunu eksiksiz bir şekilde yerine getirmiştir. Bunun için yüce Allah da kendisine "ilahî berâet "i takdir buyurarak:

"Ve (görevini) eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim..." (en-Necm, 53/37) diye buyurmuştur.

Kimisi de Hazret-i İbrahim'in

"kendileriyle imtihan edildiği kelimeler" emir ve nehiydir derken, kimisi oğlunu boğazlamaktır, kimisi risaletin âdabını yerine getirmektir demiştir ki bunların ifade ettikleri anlamlar birbirlerine yakındır. Mücâhid de şöyle demektedir: Burada sözü geçen kelimeler yüce Allah'ın:

"Ben seni bir husus ile imtihan edeceğim" demiş, Hazret-i İbrahim de: Peki, beni insanlara İmâm yapacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet diye buyurmuş, Hazret-i İbrahim: Ya benim zürriyetimden de İmâm kılacak mısın? diye sorunca yüce Allah: Ahdim zâlimlere erişmez, diye cevap buyurmuş. Hazret-i İbrahim: Peki Beyt'ini insanlar için gelip toplanacakları bir yer kılacak mısın? diye sormuş yüce Allah: Evet buyurmuş. Hazret-i İbrahim ya bir güvenlik yeri de kılacak mısın? diye sormuş, yüce Allah: Evet demiş. Yine Hazret-i İbrahim bize ibadet yerlerimizi gösterip tevbemizi de kabul buyuracak mısın? diye sorunca yüce Allah: Evet buyurmuş. Hazret-i İbrahim yine: Peki ya o Beyt'in ehlini çeşitli meyvelerle rızıklandıracak mısın? diye sorunca yine yüce Allah: Evet buyurmuş.

İşte bu görüşe göre bu kelimeleri eksiksiz yerine getirip tamamlayan (Hazret-i İbrahim değil) yüce Allah'tır. Bundan da daha sahih bir görüş şudur: Abdurrezzak'ın Ma'mer'den, onun İbn Tavus'tan, onun İbn Abbâs'tan naklettiğine göre o, yüce Allah'ın:

"Hani Rabbi İbrahim'i birtakım kelimelerle imtihan etmiş, o da bunları tamamen yerine getirmişti" âyeti hakkında şunları söylemiştir: Yüce Allah onu taharet ile imtihan etmişti. Bunların beş tanesi başta beş tanesi de bedendedir: Bıyıkları kesmek, mazmaza, istinşak, misvak kullanmak ve saçı ortadan ayırmak. Bedende bulunanlar ise: Tırnakları kesmek, etek traşı yapmak, sünnet olmak, koltuk altı kıllarını yolmak ve büyük abdest ile küçük abdestin yerlerini su ile yıkamak. Bu açıklamaya göre ise bu kelimeleri eksiksiz olarak yerine getiren İbrahim (aleyhisselâm)'dir. Kur'ân-ı Kerîm'in zahirinden de anlaşılan budur.

Matar, Ebû'l-Celed'den yine bunların on tane olduğunu rivâyet etmiş, şu kadar var ki saçları ortadan ayırmak yerine eklem yerleri üstündeki deri kıvrımlarını yıkamayı istinca yerine ise istihdadı (etek traşını ustura gibi demirden aletlerle yapmayı) sözkonusu etmiştir.

Katâde ise bunlar sadece Hacc menâsikidir, der. el-Hasen ise bunlar Hazret-i İbrahim'in karşı karşıya kaldığı altı tane özel durumdur: Yıldız, ay, güneş, ateş, hicret ve sünnet olmak.

Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: Bütün bu görüşler birbirleriyle çelişkili değildir. Çünkü bütün bunlar İbrahim (aleyhisselâm)'ın kendileriyle imtihan olunduğu hususlardır.

Derim ki: Muvatta’'"da ve başka hadis eserlerinde Yahya b. Said'den gelen rivâyette şöyle denilmektedir: Said b. el-Müseyyeb'i şöyle derken dinledim: İbrahim (aleyhisselâm) sünnet olan ilk kişidir. Misafiri ilk ağırlayandır, etek traşı yapan ilk kimsedir, tırnaklarını kesen ilk kişidir, bıyıklarını kısaltan ilk kişidir, saçları ağaran ilk kişidir. Saçlarının ağardığını görünce: Bu nedir diye sormuş (yüce Allah): Bu vekardır diye buyurunca Hazret-i İbrahim de: Allah'ım benim vekârımı daha da artır, diye dua etmiştir. Muvatta’', Sıfatu'n-Nebiyy 4.

Ebû Bekr b. Ebi Şeybe de Said b. İbrahim'den, o babasından şöyle dediğini nakletmektedir: Minberler üzerinde ilk konuşan kişi Allah'ın Halili İbrahim'dir.

Başkaları da şöyle demiştir: İlk tirit yapan, ilk kılıçla savaşan, ilk olarak misvakla dişlerini temizleyen, ilk olarak su ile istinca yapan ve ilk olarak şalvar giyinen odur.

Muaz b. Cebel'den de şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Eğer ben minber edindiysem ki, babam (ceddim) İbrahim de minber edinmişti. Eğer ben asa edindiysem ki, babam (ceddim) İbrahim de asa edinmişti." es-Sirâcu’l-Munîr, Şerhu'l-Câmii's-Sağir, II, 56.

Derim ki: Bunlar açıklanması, üzerinde durulması, haklarında bilgi verilmesi gereken birtakım hükümlerdir. Sünnet olmaktan başlayarak diğerlerine dair açıklamalarda bulunacağız.

4- İlk Sünnet Olan Kişi İbrahim (aleyhisselâm)dır:

İlk sünnet olan kişinin İbrahim (aleyhisselâm) olduğu üzerinde ilim adamlarının icmaı vardır. Ancak sünnet olduğu yaş hakkında farklı görüşler vardır. Muvatta’'"da Ebû Hüreyre'den mevkuf olarak rivâyet edildiğine göre o yüz yirmi yaşında iken sünnet olmuş ve bundan sonra seksen yıl daha yaşamıştır. Böyle bir açıklama ise kişisel görüşe dayanılarak yapılamaz. Bunu el-Evzaî de Yahya b. Said'den merfû olarak rivâyet etmiştir. Yahya b. Said, Said b. el-Müseyyeb'den, o Ebû Hüreyre'den rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "İbrahim (aleyhisselâm) yüz yirmi yaşında iken sünnet oldu. Bundan sonra da seksen yıl yaşadı." Bunu Ebû Ömer (İbn Âbdi’l-Berr) zikretmiştir.

Yine bu hadis Yahya'nın dışında değişik yollardan gelen rivâyetlerle merfû ve müsned olarak da rivâyet edilmiştir. Orada da: İbrahim (aleyhisselâm) seksen yaşına gelince sünnet olmuş ve kendisini keser ile sünnet etmiştir." denilmektedir. Sahih-i Müslim'de de başkalarında da "seksen yaşında" denilmektedir. Hazret-i İbranim'in sünnet olmasına dair rivâyetler için bk. Buhârî, Enbiyâ 8, İsti'zân 51; Müslim, Fedâil 151; Müsned, II, 322, 418, 435; Muvatta’'', Sıfatu'n-Nebiy 4.

İbn Aclan'ın ve el-A'rec'in Ebû Hüreyre'den onun Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan yaptığı rivâyette kaydedilen ve raviler tarafından bilinen de budur. İkrime der ki: İbrahim (aleyhisselâm) seksen yaşında iken sünnet olmuştur. Yine o şöyle demiştir: Artık ondan sonra İbrahim'in dini üzere Beytullah'ı ancak sünnetli olan kimseler tavaf etmiştir. Evet, İkrime böyle demiştir. el-Müseyyeb b. Râfi' de bu şekilde söylemiştir. Bunu el-Mervezî zikreder.

"el-Kadûm" şeddesiz ve "el-kaddûm" şeklinde şeddeli olarak rivâyet edilmiştir. Ebû'z-Zinad der ki: Şeddeli olarak el-Kaddûm şeklinde (Suriye bölgesinde) bir yerin adıdır.

5- Sünnet Olmanın Hükmü:

İlim adamları sünnet olmanın hükmü hakkında farklı görüşlere sahiptir. Ancak çoğunluk bunun müekked bir sünnet olduğunu ve erkekler hakkında terkedilmemesi gereken İslâm'ın fıtrat gereği gördüğü hususlardan birisi olduğunu kabul etmektedirler. Azınlık bir kesim de bunun farz olduğunu söylemişlerdir. Çünkü yüce Allah:

"Sonra Biz sana: Hanif bir müslüman olarak ibrahim'in dinine uy., diye vahyettik." (en-Nahl, 16/123) diye buyurmuştur.

Katâde de: Burada sözü geçen husus sünnet olmaktır, demektedir. Mâlikî mezhebinden bazı ilim adamları da bu görüşe meyletmiştir. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. İbn Süreye sünnet olmanın vacip olduğuna, avrete bakmanın haram kılındığına dair icmaı delil gösterir ve şöyle der: Eğer sünnet olma farz olmamış olsaydı, sünnet edilenin avretine bakmak mubah kılınmazdı. Ancak bu husus ile ilgili olarak ona şöyle cevap verilmiştir: Böyle birşey doktorun vücudun hasta bölgesine bakması gibi bedenin bir maslahatı için mubah kılınır. Tıp ilmi yüce Allah'ın izniyle ileride en-Nahl Sûresi'nde geleceği gibi icma ile vacip değildir. Bizim mezhebimize mensup bazı kimseler el-Haccac b. Artee'nin kaydettiği şu rivâyeti delil gösterirler: el-Haccac, Ebû'l Muleyh'ten, o babasından o Şeddad b. Evs'ten Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sünnet olmak erkekler için bir sünnet, kadınlar için de bir ikramdır." Müsned, V, 75

Hadisin ravilerinden olan Haccac ise rivâyeti delil gösterilebilecek kimselerden değildir.

Derim ki: Bu konuda delil gösterilebilecek en üstün rivâyet Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle buyurduğuna dair rivâyetidir: "Beş şey fıtrattandır. Sünnet olmak.." Buhârî, Libâs 51, 63, 64; istizan 1; Müslim, Tahâre 49; Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 14; Nesâî, Tahare 9, 10, Zinet, 55; Muvatta’'', Sıfatu'n-Nebiyy 3; v.s. Hadîs-i şerîf ileride gelecektir. Ebû Dâvûd da Umm Atiyye'den şu rivâyeti nakletmektedir. Medine'de kadınları sünnet eden bir kadın vardı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle demişti: "Fazla derinden kesme. Çünkü bu kadın tarafından daha çok istenir, erkek tarafından da daha çok sevilir." Ebû Dâvûd der ki: Bu hadis zayıftır (çünkü) onu rivâyet eden meçhul bir kimsedir. Ebû Dâvûd, Edeb 167 Rezîn'in zikrettiği bir rivâyette de: "Fazla derinden kesme çünkü böylesi yüzü daha çok aydınlatıcıdır, erkek tarafından da daha çok sevilir."

6- Sünnetli Olarak Doğan Çocuk:

Eğer çocuk sünnetli olarak doğarsa sünnet külfetinden kurtarılmış olur. el-Meymûnî der ki: Bana Ahmed şöyle dedi: Burada sünnetli olarak bir çocuğu olmuş bir adam vardır. Bundan dolayı çok ileri derecede üzülmüştü. Ben ona: Eğer Allah seni böyle bir külfet altına sokmadıysa bundan dolayı ne diye üzülüp kederleniyorsun, dedim.

7- Sünnet Edilmiş Olarak Doğan Peygamberler:

Ebû'l Ferec el-Cevzî der ki: Ka'b el-Ahbar'dan bana şöyle dediği nakledildi: Onüç peygamber sünnetli olarak doğmuştur: Âdem, Şit, İdris, Nûh, Sam, Lût, Yusuf, Mûsâ, Şuayb, Süleyman, Yahya, Îsa ve Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem).

Muhâmmed b. Habib el-Haşimî ise şöyle demektedir: Bunlar ondört tanedir: Âdem, Şit, Nûh, Hud, Salih, Lut, Şuayb, Yusuf, Mûsâ, Süleyman, Zekeriyya, Îsa, -Ress Ress: Semud kavmine ait bir kuyunun ya da bir bölgenin adıdır. Yemame yolunda bir kasaba olduğu da rivâyet edilir. Rivâyete göre burada yaşayan kavim, peygamberlerini yalanlamış ve onu bir kuyuya atıp öldürdüklerinden bu kavme "Ashabu'r-Ress" denilmiştir. (Lisanu'l-Arab, VI, 98) ashabının peygamberi- Hanzala b. Safvan ve Muhammed'dir. Allah'ın selamı hepsinin üzerine olsun.

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli doğması ile ilgili olarak rivâyetler arasında ihtilaf vardır. Hafız Ebû Nuaym, el-Hilye adlı eserinde senedini de kaydederek Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli olarak doğduğunu zikretmektedir.

Ebû Ömer ise et-Temhid adlı eserinde şu sened ile bir rivâyet kaydetmektedir: Bize Ahmed b. Muhâmmed b. Ahmed anlattı, bize Muhâmmed b. Îsa anlattı, bize Yahya b. Eyyub b. Badî el-Allaf anlattı, bize Muhammed b. Ebû's-Serî el-Askalanî anlattı, bize el-Velid b. Müslim, Şuayb'den o Atâ el-Horasanî'den o İkrime'den o İbn Abbâs'tan rivâyetle şöyle anlattı: Abdülmuttalib Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı doğumunun yedinci gününde sünnet etti. Bunun için bir yemek ziyafeti verdi ve ona "Muhammed" ismini verdi. Ebû Ömer der ki: Bu hadis senedi muttasıl (fakat) garib bir hadistir. Yahya b. Eyyub der ki: Ben bu hadisi araştırdım da kendileriyle karşılaştığım hadis ile uğraşan ilim adamları arasında İbn Ebi es-Serrî'nin dışında kimse tarafından rivâyet edildiğini görmedim. İbn Abdi’l-Berr, et-Temhîd, XX, 61 ve XXIII, 140 Ebû Ömer der ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sünnetli olarak doğduğu da söylenmiş bulunmaktadır.

8- Küçük Çocuk Ne Zaman Sünnet Edilir:

Küçük çocuğun ne zaman sünnet edileceği hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Bir grup ilim adamından nakledilen haberlerde sabit olduğuna göre şöyle demişlerdir: İbrahim (aleyhisselâm) Hazret-i İsmail'i onüç yaşında, oğlu Hazret-i İshak'ı ise yedi günlük iken sünnet etmiştir.

Hazret-i Fatıma'dan çocuklarını yedinci gününde sünnet ettiği rivâyet edilmektedir. Şu kadar var ki İmâm Mâlik bunu kabul etmez; bu yahudilerin uygulamalarındandır, der. İmâm Mâlik'in sözünü İbn Vehb ondan nakletmektedir.

el-Leys b. Sa'd da şöyle demiştir: Küçük çocuk yedi ile on yaşlan arasında sünnet edilir. Buna benzer bir rivâyeti İbn Vehb İmâm Mâlik'ten nakletmektedir.

İmâm Ahmed der ki: Ben bu hususa dair bir rivâyet işitmiş değilim.

Buhârî'de ise Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: İbn Abbâs'a: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) vefat ettiği sırada senin yaşın ne kadardı, o: O sırada ben sünnet edilmiş idim (o dönemde) kişiyi ergenlik yaşına gelmedikçe veya o yaşa yaklaşmadıkça sünnet etmezlerdi, dedi. Buhârî, İsti'zân 51

İlim adamları müslüman olan ve yaşı büyük bir erkeğin sünnet olmasını müstehab kabul ederler. Atâ şöyle dermiş: İsterse seksen yaşına gelmiş olsun sünnet olmadıkça onun İslâm'ı tamam olmaz.

el-Hasen'den gelen rivâyete göre de o yaşlı olarak İslâm'a giren bir kimsenin sünnet olmamasına müsaade eder, bunda herhangi bir sakınca görmez ve (bu durumuyla) şahitlik etmesinde, eti yenen hayvanları kesmesinde, haccedip namaz kılmasında bir sakınca görmezdi.

İbn Abdi’l-berr der ki: Genel olarak ilim adamları da bu görüştedirler. Bureyde'nin sünnet olmamış kimsenin haccına dair rivâyet ettiği hadis ise sahih değildir. İbn Abbâs, Cabir b. Zeyd ile İkrime'den: Sünnet olmamış kimsenin kestiği hayvan yenmez ve şehadette bulunması da câiz değildir, dedikleri rivâyet edilmektedir.

9- Etek Traşı Yapmak:

Hadîs-i şerîfte geçen: "Etek traşı için ilk istihdad eden" şeklindeki ifadede geçen "istihdad" etek traşını demirden bir alet kullanarak yapmak demektir. Umm Seleme'den Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kılları dökmek kastıyla ilaç kullandığı vakit eteğine bu ilacı sürmeyi bizzat kendi eliyle kendisi yapardı, İbn Mâce, Edeb 39. rivâyeti gelmiştir.

İbn Abbâs'ın rivâyet ettiğine göre de bir adam Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın vücudundaki kılları dökmek üzere ilaç sürmüş ve nihayet eteğine yaklaşınca ona: Sen yanımdan çık, demiş ve kendi eliyle eteğine bu ilacı kendisi sürmüştür.

Enes'in rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kıl dökmek üzere ilaç kullanmazdı. Eteği etrafında kıllar arttı mı orayı traş ederdi.

İbn Huveyzimendad der ki: Bu Hazret-i Peygamber'in çoğunlukla traş olduğunu, nadiren de ilaç kullandığını göstermektedir ki her iki hadisin birarada mütalaası sahih bir şekilde mümkün olabilsin.

10- Tırnak Kesmek:

Tırnakların kesilmesi ile ilgili olarak İmâm Mâlik şöyle der: Ben erkeklerin yerine getirmek durumunda oldukları gibi kadınların da tırnaklarını kesmelerini ve eteklerini traş etmelerini uygun görüyorum. Bunu el-Haris b. Miskîn ve Suhnûn, İbn Kasım'dan nakletmektedirler.

Tirmizî el-Hakim ise Nevâdiru'l- Usul adlı eserinde şöyle demektedir: I, 316-317.

Yirmidokuzuncu esas: Bize Ömer b. Ebû Ömer anlattı. Bize İbrahim b. el-Ala ez-Zubeydî, Ömer b. Bilal el-Fezarî'den anlatarak dedi ki: Ben Abdullah b. Bişr el-Mâzinî'yi şöyle derken dinledim: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Tırnaklarınızı kesiniz ve kestiğiniz tırnakları da gömünüz, eklem yerleri üzerindeki kıvrımları temizleyiniz, diş etlerinizi yemek artıklarından temizleyiniz, dişlerinizin arasını da misvakla temizleyiniz, benim yanıma da dişleriniz sararmış ve teniniz kokmuş halde de girmeyiniz." Bundan sonra Tirmizî el-Hakim bu hadis ile ilgili güzel açıklamalarda bulunarak şunları söyler:

Tırnakların kesilmesi, tırnağın teni yırttığı, tırmaladığı ve zarar verdiği içindir. Ayrıca tırnak kirlerin toplanma yeridir. Kişi bazan cünüb olur da kirler dolayısıyla su tene ulaşmaz ve o cünüb kalmaya devam eder. Çünkü cünüb olanın bir iğne ucu kadar kuru bir yeri kalırsa, yıkama vücudunun her tarafını kaplamadıkça cünüb kalmaya devam eder. İşte Peygamber efendimiz bundan dolayı onlara tırnaklarını kesmeyi teşvik etmiştir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) efendimizin namazda yanılması ile ilgili olarak nakledilen hadiste şöyle dediği rivâyet edilmiştir: "Ben nasıl yanılmayayım ki sizden herhangi birinizin tırnağı ile parmakları arasında kir bulunur. Ve sizden herhangi bir kimse bana tırnaklarında cünüblük ile pisliği bulunduğu halde semadan gelen haber hakkında soru sorar."

Bu hadisi el-Kiya diye bilinen Ebû'l Hasen Ali b. Muhammed et-Taberî "Ahkâmu'l Kur'ân" adlı eserinde Süleyman b. Farac, Ebû Vâsil'den şöylece rivâyet etmektedir: Ebû Eyyub (radıyallahü anh)'a vardım ve onunla tokalaştım. Tırnaklarımın uzun olduğunu görünce şöyle dedi: Bir adam semadan gelen habere dair soru sormak üzere Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına geldi. Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "Sizden herhangi bir kimse tırnakları altında kir ve pislik toplanacak kadar ve uçan kuşun tırnakları gibi olduğu halde geliyor ve semadan gelen habere dair soru soruyor."

Hazret-i Peygamber'in: "Kestiğiniz tırnakları da gömünüz" âyetine gelince: Bunun sebebi mü’minin bedeninin saygı duyulmaya lâyık olduğundandır. O bedenden düşen, zail olan herhangi bir bölümünün yine hürmete değer olma özelliği devam etmektedir. O bakımdan tıpkı insan öldüğü gibi nasıl defnediliyor ise o artığının da defnedilmesi onun için bir görevdir. İnsanın bir kısmı da bu şekilde öldüğü takdirde aynen defnedilmesi, gömülmesi suretiyle ona duyulan saygı da yerine getirilmiş olur. Ta ki o artıklar dağılıp da ateşe veya pislik veya çöplüklere düşmesin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem), köpekler onu karıştırmasın diye hacamat olduğu sırada kanının gömülmesini emretmiştir. Bize bunu babam (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) anlatarak dedi ki: Bize Mûsâ b. İsmail anlatıp dedi ki: Bize el-Huneyd b. el-Kasım b. Abdurrahman b. Mâiz anlatarak dedi ki: Ben Amir b. Abdullah b. ez-Zubeyr'i şöyle derken dinledim: Babası kendisine şunu anlatmış: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanına hacamat yaptırdığı bir sırada varmış. Hacamat bitince Hazret-i Peygamber şöyle demiş: "Ey Abdullah, git bu kanı kimsenin seni göremeyeceği bir yere dök." Ancak Abdullah, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın yanından uzaklaşınca kanı alıp içti. Geri dönünce Hazret-i Peygamber: "Ey Abdullah kanı ne yaptın?" diye sorunca Abdullah şöyle demiş: İnsanların gözünden en uzak olduğunu zannettiğim en gizli bir yere koydum. Hazret-i Peygamber: "Onu içmiş olmayasın" deyince o: "Evet içtim" diye cevap vermiş. Hazret-i Peygamber: "Kanı neden içtin? Vay, senden dolayı insanların başına geleceklere ve vay sana, insanlardan çekeceklerinden" diye buyurmuş.

Babam bana anlatı dedi ki: Bize Mâlik b. Süleyman el-Herevî anlatarak dedi ki: Bize Davud b. Abdurrahman, Hişam b. Ömer'den, o babasından o Hazret-i Âişe'den şöyle dediğini nakletmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) insandan ayrılan yedi şeyin gömülmesini emrederdi: Saç, tırnak, kan, ay hali kanı, diş, sünnet olurken kesilen et parçası ve çocuk doğarken onunla beraber gelen eşi.

Hadîs-i şerîfte geçen: "Eklemler üzerindeki et kıvrımlarını da temizleyiniz" ifadesine gelince, buralar kirlerin toplandığı bir yerdir. Her eklemin üst kısmındaki boğumlara (burcume, çoğulu berâcim) denilir. İki boğum arasındaki bölüme ise râcibe denilir, çoğulu revâcib gelir. Bu da eklemin sırt tarafında olur. Parmakların kemiklerine verilen addır. Buna göre her bir parmağın iki tane burcumesi, üç tane de râcibesi vardır. Baş parmak ise bir tane burcume ve iki tane racibeye sahiptir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın parmak boğumlarının temizlenmesini emretmesi, oranın kir tutarak cenabetin kalmamasını ve tutan kirlerin ten ile su arasında bir engel teşkil etmemesini sağlamak içindir.

"Diş etlerinizi temizleyiniz" âyetine gelince, diş eti dişlerin üstünde ve altında bulunan ettir. Dişler oradan çıkar. İki diş arasındaki azıcık et parçasına da "umr" denilir, çoğulu ise "umur" gelir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) orada yemeğin kırıntıları kalmasın ve kaldığı takdirde ağzın kokusu değişerek kötü kokmasın ve böylelikle iki melek eziyet görmesin diye bunu emretmiştir. Çünkü ağız Kur'ân-ı Kerîmin yoludur. İki meleğin oturduğu yer ise iki azı dişinin yanıdır. Yüce Allah'ın:

"O bir söz söylemeye dursun mutlaka onun yanında bir rakîb (gözetleyici) ve atîd (hazır bulunan) vardır." (Kâf, 50/18) âyeti hakkında yani onun iki azı dişi yanında bulunurlar, dediği rivâyet edilmektedir. Bize bunu Muhammed b. Ali eş-Şakîkî anlatarak dedi ki: Ben babamın bunu Süfyan b. Uyeyne'den naklen zikrettiğini duydum ve söylediği de güzeldir. Çünkü söylenen bir söz iki dudaktan çıkar. Sözün çıkıncaya kadar geçtiği yer ise dildir. Âyet-i kerimede kullanılan kelimeler, âdeta gözetleyici meleğin sesin kalınlaştığı yer olan azı dişinin yakınında olduğuna işaret ediyor gibidir.

"Dişlerinizin arasını temizleyiniz" âyetine gelince; kasıt misvak kullanmaktır. Onunla dişlerin arasının temizlenmesi istenmektedir.

"Ve benim yanıma kokmuş ağızla ve teniniz kokarak gelmeyiniz." Ben el-Cârud'un en-Nadr'dan naklederek şöyle dediğini duydum: Eklah: İçten kokana kadar dişleri sararmış kimse demektir. Behar ise teninden hoş olmayan bir koku duyulan kişi demektir. el-Cârud bize anlatarak dedi ki: Bize Cerir Mansur'dan, o Ebû Ali'den o Ebû Cafer b. Temmam b. el-Abbas'tan, o babasından rivâyetle dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Misvak kullanınız. Ne diye siz benim huzuruma dişleriniz sararmış olarak geliyorsunuz ki?" Müsned, I, 214.

11- Bıyıkları Kesmek ve Saçlar:

Bıyıkları kesmek dudağın kenarı yani çerçevesi görününceye kadar bıyıkları almak demektir. Kişi bıyıkları dipten yolmaz, çünkü o takdirde kendi kendisine müsle (işkence ve eziyet) yapmış olur. Bu görüş İmâm Mâlik'e aittir. İbn Abdulhakem'in rivâyetine göre o şöyle demiştir: Ben bıyıklarını kesenin (tamamıyla sıyırmak) te'dib edilmesi gerektiği görüşündeyim. Eşheb'in ondan rivâyetine göre o bıyıkların kesilmesi bir bid'attir, böyle yapan bir kimsenin canı yanacak şekilde dövülmesi gerektiği görüşündedir, demiştir. İbn Huveyzimendad da der ki: İmâm Mâlik şöyle der: Bıyıklarını kesen bir kimsenin canı yanacak şekilde dövülmesi görüşündeyim. Âdeta İmâm Mâlik böyle yapan kimsenin kendisine müsle yaptığı görüşünde idi.

Saçların yolunması da böyledir. Ona göre saçların kısaltılması tamamıyla kesilmesinden daha uygundur. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın saçlarının kulak yumuşaklarından daha uzun olduğuna dair rivâyet vardır. Onun ashabının da kimisinin saçları uzunca idi, kimisi de saçlarını kısaltırdı. Hazret-i Peygamber sadece hac esnasında saçlarını traş etmiş ve ashab-ı kiram da öyle yapmıştır. Resûlüllah(sallallahü aleyhi ve sellem)'ın tırnaklarını ve bıyıklarını Cuma namazına çıkmadan önce kestiği de rivâyet edilmiştir. et-Tahâvî der ki: Biz Şâfiî'den bu hususa dair açık bir ifade bulamadık. Şâfiî'nin arkadaşları arasında olup kendilerini gördüğümüz el-Müzenî ve er-Rabi' ise bıyıklarını kısaltırdı. Bu, onların bu hususu Şâfiî'den (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) öğrendiklerini gösterir. Tahâvî devamla şöyle der: Ebû Hanîfe, Züfer, Ebû Yûsuf ve Muhammed'in görüşü, saç ve bıyık hakkında bunları iyice kısaltmanın bir miktar kısaltmaktan daha efdal olduğu şeklinde idi.

İbn Huveyzimendad ise Şâfiî'nin bıyıkların kesilmesi ile ilgili görüşünün Ebû Hanîfe'nin görüşü ile aynı olduğunu zikretmektedir. Ebû Bekr el-Esrem de şöyle demektedir: Ben Ahmed b. Hanbel'in bıyıklarını oldukça kısalttığını gördüm ve bıyıkların kısaltılması hususunda sünnetin ne olduğuna dair ona soru sorulurken şöyle dediğini duydum: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın dediği gibi "bıyıkları kısaltınız" Buhârî, Libâs 63-64; Müslim, Tahâre 52, 54; Tirmizî, Edeb 18; Nesâi, Zinet 2, 56; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Tereccul 16; Tirmizî, Edeb 15, 16; Muvatta’'', Şear 1. emrine uygun olarak iyice kısaltır.

Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Bu hususta iki asıl delil vardır. Bunlardan birisi uhfû (iyice kısaltınız) delilidir. Bu ise te'vil edilme ihtimali olan bir lafızdır. İkincisi ise bıyıkların kısaltılmasıdır. Bu da birincisini açıklayıcı (müfessir)dır. Müfessir ise mücmel hakkında hüküm verir. Medine halkının uygulaması da bu şekildedir. Bu açıklama bu hususta söylenmiş en uygun görüştür.

Tirmizî'nin rivâyetine göre İbn Abbâs şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bıyığından bir miktar keser ve: "Rahmân olan Allah'ın Halili İbrahim (aleyhisselâm) bunu yapardı" derdi. Tirmizî devamla dedi ki: Bu hasen garib bir hadistir. Tirmizî, Edeb 16.

Müslim'in rivâyetine göre de Ebû Hüreyre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu zikretmektedir: "Fıtrat beştir. Sünnet olmak, etek traşı yapmak, bıyıkları kısaltmak, tırnakları kesmek ve koltuk altlarını yolmak." Hadisin baş tarafı beşinci başlıkta geçmişti. Kaynakları için oradaki nota bakınız.

Yine bu hususta İbn Ömer'in şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Müşriklere muhalefet ediniz, bıyıklarınızı kısaltınız ve sakallarınızı da bırakınız." Buhârî, Libâs 64; Müslim, Tahare 54.

Acemler (Arap olmayanlar) ise sakallarını keser, bıyıklarını iyice uzatırlar ya da her ikisini birlikte uzunca yaparlar. Bu ise güzelliğe ve temizliğe aykırıdır.

Rezîn'in Nafi'den naklettiğine göre İbn Ömer, altındaki deri görülünceye kadar bıyıklarını kısaltırdı ve bıyık ile sakal arasındaki kısmı kastederek bu ikisini de alırdı, demiştir.

Buhârî'deki rivâyete göre de İbn Ömer Hacc veya umre yaptığı vakit sakalının bir kabzadan fazla olan uzunluğunu alıp keserdi. Buhârî, Libâs 64.

Tirmizî de Abdullah b. Amr b. el-As'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sakalını eninden ve boyundan aldığını nakletmektedir. Tirmizî bu garib bir hadistir demiştir. Tirmizî, Edeb 17.

12- Koltuk Altları:

Eteğin traşı sünnet olduğu gibi koltuk altlarının da yolunması sünnettir. Koltuk altlarının traş edilmesi de caizdir, çünkü bu şekilde de temizlik gerçekleşir, ancak birincisi daha uygundur. Zira alışılagelen ve kolay olan da budur.

13- Saçı Ortadan Ayırmak:

Fark: Saçın, ayrılma yeri olan ortasından iki yana ayrılması demektir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Şemail'inde şöyle denilmektedir: Eğer saç örgüsü ayrılabilecek hale gelirse ortadan ayırırdı. Eğer ayrılmayacak durumda ise o takdirde başının üzerinde toplanmış halde bırakırdı. İbn Kesîr, Şemâilu'r-Rasûl, s. 50.

Nesâî'nin İbn Abbâs'tan rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçlarını aşağı doğru serbestçe uzatırdı. Müşrikler ise saçlarını ortadan ayırırlardı. Hakkında kendisine herhangi bir emir verilmediği hususlarda kitap ehline uygun davranmak hoşuna giderdi. Ancak bundan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) saçını ayırdı. Bunu Buhârî ve Müslim Enes'ten rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Menâkıb 23, Menâkıbu'l-Ensâr 52, Libâs 70; Müslim, Fedâil 90; Ebû Dâvûd, Tereccul 10; Nesâî, Zinet 61; İbn Mâce, Libâs 36; Müsned, I, 287, 320. Bütün bu kaynaklar rivâyeti ittifakla İbn Abbâs'tan nakletmektedirler, Enes'ten rivâyet edenleri yoktur.

Kadı Iyad der ki: Burada saçın aşağı doğru serbest bırakılmasından kasıt ilim adamlarına göre alnın üzerine bırakılması ve bir çeşit perçem olmasıdır. Bununla birlikte saçta sünnet olan ortadan ayrılmasıdır. Zira Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in son olarak yaptığı budur. Ömer b. Abdulaziz'in cuma namazını bitirdikten sonra mescid kapısına bekçiler koydurup saçını ortadan ayırmayan herkesin alnındaki saçını çektiklerine dair rivâyet vardır.

Saçı ortadan ayırmanın İbrahim (aleyhisselâm)'ın sünnetinden olduğu da söylenmiştir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

14- Saçın Ağarması:

Ağaran saç bir nurdur, o bakımdan özellikle ayıklanması mekruhtur. Nesâî ve Ebû Dâvûd'da yer alan Amr b. Şuayb'ın babasından onun da dedesinden yaptığı rivâyete göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ağaran saçları yolmayınız. Çünkü saçı ağaran -ne kadar müslüman varsa- kıyâmet gününde bu (ağaran her bir kıl) onun için bir nûr olur, Allah ona bir hasene yazar ve ondan bir günahını siler." Ebû Dâvûd, Tereccul 17; Tirmizî, Fedailu'l-Cihad 9; Müsned, II, 179, 207, 210.

Derim ki: Ağaran saçların yolunması mekruh olduğu gibi siyaha boyanarak renginin değiştirilmesi de mekruhtur. Siyahın dışındaki renklerle değiştirilmesi ise caizdir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Ebû Kuhafe (Hazret-i Ebû Bekir'in babası) hakkında -sakalı sağâme denilen bembeyaz bitki gibi ağarmış bir halde getirildiğinde- "bunu(n rengini) herhangi birşeyle değiştirin fakat siyaha boyamaktan uzak durun" demiştir. Ebû Dâvûd, Tereccul 18; Nesâî, Zînet 15; Müsned, III, 247.

Şu beyiti söyleyen ne güzel demiş:

"Onun kökü beyaz iken üstünü siyaha boyuyor

Kökü bozulmuş iken üstünde hayır kalmaz."

Bir başkası da şöyle demiştir:

"Ey ağaran saçlarını kına ile örtmeye çalışan kişi

Bunun yerine mutlak Egemenden onu cehennemden korumasını iste."

15- Tirit:

Tirit, yemeklerin en güzeli, en bereketlisidir. Arapların yemeğidir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) tiritin diğer yemeklerden daha üstün olduğuna tanıklık etmiş ve şöyle buyurmuştur: "Âişe'nin diğer kadınlara olan üstünlüğü tiridin diğer yemeklere olan üstünlüğü gibidir." Buhârî, Eti'me 25, 30, Fedailu's-Sahâbe 30, Enbiya 32,46; Müslim, Fedâilu's-Sahabe 70, 89; Tirmizî, Et'ime 31; Dârimî, Et'ime 29. el-Bustî'nin Sahih'inde ise Hazret-i Ebû Bekir'in kızı Hazret-i Esma'dan rivâyet edildiğine göre o tirit yaptığı vakit kaynayıp kabarması gidene kadar üstüne birşey örter ve şöyle derdi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Bu bereketin daha çok artmasına sebeptir" dediğini duydum. Müsned, VI, 350.

16- Bu Temizlikler İçin Belli Bir Süre Var mı?

Bütün bu açıklamalar Abdürrezzak'ın İbn Abas'tan (Hazret-i İbrahim'in kendileriyle imtihan edildiği kelimelere dair) naklettiği rivâyetin ve Said b. el-Müseyyeb ile başkalarının söylediklerinin açıklanmasına dairdir. Mazmaza, istinşak ve misvak kullanmaktan Nisa Sûresi'nde (en-Nisa, 4/43), istincanın hükmüne dair açıklamalar Tevbe Sûresi'nde (et-Tevbe, 9/108), misafir ağırlamanın hükmü ise Hud Sûresi'nde (Hud, 11/69-71. âyetlerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir.

Müslim'in rivâyetine göre de Enes şöyle demiştir: Bıyıkların kesilmesi, tırnakların kesilmesi, koltuk altının yolunması, etek traşının yapılması hakkında bizim için bunları kırk günden daha fazla bırakmamak şeklinde vakit tesbit edilmiştir. Müslim, Tahare 51; Nesâî, Tahare 13.

İlim adamlarımız der ki: Bu azamî süreyi sınırlandırmaktadır. Müstehab olan ise bunların Cumadan Cumaya yapılması şeklindedir. Bu hadisi Ca'fer b. Süleyman rivâyet eder. Ukaylî der ki: Onun yaptığı rivâyetler su götürür. Ebû Ömer ise onun hakkında: Ezberi kötü olduğundan ve çokça yanlışlık yaptığından dolayı hüccet (delil) olmaz. Ayrıca bu hadis, nakil yönünden de pek o kadar kuvvetli değildir. Şu kadar var ki bazı kimseler bu görüştedir. Çoğunluk ise bu konuda herhangi bir sürenin tesbit edilmemesi eğilimindedir. Başarımız Allah'tandır.

17- İmâm:

"Ben seni insanlara İmâm yapacağım" âyetinde geçen:

"İmâm" önder demektir. O bakımdan yapı esnasında kullanılan ipe (şakule) de İmâm denilir. Yola da İmâm denilir. Çünkü gidilmek istenen yerlere o takib edilerek varılır. Bu âyetin anlamına gelince: Biz seni bu hususlarda sana uymak, salih kimseler seni takib etmek üzere seni İmâm kıldık demektir. Şanı yüce Allah böylece Hazret-i İbrahim'i kendisine itaat edenlerin İmâmı kılmıştır. O bakımdan bütün ümmetler bundan dolayı ona (mensup olduklarına) dair iddialarda bulunmaktadırlar. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Aslında o, hanif bir müslüman idi.

18- Hazret-i İbrahim'in Soyundan Gelenlerin Durumu:

"Zürriyetimden de demişti." Bu, şanı yüce Allah'a arzu belirten bir duadır. Yani Rabbim, benim zürriyetimden de İmâmlar kıl, demektir. Hazret-i İbrahim'in bunu onların durumu hakkında soru sormak üzere söylediği de ileri sürülmüştür. Yani peki, Rabbim benim zürriyetimden geleceklerin durumu ne olacak diye sormuş, yüce Allah da ona zürriyetinden gelecek olanlar arasında İmâmlığa lâyık olmayan, isyankâr ve zalim kimselerin de bulunacağını haber vermiştir. İbn Abbâs der ki: İbrahim (aleyhisselâm) soyundan bir İmâm kılınmasını Allah'tan dilemiş, yüce Allah ona, soyundan gelecek olanlar arasında isyankârların da bulunacağını belirterek: "Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur.

19- Zürriyyet Kelimesine Dair Açıklama:

Zürriyet kelimesi asıl itibariyle "zerr"den gelmektedir. Çünkü şanı yüce Allah Hazret-i Âdem'in soyundan gelecek olan insanları kendilerine karşı şahit tuttuğu vakit. Hazret-i Âdem'in sulbünden zerr (toz zerrecikleri) halinde çıkarmıştı. Bu kelimenin yaratmak alamını ihtiva eden (........)den geldiği de söylenmiştir. İşte zürriyet de burdan gelmektedir ki insan ve cinlerin soyundan gelenlere denilir. Şu kadar var ki, Araplar bu kelimenin sonundaki hemzeyi zamanla kullanmamışlardır. Bu kelimenin çoğulu da "zerâri" şeklinde gelir.

Zeyd b. Sabit bu kelimeyi "ze" harfini esreli ve üstünlü olarak şeklinde okumuştur. İbn Cinni Ebû’l-Feth Osman der ki: Bu kelimenin aslının dört ayrı lâfız olma ihtimali vardır. Birincisi ikincisi üçüncüsü dördüncüsü de şeklindedir. Birinci şekilde hemzeli gelmesi Allah insanları yarattı'dan gelmektedir. İkincisi ise zer (toz zerrecileri) lâfzından ve bu anlamından gelmektedir. Çünkü haberde: "İnsanlar zer gibi idiler" denilmektedir. Üç ve dördüncü şekilleri ise "taneyi sallallahü aleyhi ve sellemurdum" anlamına kullanılan dan gelmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Rüzgarların sallallahü aleyhi ve sellemurduğu kupkuru bir çöp kırıntısı haline gelmiş..." (el-Kehf, 18/45) âyeti de böyledir. Böyle olması ise alabildiğine ince ve hafif olmasından dolayıdır. İşte zer (toz zerrecikleri)nin durumu da budur. el-Cevherî der ki: Rüzgarın toprağı sallallahü aleyhi ve sellemurması halinde bu kökten gelen kelime kullanılır. Buğdayın sallallahü aleyhi ve sellemrulması ile ekin ekmek için tohum saçmayı ifade etmek üzere de bu kökten gelen kelime kullanılır. Bu kelime yine şeklinde yüksekten bıraktım, attım, anlamında da kullanılır.

el-Halil'in açıklamasına göre "zürriyet" adının veriliş sebebi ekin eken tohumunu nasıl saçıyorsa insanları da yüce Allah'ın yeryüzüne öylece saçtığından dolayıdır.

Zürriyet kelimesinin aslının "zurrûre" olduğu da söylenmiştir. Aynı harf bu şekilde çokça tekrarlandığından dolayı re'lerin birisi ya harfine dönüşerek zurrûye oldu, daha sonra vav ye harfine idgam edilerek zürriyet haline geldi. Burada zürriyetten kasıt ise özellikle oğullardır. Kimi zaman babalar ve oğullar hakkında da kullanılır. Yüce Allah'ın:

"Bizim Hürriyetlerini dopdolu gemide taşımış olmamız da onlar için bir âyettir." (Yasin, 36/41) âyeti bu türdendir. Buradaki zürriyetten kasıt ise onların atalarıdır.

20- Allah'ın Ahdi:

"Zâlimlere ahdim erişmez" âyetinde sözü geçen ahid ile neyin kastedildiği hususunda farklı görüşler vardır. Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan rivâyetine göre bundan kasıt peygamberliktir. es-Süddî de bu görüştedir. Mücâhid'e göre İmâmet, Katâde'ye göre îman , Atâ'ya göre rahmet, Dahhâk'a göre yüce Allah'ın dinidir.

Allah'ın ahdi, Allah'ın emri anlamındadır da denilmiştir. Çünkü ahid kelimesi emir hakkında da kullanılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz Allah bize ahdetti" (Âl-i İmrân, 3/183); yani emretti. Yine bir başka yerde:

"Ey Âdemoğulları, Ben size ahdetmedim mi?" (Yâsîn, 36/60) âyeti de: Daha önceden bu hususta size emir vermemiş miydim? demektir.

Allah'ın ahdi, onun verdiği emirler olduğuna göre "zâlimlere ahdim erişmez" âyetinin anlamı şöyle olur: Zâlimlerin kendilerinden Allah'ın emirlerinin kabul edileceği ve emirlerini uygulamakla görevli olacakları bir konuma gelmeleri câiz değildir. Bu doğrultuda açıklama inşaallah birazdan gelecektir.

Ma'mer Katâde'den yüce Allah'ın:

"Zâlimlere ahdim erişmez" âyetini açıklarken şunları söylemektedir: Ahirette Allah'ın ahdi zâlimlere erişmeyecektir. Dünyada ise Allah'ın ahdine zalim erişmiştir. Ve bu ahid sayesinde o güvenlik kazanmış, yemek yemiş, yaşamış ve çevresini görebilmiştir, ez-Zeccâc der ki: Bu güzel bir açıklamadır. Bunun anlamı, benim emanım, zâlimlere erişmez, şeklindedir. Yani ben onlara azabımdan yana güven vermem, demek olur.

Saîd b. Cübeyr der ki: Burada geçen "zalim" müşrik anlamındadır.

İbn Mes'ûd ve Talha b. Mûsarrif âyetin bu bölümünü şekilde okumuşlardır. Zâlimler benim ahdime nail olmazlar, anlamına gelecek. Geri kalanı ise "ez-Zâlimîn" şeklinde nasb ile okumuşlardır.

Hamza, Hafs ve İbn Muhaysin "ahdî" şeklinde ya'yı sakin (harf-i med şeklinde) okurken, gerisi "ahdiye" şeklinde fethalı okumuşlardır.

21- Zalim Kimse İmâm (İslâm Devlet Başkanı) Olamaz:

Bir grup ilim adamı bu âyet-i kerimeyi İmâmın (İslâm Devlet Başkanı'nın) bu işi üstlenebilecek gücün yanında, adaletli, ihsan sahibi ve fazilet sahibi bir kimse olması gerektiğine delil göstermişlerdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın işin ehli olan kimseler ile çekişilmemesine dair emri Bk. Buhârî, Fiten 2, Ahkâm 43; Müslim, İmâre 41, 42; Nesâî, Bey'at 1-5; İbn Mâce, Cihâd 41; Muvatta’'', Cîhâd 5; Müsned, III, 441, V, 314, 316, 319 de bu gibi kimseler hakkındadır. Nitekim buna dair açıklamalar daha önceden geçmiş bulunmaktadır. bk. el-Bakara, 2/30. âyetin tefsiri.

Fasıklar, haksızlık ve zulüm yapanlar ise İmâm olmak ehliyetine sahip kimseler değildir. Çünkü yüce Allah:

"Zâlimlere ahdim erişmez" diye buyurmuştur. İşte İbn ez-Zubeyr'in, el-Huseyn b. Ali'nin, (Allah hepsinden razı olsun) huruçları, ayaklanmaları bundandır. Yine Iraklıların hayırlıları ve ilim adamları da Haccâc'a karşı çıkmışlardır. Medine halkı da Umeyyeoğullarını Medine'den dışarı çıkartmış, onlara karşı çıkmışlardır. İşte Müslim b. Ukbe'nin gerçekleştirdiği Harre vakası ve faciası bu sebeple olmuştur. Taberî ve İbnu’l-Esîr gibi tarihlerin 63. yılı olaylarına bakınız.

İlim adamlarının çoğunluğunun kabul ettiği görüşe göre ise zalim İmâma itaat etmek ve sabır göstermek ona karşı çıkmaktan evladır. Çünkü ona karşı çıkıp onunla çekişmeye girmek, güvenlik yerine korkuyu ve kan dökmeyi getirmek olur, sefihlerin ellerini gelişigüzel uzatmalarına, müslümanlara baskın ve talanların tertib edilmesine, yeryüzünde de fesadın çıkmasına sebep teşkil eder. Birincisi Mu'tezile'den de bir kesiminin görüşüdür, aynı zamanda Hâricîlerin de görüşü budur. Bunu bilelim.

22- Zalimin İşgal Edemeyeceği Makamlar:

İbn Huveyzimendad der ki: Zalim olan hiçbir kimse peygamber, halife, hakim, müftü, namaz kıldırmak üzere İmâm olamaz. Şeriat sahibinden yaptığı rivâyetleri kabul olunmaz. Ahkâma dair şehadeti kabul edilmez. Şu kadar var ki, fasıklığa başladığından dolayı hal ve akıl ehli tarafından azledilmedikçe azledilmez. Azledilmeden önce verdiği doğruya, hakka uygun hükümler bozulmaz, geçerli kalmaya devam eder.

Mâlik, Hariciler ve bağîler hakkında bunu açıkça ifade etmiş ve herhangi bir içtihada uygun olarak verdikleri yahut icmaa muhalefet etmedikleri ya da naslara aykırı düşmedikleri takdirde verdikleri hükümleri bozulmaz, demiştir.

Bizim bu kanaati belirtmemizin sebebi ise ashabın icmaından dolayıdır. Şöyle ki: Hâricîler onların hayatta oldukları dönemlerde çıkmış ve İmâmlardan onların verdikleri hükümleri tek tek elden geçirdiklerine ve bu hükümlerden herhangi birisini nakzettiklerine dair bir rivâyet gelmemiştir. Ayrıca onların aldıkları zekâtı tekrar aldıkları da uyguladıkları hadleri bir daha uyguladıkları da görülmemiştir. İşte bu onların ictihİsimlerinda isabetli oldukları takdirde uyguladıkları hükümlerin bozulmayacağını göstermektedir.

23- Zalim Yöneticilerden Erzak

(Belli Hizmet Karşılığında Olmayan Bağış, Atiye v.s.) Almak: İbn Huveyzimendad der ki: Zalim yöneticilerden erzak almaya gelince bunun üç hali vardır: Eğer ellerinde bulunan malın tümü şeriatın gerektirdiği şekilde alınmış ise böyle bir rızkı almak caizdir. Nitekim ashab-ı kiram ve tabiin Haccac'dan ve başkalarından almıştır. Eğer bir kısmı helal ve bir kısmı haksız yollarla alınıp karışık halde bulunuyor ise -günümüz ümerasının elindeki mallarda olduğu gibi- vera' ve takva bunu terketmeyi gerektirir. İhtiyaç sahibi olan kimsenin bunu alması caizdir. Böyle bir zalim yönetici elinde çalıntı mal bulunup bununla birlikte bir başka adamın kendisine vekalet verdiği iyi ve helal bir mal bulunan hırsıza benzer. Bu hırsız gelip de elindeki bu maldan bir kimseye tasaddukta bulunacak olursa ondan bu sadakanın alınması caizdir. Hırsızın çaldığı malın bir kısmını sadaka olarak vermiş olması mümkün olmakla birlikte bu böyledir. Şu kadar var ki onun sadaka olarak verdiği malın bir yağma olduğunun bilinmemesi de şarttır. Eğer bu durumdaki kişi satar veya satın alırsa akid sahih olur ve bağlayıcıdır. Bununla birlikte vera' ve takva böyle bir şeye bulaşmamayı gerektirir. Çünkü mallar aynları dolayısıyla haram değildir, elde edildikleri cihet dolayısıyla haram olurlar.

Eğer yöneticilerin elinde bulunan mal, açıktan açığa zulümle alındığı bilinen bir mal ise onların ellerinden birşey almak câiz değildir. Ellerinde bulunan malın bir kısmı gasbedilmiş olmakla birlikte sahibi de bilinmiyor, taliplisi de bulunmuyor ise bu tıpkı hırsız ve yol kesicilerin elinde bulunması gibi bir uygulamaya tabi tutulur, beytü'l male konulur ve uygun görülen süre o mala (kendisinindir diye) talip olacak şahıs beklenir. Eğer malın sahibi bilinmeyecek olursa o vakit İmâm onu müslümanların menfaatine uygun göreceği yerlere harcar.

124 ﴿