173O size meyteyi, kanı, domuz etini, bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı. Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur. Şüphesiz ki Allah Gafûrdur, Rahîmdir. Bu âyete dair açıklamalarımızı otuzdört başlık altında ele alacağız: "O size ancak meyteyi.....haram kıldı." Bu âyette yer alan “İnnemâ” kelimesi münhasıran bazı şeyleri bildirmek üzere kullanılmaktadır. Hem olumluluk, hem olumsuzluk anlamını ihtiva eder. Yani, hitabın kapsadıkları şeyler hakkında olumluluk, dışında kalan şeyler hakkında da olumsuzluk ifade eder. Bu edat burada haram kılınan şeylerin münhasıran neler olduğunu ifade etmektedir. Özellikle de bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın: "Ey îman edenler, size rızık olarak verdiğimiz şeylerin temiz olanlarından yeyin" âyetinin akabinde gelmiştir. Bu âyet mutlak olarak mubahlığı ifade etmektedir. Daha sonra yüce Allah, hasr edatı olan “İnnemâ” kelimesiyle haram kılınan şeyleri zikretmektedir. Buna göre bunun her iki kısmı (yani haramı da helali de) kapsaması gerekmektedir. Bu âyetin kapsamı dışında haram kılınmış bir şey yoktur. Bu âyet, Medine'de inmiştir. Daha sonra Arefe'de indiği rivâyet olunan bir diğer âyet olan: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler olarak... başka haram kılınmış birşey bilmiyorum." (el-En'am, 6/145) âyeti ile bunu daha da pekiştirmiş, böylelikle başta da sonda da beyan tam ve eksiksiz bir şekilde gerçekleşmiş olmaktadır. Bu açıklamalan İbnu'l Arabî yapmıştır. İleride yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresinde işaret ettiğimiz âyet-i kerimede açıklamalar yapılacaktır. "Meyte" kelimesi "haram kıldı" kelimesi ile nasbedilmiştir. Bu âyetteki "mâ" kâffe (önceki âmilin amelini önleyen) edattır. Bunun ayrı yazılacak şekilde "ellezi" anlamında ism-i mevsul olması da caizdir. O takdirde "meyte kan ve domuz eti" kelimeleri "inne"nin haberi olmak üzere merfu' okunur. İbn Ebi Able'nin kıraati böyledir. Bundan dolayı "haram kıldı" da ism-i mevsul'a ait olan bir zamir söz konusu olur. Yüce Allah'ın: "Onların yaptıkları ancak sihirbaz hilesidir." (Ta-Ha, 20/69) âyeti de buna benzemektedir. Ebû Ca'fer, ha'yı ötreli, radıyallahü anh harfini esreli, ondan sonra gelen isimleri de merfu' olmak üzere “.....” şeklinde okumuştur. Bunu ya meçhul bir fiil olarak ya da "inne"nin haberi olarak böyle okumuştur. (... haram kılındı, demek olur). Ebû Ca'fer b. el-Ka'ka da: "el-meyte" kelimesini şeddeli olarak "el-meyyite" şeklinde okumuştur. Taberî der ki: Bir grup dil alimi "meyt" ve "meyyit" kelimelerinin şeddeli ve şeddesiz okunuşlarının iki ayrı söyleyiş olduğunu söylemişlerdir. Ebû Hâtim ve başkaları ise şöyle demektedir: Ölmüş olan hakkında her ikisi de kullanılır. Henüz ölmemiş hakkında ise "meyt" diye şeddesiz olarak denilmez. Buna delil ise yüce Allah'ın: "Muhakkak sen de öleceksin ve elbette onlar da öleceklerdir." (ez-Zümer, 39/30) âyetidir. Şair de şöyle demiştir: "Ölüp de rahata kavuşan kimse "meyt" değildir Asıl "meyt" olsa olsa yaşayan meyyitler (ölüler)dir." Henüz ölmemiş olan kişi ile ilgili olarak bu kelimeyi hiçbir kimse şeddesiz olarak okumuş değildir. Bundan tek istisna el-Bezzî'nin İbn Kesîr'den rivâyet ettiği: "Halbuki o ölmez." (İbrahim, 14/17) âyetidir. Ancak İbn Kesîr'den gelen meşhur rivâyet şeddeli okunduğu şekildedir. Şairin: "Temimlilerden bir meyt öldü mü Yaşaması seni eğer sevindirirse, haydi azık getir." Şeklindeki sözlerine gelince; bununla gerçek anlamda ölüyü kastetmiş olmasından daha beliğ bir hiciv olamaz. Bazı kimseler ise onun ölüme yaklaşmış olanı kastettiği görüşündedir. Birincisi ise daha meşhurdur. Meyte: Boğazlanabilen hayvanlardan şer'î usûle göre boğazlanmaksızın canını veren hayvandır. Eti yenmeyen hayvanların kesilmesi ise ölmesi gibidir. Yırtıcı hayvanlar ve benzerlerinde olduğu gibi. Buna dair açıklamalar hem burada hem de yüce Allah'ın izniyle el-En'am Sûresi'nde (el-En'am, 6/145. âyette) gelecektir. Bu âyet, umûmi olup Hazret-i Peygamber'in şu âyeti bunu tahsis etmektedir: "Bize iki ölü helal kılındı. Bunlar: Balık ve çekirgedir. İki kan da helal kılındı. Bunlar da karaciğer ve dalaktır." Darakutnî, IV, 272; İbn Mâce, Et'ime 31; Müsned, II, 97. Bu hadisi Darakutnî rivâyet etmiştir. Aynı şekilde Hazret-i Cabir'den gelen ve anber balığı ile ilgili Hadîs-i şerîf de senedinin sahih olması dolayısıyla Kur'ân-ı Kerîm'in umumî hükmünü tahsis etmektedir. Bu hadisi Buhârî ile Müslim, yüce Allah'ın: "Sizin için deniz avı., helal kılındı" (el-Maide, 5/96) âyeti ile birlikte rivâyet etmişlerdir. Buhârî, Zebâih ve Sayd 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd ve Zebâih 17, 18; Nesâî, Sayd 35; Müsned, III, 311. Ki orada yüce Allah'ın izniyle bu hususa dair açıklamalar gelecektir. İlim ehlinin büyük bir çoğunluğu ölüsüyle, dirisiyle denizdeki bütün canlıların yenilmesinin câiz olduğu görüşündedirler. İmâm Mâlik'in kabul ettiği görüş de budur. Şu kadar var ki su domuzu Bu âyetin tefsirine dair 18. başlığa ve ilgili nota bakınız. ile ilgili cevap vermekten çekinmiş ve: Siz ona domuz diyorsunuz, demiştir. İbnu'l-Kasım da şöyle demiştir: Ben onu yemekten uzak duruyorum, bununla birlikte haram olduğu görüşünde değilim. 5- Kur'ân-ı Kerîm'in Sünnet ile Tahsis Edilmesi: İlim adamları yüce Allah'ın Kitabının sünnet ile tahsis edilmesi hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Bu hususta farklı kanaatlere sahip olmakla birlikte; - İbnu’l Arabî'ye göre- zayıf hadis ile Allah'ın Kitabının tahsis edilmesinin câiz olmadığını ittifakla kabul etmişlerdir. Yine bu âyet-i kerimenin tahsis edildiğine dair Sahih-i Müslim'de yer alan Abdullah b. Ebi Evfa'nın şu hadisi delil gösterilebilir. O şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte yedi tane gazada bulunduk. Biz onunla birlikte çekirge yiyorduk. Buhârî, Zebâih 13; Müslim, Sayd 52; Tirmizî, Et’ime 22; Nesâî, Sayd 37... Bu hadisin zahiri ister belli bir müdahale ile olsun, isterse kendiliğinden olsun hangi şekilde ölürse ölsün çegirgenin yenildiğini göstermektedir. İbn Nâfi', İbn Abdilhakem ve çoğu ilim adamları bu görüştedir. Şâfiî ve Ebû Hanîfe'nin de başkalarının da kabul ettiği görüş budur. Şu kadar var ki Mâlik ve onun çoğu arkadaşları eğer kendiliğinden ölmüş ise çekirgenin yenmesini uygun görmemişlerdir. Çünkü çekirge karada avlanan hayvanlardandır. Nitekim ihramlı bir kimsenin onu öldürmesi halinde ona karşılık ceza vermesi gerektiği bilinen bir husustur. Bu açıdan o da ceylana benzemektedir. Eşheb ise şöyle demektedir: Ayağının ya da kanadının kesilmesinden dolayı çekirge ölürse yenmez. Çünkü bu yaşayabileceği ve soyunun devam edebileceği bir haldir. İleride A'raf Sûresi'nde çekirgenin hükmüne dair daha geniş açıklamalar (el-A'raf, 7/133. âyet 3 ve 4. başlıklarda) gelecektir. 6- Meyte'den ve Necis Şeylerden Yararlanmak: Meyteden veya necis şeylerden yararlanmanın câiz olup olmadığı hususunda ilim adamları arasında farklı görüşler vardır. Bu konuda İmâm Mâlik'ten gelen rivâyetler de birbirinden farklıdır. Bir defasında meyteden yararlanmanın câiz olduğunu söylemiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) Hz Meymûne'ye ait (ve boğazlanmadan ölmüş) koyunun yanından geçmiş ve: "Neden postunu almadınız?" demiştir. Müslim, Hayz 100, 102-104; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 5. Bir başka seferinde de İmâm Mâlik şöyle demiştir: Meyte bütünüyle haramdır, onun herhangi bir parçasından da yararlanmak câiz değildir. Necis olan herhangi bir şey ile de herhangi bir şekilde yararlanmak câiz değildir. Hatta necis olan bir su ile ekin ve hayvanın dahi sulanması câiz değildir. Hayvanlara necis şeyler yem olarak verilmez. Meyte, köpeklere, yırtıcı hayvanlara yedirilmez. Bununla birlikte kendiliklerinden yerlerse engellenmezler. Bu görüşe, yüce Allah'ın: "Meyte, kan... üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) âyetinin zahirinden anlaşılan mana açıklık getirmektedir. Bu âyet herhangi bir şeyi tahsis etmemektedir. Buradaki hitabın mücmel olduğunu söylemek de câiz değildir. Çünkü mücmel zahirinden ne kastedildiği anlaşılmayan buyruktur. Araplar ise yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılındı" âyetinden yüce Rabbimizin maksadını anlamışlardır. Yine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) "Meytenin herhangi bir bölümünden yararlanmayınız" diye buyurmuştur. Zeylaî, Nasbu'r-Râye, I, 120, 122. Ayrıca Abdullah b. Ukeym yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte de şöyle denilmektedir: "Meytenin postundan da sinirinden de yararlanmayınız." Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 5; İbn Mâce, Libâs 26, Ebû Dâvûd, Libâs 39; Müsned, IV, 310, 311. İşte Hazret-i Peygamber'in vefatından bir ay önce göndermiş olduğu mektubunda varid olan açıklama da budur. Yüce Allah'ın izniyle en-Nahl Sûresi'nde (en-Nahl, 16/115. âyette) bu habere dair açıklama ayrıca gelecektir. 7- Kesilen Hayvanın Karnından Çıkan Yavru: Deve yahut inek ya da koyun kesilip de karınlarında ölü bir cenin (yavru) bulunursa ayrıca onu kesmeksizin bu ölü yavruyu yemek caizdir. Ancak canlı olarak çıkarsa o takdirde o da kesilir ve kendine has hükmünü alır. Çünkü annesinin kesiminden sonra cenin ölü olarak çıkarılırsa, kesilen annenin organlarından bir organ gibi değerlendirilir. Bunu açıklayan hususlardan birisi de şudur: Eğer koyunu satıp karnındaki yavruyu istisna ederse bu câiz değildir. Tıpkı onun bir organını satışın dışında bırakıp istisna etme halinde olduğu gibi. Böyle bir satışta onun karnındaki yavrusu da diğer organları, gibi ona tabidir. Aynı şekilde bir kimse cariyeyi -karnındaki cenini bağımsız olarak azad etmeksizin dahi- azad ettiği takdirde de hüküm budur. Şayet yavrusu ondan ayrılmış ise satışta olsun azat etmekte olsun yavru ona tabi olmaz. Hazret-i Cabir'den rivâyet edildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a karınlarında ölü cenin bulunup da boğazlanan inek, koyun ve deve hakkında sorulmuş, o da şöyle buyurmuştur: "Arzu ettiğiniz taktirde onu yeyiniz, Çünkü onun kesilmesi annesinin kesilmesidir." Bu hadisi Ebû Dâvûd bu anlamı ile Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet etmiştir Ebû Dâvûd, Edâhî 17; İbn Mâce, Zebâih 15; ayrıca bk. Tirmizî, Sayd 10. ki bu te'vil ihtimali olmayan açık bir nastır. İleride buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/3. âyet 7. başlıkta) gelecektir. Meytenin derisi tabaklanmak ile temizlenir mi temizlenmez mi hususunda İmâm Mâlik'ten farklı rivâyetler gelmiştir. Ondan gelen bir rivâyete göre temizlenmez. Mezhebinin zahir görüşü budur. Temizleneceğine dair rivâyet de gelmiştir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Herhangi bir post tabaklandı mı artık o tahir olur." Müslim, Hayz 105; Ebû Dâvûd, Libâs 38; Tirmizî, Libâs 7; Nesâî, Fera' 4 İmâm Mâlik'in "temizlenmez" şeklindeki görüşü şöyle açıklanır: Hayvanın postu da meytenin bir parçasıdır. Eğer hayatta iken bu postu alınacak olursa necis olur. Ete kıyasen tabaklamanın onu temizlememesi gerekir. Temizleneceğine dair haberler de tabaklama işleminin derideki kirlilikleri izale edeceği şeklinde yorumlanır. Böylelikle bu post ile kuru şeylerde ve üzerinde oturmak suretiyle faydalanmak mümkün olabilir. Yine, su kırbası olarak da ondan yararlanmak caizdir. Çünkü herhangi bir niteliği değişmediği sürece suda aslolan tahir olmaktır. Nitekim ileride buna dair hükümler Furkan Sûresi'nde (25/48. âyette) gelecektir. Taharet, pisliklerin izale edilmesi şeklinde sözlük anlamıyla anlaşılabileceği gibi şer'î taharetin kastedileceği şeklinde de anlaşılabilir. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Görüldüğü kadarıyla merhum müfessir sarahatle ifade etmemekle birlikte, tabaklamanın şer'an temizlediği görüşünü nassa uygunluğu dolayısıyla, daha kabule şayan görmektedir. Meytenin kılları ve yünü tahirdir. Çünkü Umm Seleme (r. Anha)dan gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Tabaklandığı takdirde meytenin derisinde, yıkandığı takirde de yün ve kıllarında bir mahzur yoktur." Dârakutnî, I, 47. Diğer taraftan bu kıl ve yün eğer hayvan hayatta iken alınmış olsaydı tahir olacaktı. Ölümden sonra da bunların böyle olması gerekir. Şu kadar var ki et, hayvan hayatta iken necis olduğundan dolayı ölümünden sonraki hali de böyle olur. Buna göre yünün hayatta iken farklı bir hükmü taşıdığı gibi, öldükten sonra da ondan farklı bir hüküm taşıması gerekmesi aksi ile istidlalin gerektirdiği bir hükümdür. Şu kadar var ki meyteden çıkan sütün ve ölü tavuktan çıkan yumurtanın aynı hükmü taşıması gerekmez. Çünkü bize göre süt ölümden sonra da tahirdir, yumurta da böyledir. Şu kadar var ki bunlar necis bir yerde meydana geldiklerinden dolayı o necis yerde bulundukları için necistirler yoksa ölüm sebebiyle necis olmazlar. Bu mes'ele ile bundan önceki mes'eleye dair daha geniş açıklamalar ve bu hususta ilim adamlarının farklı kanaatleri ileride yüce Allah'ın izniyle Nahl Sûresi'nde (16/115. âyette) gelecektir. 10- Temiz Birşeye Fare Düşerse: Farenin içine düştüğü temiz şeylere gelince onun iki hali sözkonusudur: Birincisi eğer fare canlı olarak çıkartılabilmişse o tahirdir. Şayet fare düştüğü şeyin içinde ölmüşse bunun da iki hali sözkonusudur: Ya içine düştüğü şey sıvıdır; o takdirde bütünüyle necis olur, ya da içine düştüğü şey katıdır. O takdirde onun etrafı necis olur. Fare ve çevresindekiler birlikte çıkartılıp atılır, geri kalan ile yararlanılır ve aslı üzere geri kalan tahir kalmaya devam eder. Çünkü gelen rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e yağa düşüp de ölen fare hakkında soru sorulmuş o da şöyle buyurmuştur: "Eğer içine düştüğü şey katı ise çevresindekilerle birlikte çıkartıp atınız; eğer sıvı ise (hepsini) dökünüz." Buhârî, Vudû' 67, Zebâih 34; Ebû Dâvûd, Et'üne 47; Tirmizî, Et'ime 8; Müsned, II, 233, 265, VI, 330; Dârimî Et'ime 41; Muvatta’'' İsti'zan 20. Yakın ifadelerle İlim adamları (sıvı olan şeyin) yıkanması hususunda farklı görüşlere sahiptir. Yıkamakla tahir olmayacağı söylenmiştir. Çünkü bu da necis bir sıvıdır. O bakımdan kana, şaraba, sidiğe vesair necis şeylere benzer. İbnu’l-Kasım da der ki: Yıkamakla tahir olur. Çünkü bu necasete yakın olmak sebebiyle necis olmuş bir cisimdir. Bu açıdan elbiseye benzer. Şu kadar var ki böyle birşeyi kan hakkında söylemek mümkün değildir. Çünkü kan ayniyle necistir. Şarap ve sidik de böyledir. Çünkü onları yıkamak, bütünüyle onları ortadan kaldırmakdır, böyle bir işlem ise temizlik değildir. 11- Böyle Bir Sıvının Taharetine Hüküm Verilirse: Böyle bir sıvıyı bu şekilde temizleyerek taharetine hüküm verdiğimiz takdirde, taharet ve sair yararlanma yollan açısından ilk haline döner. Şu kadar var ki durumu açıklamadıkça o şeyi satmaz. Çünkü bu, insanlar nazarında bir kusurdur ve içleri böyle bir sıvıdan yararlanmayı sindiremez. Aralarından böyle bir şeyin haram olduğuna ve necis olduğuna inananlar da vardır. O bakımdan diğer kusurlu şeylerde olduğu gibi kusurunu açıklamadıkça satması câiz değildir. Yıkamadan önce satması ise hiçbir şekilde câiz değildir. Çünkü İmâm Mâlik'e göre necis şeylerin satılması câiz değildir. Ayrıca necis olan şey, bir sıvı olduğundan dolayı şaraba benzer. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şarap bedeli hakkında sorulunca şöyle buyurmuştur: "Allah yahudilere lanet etsin. Onlara içyağları haram kılındı. Kendileri ise içyağlarını erittiler ve onun erimiş yağlarını satıp paralarını yediler." Buhârî, Enbiyâ 50, Tefsir 6. Sûre 6, Buyû’ 103, 112; Müslim, Mûsâkat 71-74; Nesâî, Buyû’ 93, Fera' 8, 9; Müsned, I, 25, II, 213, III, 324, 326. Ayrıca yüce Allah birşeyi haram kıldığı takdirde onun bedelini de haram kılar. Böyle bir sıvı ise necis olduğundan dolayı haramdır ve o bakımdan zahir hükmü gereğince onun bedelinin de haram kılınması gerekmektedir. 12- Tenceredeki Yemeğe Kuş ve Benzeri Hayvanlar Düşerse: Bir tencereye uçan bir kuş veya bir başka hayvan düştüğü ve öldüğü takdirde hükmün ne olacağı hususunda farklı rivâyetler vardır. İbn Vehb'in Mâlik’ten rivâyetine göre o şöyle demiş: Tencerede bulunanlar yenmez ve meytenin ona karışması dolayısıyla necis olur. İbnu'l Kasım'ın ondan rivâyetine göre ise o şöyle demiş: Et yıkanır, yemeğin suyu dökülür. İbn Abbâs'a da bu durum hakkında soru sorulmuş o da: Et yıkanır ve yenir, diye cevap vermiştir. Arkadaşları arasında suyu hususunda ona muhalefet eden kimse yoktur. Bu hükmü İbn Huveyzimendad zikretmektedir. 13- Meyteden Alınan Peynir Mayası ile Meytenin Sütü: Meyteden alınan peynir mayası "Peynir mayası" diye tercüme ettiğiniz "enfiha" ile ilgili sözlükte şu açıklamalar yer almaktadır: Buzağı, oğlak ve benzerlerinin işkembelerinden bir bölümdür. Peynir mayası kasdıyla buzağı, oğlak ve benzerlerinin süt yavrusu iken midelerinden alınan parça. (el-Kâmusu'l- Muhit, el-Mu'cemu'l-Vasıt). ile meytenin sütü hakkında İmâm Şâfiî şöyle demiştir: Bu da necistir. Çünkü yüce Allah'ın: "Meyte üzerinize haram kılınmıştır." (el-Maide, 5/3) âyeti geneldir (meytenin bütününü kapsamaktadır). Ebû Hanîfe ise bunların tahir olduklarını söylemiştir. O yaratılışı dolayısıyla bir yerde meydana gelen durumun, etrafının necis olmasında herhangi bir etkisi olduğunu kabul etmez ve bu görüşünü açıklamak üzere şöyle der: Bu bakımdan içindeki damarlarla birlikte et yenir. Halbuki kesin olarak biliyoruz ki kan, bu damarların içlerinde mevcuttur. Bunları ayrıca temizlemek ve yıkamak gerekmediği icma ile kabul edilmiştir. İmâm Mâlik de Ebû Hanîfe'nin görüşüne yakın bir görüştedir. O da bunların ölüm ile necis olmayacağını söyler. Şu kadar var ki, necis olan bölgeye yakın olmak dolayısıyla necis olur. Bu gibi yerlerin ise yıkanması da mümkün değildir. İşte tavuktan da ölümünden sonra yumurta bu halde çıkar. Çünkü yumurta tavuktan çıkmadan önce sıvı hükmünde olacak kadar yumuşaktır. Onun katılaşıp sertleşmesi hava ile teması dolayısıyladır. İbn Huveyzimendad der ki: Sizin bu görüşünüz icmaa aykırı bir sonuca götürür. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ile ondan sonra gelen müslümanlar peynir yiyorlardı. Bu peynir de onlara Acem topraklarından getiriliyordu. Bilindiği gibi mecûsi olan acemlilerin kestikleri meyte demektir. Fakat bu peynirin meytenin bağırsaklarından ya da kesilmiş bir hayvanın bağırsaklarından alınan mayalarla doldurulmuş olmasına bakmıyorlardı; denilecek olursa, böyle diyene şu şekilde cevap verilir: Evvela peynir yapılan süte konulan bu tür mayaların miktarı oldukça azdır. Eğer basit bir miktardaki necaset çok miktardaki bir sıvıya karışacak olur ise bu bağışlanır. Bu şekildeki bir açıklama İmâm Mâlik'ten gelen iki rivâyetten birisine göre bir cevap teşkil eder. Öteki rivâyete göre ise böyle bir itiraza şu şekilde cevap verilebilir: Sizin dediğiniz bu durum İslâm'ın ilk dönemlerinde idi. Herhangi bir kimsenin Acem topraklarından getirilen peynirin ashab-ı kiram tarafından yenildiğini nakletmesine imkan yoktur. Çünkü peynir Arapların yediği şeylerden değildir. Müslümanlar fetihlerde bulunarak Acem topraklarında dağılınca kesim işlerini kendileri üstlendiler. Peki Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ve ashab-ı kiramın Acem topraklarından getirilip onların kestikleri hayvanların bağırsaklarından mayalarla imal edildiği bir tarafa, onların peynir yediklerini neye dayanarak söyleyebiliriz? Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) der ki: Puta tapanların, mecûsilerin ve kitabı olmayan sair kâfirlerin yemeklerini yemekte -onların kestiklerinden olmadığı sürece ve şer'î usûle göre kesime gerek bulunmadıkça- bir mahzur yoktur. Bundan tek istisna meytenin bağırsakları maya olarak kullanıldığından dolayı peynirdir. İbn Mâce'nin Sünen'inde "peynir ve yağ" başlığı altında şu rivâyet yer almaktadır: Bize İsmail b. Mûsâ es-Süddî anlattı. Bize Seyf b. Harun, Süleyman et-Teymî'den, o Ebû Osman en-Nehdî'den, o Selman el-Farisî'den naklen dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a yağ, peynir ve kürkler hakkında soru soruldu, o da şöyle buyurdu: "Helal, Allah'ın Kitabında helal kıldığıdır. Haram da Allah'ın Kitabında haram kıldığıdır. Hakkında birşey söylemediği ise bağışladığı şeyler cümlesindendir." İbn Mâce, Et'ime 60; Ebû Dâvûd, Et'ime 30; Tirmizî, Libâs 6. Yüce Allah... "O size ancak meyteyi, kanı., haram kıldı" diye buyurmaktadır. İlim adamları kanın haram, necis olduğu, yenemeyeceği ve onunla yararlanamayacağını ittifakla kabul etmişlerdir. İbn Huveyzimendad der ki: Kana gelince umumî belva halini almadıkça haramdır. Umumi belva halini aldığı takdirde ise affedilir. Umumi belva halini alması ise etteki ve damarlardaki kandır. Bir de beden ve elbise üzerindeki basit miktardaki kana rağmen namaz kılınabilir. Bizim bu hükme varmamızın sebebi yüce Allah'ın: "Meyte ve kan...üzerinize haram kılındı." (el-Maide, 5/3) diye buyurmasıdır. Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır: "De ki: Bana vahyolunanlar arasında yiyen bir kimsenin yiyeceği şeyler arasında ölüden, akıtılan kandan... başka haram kılınmış birşey bulmuyorum." (el-En'am, 6/145) diye buyurmuş olmasıdır. Bu âyette görüldüğü gibi akan kan haram kılınmıştır. Nitekim Âişe (r. anha)nın da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Biz Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde tencerede yemek pişirir, tencerenin üstünde kandan dolayı sanmtrak bir tabaka belirir, buna rağmen o yemeği yer ve buna karşı bir tepki göstermezdik. Bazı hadisler için bk. Buhârî, Et'ime 31; Talâk 14; Müslim, Itk 14; Nesâî, Talâk 29; Muvatta’'' Talâk 25; Müsned, VI, 178, 180 Çünkü bu tür şeylerden sakınmak ağır yüktür ve zorluktur. Zorluk ve ağır yükler ise dinde kaldırılmıştır. Bu husus şerîatte aslî bir ilkedir. Ümmet ibadeti eda etmek hususunda zorlanır ve bu iş ona ağır geldiği takdirde bu husustaki ibadet üzerinden düşer. Nitekim zaruret halinde bir kimsenin meyte yediği, hasta olan kimsenin böyle bir durumda oruç açtığı ve teyemmüm aldığı bilinen bir husustur. Derim ki: Şanı yüce Allah burada "kanı" mutlak olarak zikrettiği halde el-En'am'daki âyet-i kerimede (6/145'te): "Akmış" olmakla kayıtlamaktadır. İlim adamları icma ile buradaki mutlakı mukayyede hamletmişlerdir. Buna göre burada "kan"dan kasıt "akmış olan kan"dır. Çünkü ete karışmış durumda bulunan kanın haram olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Aynı şekilde karaciğer ve dalak hakkında da böylece icma edilmiştir. Balıktan ayrılan kanda ise görüş ayrılığı vardır. el-Kânisi'den bunun tahir olduğu rivâyet edilmektedir. Onun tahir olması haram olmamasını da gerektirir. İbnu’l Arabî'nin de tercih ettiği görüş budur. O şöyle demektedir: Çünkü balığın kanı necis olsaydı balığın boğazlanması gerekirdi. Derim ki: Bu aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de balık kanı ile ilgili görüşüdür. Ben, Hanefî mezhebine mensup bir ilim adamını şöyle derken dinledim: Balığın kanının tahir oduğunun delili şudur: Balık kanı kuruduğu takdirde beyazlaşır. Halbuki diğer kanlar böyle değildir. Onlar kararırlar. Bu nükte, Hanefîlerin Şâfiîlere karşı delil getirmekte lehlerine olabilecek bir özelliktedir. Yüce Allah'ın: "Domuz etini" âyeti ile domuzun özellikle eti zikredilmektedir ki bu da ister kesilsin ister kesilmesin domuzun ayniyle haram olduğunu ifade etsin ve ayrıca onun yağını ve buna bağlı olarak kıkırdak ve benzeri kısımlarını da kapsamına alsın diyedir. Ümmet, domuzun yağının haram kılındığı hususunda icma etmiştir. İmâm Mâlik ve arkadaşları şunu delil gösterirler: Bir kimse içyağı yememek üzere yemin etse ve bunun yerine et yese o eti yediği için yeminini bozmuş olmaz. Buna karşılık bir kimse et yememek üzere yemin etse bunun yerine içyağı yese yeminini bozmuş olur. Çünkü yağ ile birlikte ete "et" denilebilmektedir. O bakımdan yağ da etin kapsamına girer. Bununla birlikte et, yağın kapsamına girmez. Şanı yüce Allah domuz etini haram kıldığına göre onun "ef'inin sözkonusu edilmesi ayrıca yağının da sözkonusu edilmesinin de yerine geçmiştir. Çünkü yağ da et adının kapsamına girmektedir. Yüce Allah İsrailoğullarına da şu âyeti ile: "Sığır ve koyunun da içyağlarını onlara haram kıldık." (el-En'am, 6/146) diye buyurmaktadır. Bu âyete göre ise onların etleri haram kılınmamakta ve et "yağ" kelimesinin kapsamına girmektedir. İşte bundan dolayıdır ki İmâm Mâlik, yağ yememek üzere yemin eden ile et yememek üzere yemin eden kişi arasında fark gözetmiştir. Şu kadar var ki yemin eden kimsenin eğer niyeti yalnızca eti kastetmek şeklinde olup yağı yemininin kapsamına sokmamak şeklinde ise, yağ yemesi halinde yeminini bozmuş olmaz. Doğrusunu en iyi bilen yüce Allah'tır. Şâfiî, Ebû Sevr ve re'y sahiplerinin görüşüne göre ise bir kimse et yememek üzere yemin edip yağ yiyecek olsa, yeminini bozmuş olmaz. İmâm Ahmed ise şöyle demektedir: Et yememek üzere yemin etse buna karşılık yağ yerse yağdan da kaçınmayı kastetmiş olması hali müstesna, bunda bir mahzur yoktur. 17- Domuzun Kılları Müstesna Tümü Haramdır: Kılları dışında domuzun tümüyle haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Domuz kılı ile deri dikişini yapmak caizdir. Rivâyet edildiğine göre adamın birisi Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a domuz kılı ile deri dikme hakkında soru sormuş Hazret-i Peygamber de: "Bunda bir mahzur yoktur" diye buyurmuştur. Bu rivâyeti İbn Huveyzimendad nakletmekte ve şöyle demektedir: Çünkü Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) döneminde deri dikim işi mevcuttu. Ondan sonra da bu işin varolduğu görülen bir husustur. Ayrıca Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın da ondan sonra gelen İmâmlardan herhangi birisinin de buna karşı çıktığını bilmiyoruz. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın câiz gördüğü birşey ise, şerîatte de baştan beri onun böyle olduğu kabul edilir. Su domuzu (hınzîru’l-mâ) ile ilgili sözlüklerin açıklamalarından, bununla "Yûnus balığı"nın kast edildiğini anlıyoruz. "el-Müncid" adlı sözlükte: "Su domuzu: hınzîru’l-mâ" hakkında şu açıklama yer alır: "Dulfın'den küçük bir balık cinsi." Gerek Mâlikî âlimlerin ifadelerinden, gerek buradaki açıklamadan. Mâlik'in bunu hoş görmemesi yalnızca ismi dolayısıyladır. (Bk. Ebû Ömer b. Abdi’l-Berr, el Kâfi, I, 437) Önceden de belirttiğimiz gibi kara domuzunun haram olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Su domuzu (Yûnusbalığı ve benzeri)nde ise görüş ayrılıkları vardır. İmâm Mâlik bu hususta herhangi bir cevaz vermekten kaçınmış ve: Siz ona domuz diyorsunuz, dediği daha önceden geçmişti. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle el-Maide Sûresi'nde (5/96. âyet 4. başlıkta) gelecektir. 19- Hınzır (Domuz) Kelimesi ile İlgili Dil Bilginlerinin Açıklamaları: Dil bilginlerinin çoğunluğunun görüşüne göre "hınzîr" kelimesi rubâî (dört harfli) bir kelimedir. İbn Sîde, kimi dilcilerden bu kelimenin göz ucuyla bakmak anlamına gelen “.....”den türetilmiş olduğunu nakletmektedir. Çünkü domuz da bu şekilde bakar. Buna göre bu kelime sülâsî (üç harfli)dir. es-Sihhah'ta yapılan açıklamaya göre: Bir kimse daha iyi görebilmek için göz kapaklarını daraltıp kıstığı vakit onun hakkında “.....”kelimesi kullanılır. Bunun masdan ise, gözün darlığı ve küçüklüğü demektir. Bunun kişinin âdeta gözünün yan tarafı ile bakması anlamına geldiği de söylenmiştir. Hınzîr kelimesinin çoğulu "henâzîr" şeklinde gelir. Yine el-henâzîr, boyunda meydana gelen oldukça sert yaralar açan, bilinen bir hastalığın adıdır. 20- Allah'tan Başkasının Adına Kesilenler: "... bir de Allah'tan başkası adına kesileni haram kıldı." Yani kesilirken Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilen hayvanları size haram kılmıştır. Bu ise, mecûsi, putperest ve muattıl (yaratıcının varlığını kabul etmeyen) kimselerin kestikleridir. Çünkü putperest kimse putu adına, mecûsi kimse ateşe keser, muattıl ise hiçbir şeye inanmadığından dolayı kendi adına keser. İlim adamları arasında mecûsinin ateşi adına, putperestin putu adına kestiğinin yenmeyeceği hususunda görüş birliği vardır. Mâlik, Şâfiî ve başkalarına göre ise isterse ateşperest ateşine, putperest de putu adına kesmemiş olsuh, yine de bunların kestikleri yenilmez. Şu kadar var ki İbnu'l Müseyyeb ve Ebû Sevr, müslümana müslümanın emriyle kestikleri takdirde câiz kabul etmişlerdir. Buna dair daha geniş açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (1/5. âyet 2. başlıkta) gelecektir. Âyet-i kerimede geçen ihlâlin anlamı sesi yükseltmek demektir. Belli birşeyi söyleyerek sesi yükseltmeyi ifade etmek üzere bu tabir kullanılır. İbn Ahmer, bir düzlüğün niteliğini dile getirirken şunları söylemektedir: "Oradaki süvariler el-Ferkad ile seslerini yükseltirler Binekli umre yapanın (telbiye ile) sesini yükselttiği gibi." en-Nâbiğa da şöyle demektedir: "Veya sadefindeki bir inci ki onu almak üzere dalan dalgıç Oldukça sevinçlidir, onu gördüğü her seferinde sesini yükseltir ve secde eder." Doğumu esnasında çocuğun ağlamasına da "ihlal ve istihlal" denilir. İbn Abbâs ve başkaları der ki: Burada kasıt dikilitaşlar ve putlar için kesilenlerdir. Üzerinde Hazret-i Mesih'in ismi anılanlar değildir. Nitekim ileride buna dair açıklamalar el-Maide Sûresi'nde (az önce işaret edilen yerde) yüce Allah'ın izniyle gelecektir. Arapların hayvanı keserken yöneldikleri zatın ismini yüksek sesle anmaları bir adet olarak sürüp gelmiştir. Ve bu çoğunlukla gösterdikleri bir davranıştır. O kadar ki onların bu şekilde seslerini yükseltmeleri kestiklerinin haram kılınış illeti olan niyetleri olarak ifade edilmiştir. Nitekim Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh) Ferezdak'ın babası Galib'in boğazladığı develer hakkında niyeti göz önünde bulundurmuş ve: Bunlar kesilirken Allah'tan başkasının ismi anılarak kesilenler cümlesindendir demiş, çevresindekiler de onlara el sürmemiştir. İbn Atiyye der ki: Ebû'l-Hasen'in oğlu el-Hasen'in haberleri arasında şunu da gördüm: Oldukça varlıklı bir kadının bebekleri için bir düğün tertipleyip onlar için develer kestiğine dair soru sorulmuş, el-Hasen şu cevabı vermiştir: Bunların yenilmesi helal değildir. Çünkü bunlar ancak bir put adına kesilmişlerdir. Derim ki: Bu kabilden olmak üzere biz de Müslim'in hocası Yahya b. Yahya et-Temîmî'den şöyle dediğini rivâyet etmekteyiz: Bize Cerir, Kâbus'tan naklederek şöyle haber verdi: Babam bir kadını Âişe (r. anha)nın yanına gönderdi de ona kendisine selam söylemesini ve Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın devam ettiği ve en çok sevdiği namazın hangisi olduğunu sormasını istedi. Hazret-i Âişe şöyle dedi: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) öğlen namazından önce dört rek'at kılardı. Bunların kıyamını uzun tutar, rükû' ve sücûdlarını çok güzel yapardı. Hasta olsun, sağlıklı olsun veya hazır bulunsun (yolculukta olmasın) hiçbir şekilde terketmediği namaza gelince, bunlar sabah namazından önce kıldığı iki rek'at namazdır. Hadisin buraya kadar olan bölümü, Müsned, VI, 43'te: "Cerîr, Kâbus'tan..." diye yer almaktadır. Bunun üzerine orada bulunan kadınlardan birisi şöyle dedi: Ey mü’minlerin annesi, bizlerin acemlerden birtakım süt annelerimiz vardır. Onların bayramı oldu mu bize o bayramlarda hediye verirler. Biz onların gönderdikleri bu hediyelerden herhangi birşey yiyelim mi? Hazret-i Âişe şu cevabı verir. O gün için kesilenlerden yemeyiniz. Fakat ağaçlarının meyvelerinden yiyebilirsiniz. Yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa" âyeti itba' (öndeki harfe uyması) dolayısıyla "nun" harfi ötreli şeklinde) ve iki sakin bir araya geldiğinden dolayı aslolana uygun olarak esreli olarak da okunmuştur. Âyette bir kısaltma vardır. Yani, her kim haram kılınan şeylere zarureten muhtaç olup da ".... yerse onun üzerine günah yoktur" demektir. İbn Muhaysın dat harfini ti harfine idgam ederek “.....”şeklinde, Ebû's-Simmâl ise ti harfini esreli olarak “.....” diye okumuştur. Bunun aslı ise “.....” şeklindedir. İdgam yapılınca (Ebû's-Simmâl'in kıraatine göre) n harfinin harekesi "tı"ye nakledilmiş olur. 22- Zaruret Hangi Hallerde Sözkonusu Edilir: Zaruret halinde olmak (mecbur kalmak) ya zalim bir kimsenin zorlaması (ikrahı) ile veya kıtlık ve yiyecek birşey bulamamaktan dolayı açlık ile sözkonusu olur. Fukaha ve ilim adamlarının çoğunluğunca kabul edilen görüşe göre âyet: Her kim yokluktan ve açlıktan dolayı bu haram kılınanları yemek zorunda kalırsa, demek olur ki; doğru açıklama da budur. Bir görüşe göre ise, bunun her kim bu haram kılınan şeyleri yemeye zorlanır ve mecbur bırakılırsa, anlamına olduğu da söylenmiştir. Mücâhid der ki: Yani: Bunları yemeye mecbur bırakılırsa, demektir. Düşman tarafından yakalanıp domuz eti ve buna benzer yüce Allah'a masiyet olan şeyleri yemeye zorlamaları demektir. Şu kadar var ki böyle bir ikrah, ikrah süresi bitene kadar bu gibi şeyleri yemeyi mubah kılar. Açlık (el-mahmasa) haline gelince; bunun sürekli olması ve olmaması halleri sözkonusudur. Eğer bu, sürekli olursa meyteden karnı doyuracak kadar yemenin câiz olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Şu kadar var ki elinin kesileceğinden korkmayacağı müslümana ait bir mal bulduğu takdirde, o hayvanın etini yemesi helal olmaz. Mesela, bir yere asılmış bulunan hurma, dağda bulunan koyun ve buna benzer yenilmeleri halinde el kesmenin de başkasına eziyet vermenin de sözkonusu olmadığı şeyleri yemek bu türdendir. Bu da görüş ayrılığının olmadığı hususlardan birisidir. Çünkü Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan gelen hadise göre o şöyle demiştir: Biz bir yolculukta Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte bulunuyor iken süt veren memeleri ağaçların dikenleri ile bağlanmış develer gördük. Onlara doğru atıldık, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize seslenince ona geri döndük şöyle buyurdu: "Bu develer müslüman bir aile halkına aittir. Bu develer -Allah'tan sonra- onların kuvvet ve bereket kaynaklarıdır. Sizler azık torbalarınıza geri dönüp baktığınızda orada bulunan ne varsa alınmış olduğunu görmeniz hoşunuza gider mi? Böyle bir işin adaletli olduğunu kabul edebilir misiniz?" Ashab-ı kiram: Hayır deyince Hazret-i Peygamber: "İşte sizin bu yapmak istediğiniz de böyledir" diye buyurdu. Biz de şöyle dedik: Peki ya yiyecek ve içeceğe ihtiyacımız olursa, o konudaki görüşünüz nedir? Şöyle buyurdu: "Ye, fakat yanına birşey alma, iç fakat yanına birşey alma." Bu hadisi İbn Mâce (Allah'ın rahmeti üzerine olsun) rivâyet etmiş İbn Mâce, Ticarât 68 ve: "Bence de asıl kabul edilmesi gereken budur" demiştir. Bu hadisi İbnu'l-Münzir zikreder ve şöyle der: Bizler ey Allah'ın Rasûlü dedik. Ona zorunlu olarak ihtiyaç duyduğu takdirde herhangi birimize kardeşinin malından ne helal olur? Şöyle buyurdu: "Yer, fakat beraberinde birşey taşımaz, içer fakat beraberinde birşey taşımaz." İbnu'l-Münzir der ki: Artık bundan sonra hakkında anlaşmazlığa düşülen her bir husus, yüce Allah'ın mallardan haram kılması ile ilgili hükümlerine başvurulur. Ebû Ömer der ki: Bu konuda söylenenlerin özeti şudur: Müslüman bir kimsenin bir diğer müslümanın canını kurtarma mecburiyeti olur ve ondan başka bir kimse de bunu yapacak bulunmadığından, o müslümanı kurtarma farziyyeti ona yönelik bulunursa, bu kimse hakkında bu insanın canını ölümden kurtarması gereğine hükmedilir. Bu şekilde canını kurtarmak için böyle bir mala ihtiyacı olduğu halde kendisinden engellenen kişi, kendisini engelleyen kimseyle Savaşmak ve çarpışmak hakkına sahiptir. İsterse bu o kişinin ölümüne sebep olsun. Bu durum -ilim adamlarına göre- orada sadece tek bir kişinin olması halinde başkasının da bulunmaması halinde sözkonusudur. İşte o vakit, o tek kişinin bu işi yapması onun hakkında farz-ı ayn olur. Eğer bunu yapabilecekler çok yahut bir cemaat iseler o takdirde bunu yapmak o kalabalık ve cemaat için farz-ı kifaye olur. Bu konuda müslümanın canını kurtaran su ve başka şeyler arasında fark yoktur. Şu kadar var ki, ilim adamları kişinin canını kurtaran şeyin kıymetini ödemenin gerekip gerekmediği hususunda farklı görüşlere sahiptir. Kimisi o kıymetin ödenmesini öngörürken kimisi kabul etmemektedir. Bizim mezhebimizde (Mâlikî mezhebinde) her iki görüş de vardır. Verene zarar teşkil etmeyen, bununla birlikte yeterli gelen az miktardaki şeyin bağışlanması ile; ölmekten ve telef olmaktan korkulması halinde müslümanın canını kurtarmanın vücûbu hususunda, öncekileriyle sonrakileriyle olsun, ilim adamları arasında görüş ayrılığı yoktur. 23- Zaruret Halinde İzni Olmaksızın Başkasının Malından Yemek: İbn Mâce rivâyet ediyor: Bize Ebû Bekr b. Ebi Şeybe haber verdi. Bize Şebâbe haber verdi. -H- Aynı hadisin iki yahut da fazla senedi varsa, bir senetten ötekine geçişte "hâ" harfi kullanarak senedin tahvil edildiğine işaret edilir. (Nevevî, Takrib, II, 88) Bize Muhammed b. Beşşâr ile Muhammed b. el-Velid anlatarak dediler ki: Bize Muhammed b. Ca'fer anlattı, bize Şu'be, Ebû Bişr Ca'fer b. Ebi İyas'dan anlatarak dedi ki: Ben (Gubaroğullarından birisi olan) Abbad b. Şurahbîl'i şöyle derken dinledim: Bir kıtlık yılı idi. Medine'ye geldim. Oradaki etrafı çevrilmiş arazilerden birisine girdim. Bir başak alıp onu ovaladım ve yedim. Sonra da onu elbisemin arasında sakladım. Bahçe sahibi geldi beni dövdü ve elbisemi aldı. Ben de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a gidip durumu haber verdim. Adama şöyle dedi: "O aç yahut açlıktan bitkin düştüğü bir vakitte ona yedirmedin, cahil iken de ona birşey öğretmedin." Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) o kişiye emir verdi ve o da ona elbisesini geri iade etti. Ayrıca ona bir vesk ya da yarım vesk yiyecek (buğday) verilmesini emretti. İbn Mâce, Ticarât 67, Ayrıca bk.; Ebû Dâvûd, Cihad 85; Nesâî, Kudât 21; Müsned, IV. 16" Derim ki: Bu sahih bir hadis olup bu hadisteki ravilerden Buhârî ve Müslim ittifakla hadis alırlar. Şu kadar var ki İbn Ebi Şeybe'den yalnızca Müslim hadis rivâyet eder. Ğubaroğullarından Yeşkur'lu Abbad b. Şurahbil yoluyla Buhârî ve Müslim herhangi bir hadis rivâyet etmiş değillerdir. Ebû Ömer (İbn Abdi’l-Berr) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- in belirttiğine göre Abbad'ın Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bu olaydan başka bir rivâyeti yoktur. Bu Hadîs-i şerîf açlık halinde el kesmenin ve te'dîb etmenin sözkonusu olmayacağını ortaya koymaktadır. Ebû Dâvûd'un rivâyetine göre el-Hasen, Semura'dan Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Sizden herhangi biriniz davarların bulunduğu bir yere giderse, eğer o davarların sahibi aralarında bulunuyor ise ondan izin istesin; ona izin verdiği takdirde sütünü sağsın ve içsin. Eğer sahipleri aralarında bulunmuyor ise üç defa seslensin. Onun seslenişine cevap verirse ondan izin alsın. Ona izin verirse mesele yok. Aksi takdirde onların sütlerini sağsın, içsin, fakat beraberinde birşey götürmesin." Ebû Dâvûd, Cihad 85; Tirmizî, Buyû’ 60. Tirmizî'nin Yahya b. Süleym'den, onun Ubeydullah'tan, onun Nafi'den, onun İbn Ömer'den, onun da Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyetine göre Hazret-i Peygamber şöyle buyurmuştur: "Her kim başkasına ait bir bahçeye girerse ondan yesin, fakat elbisesine birşey doldurup almasın." Tirmizî der ki, bu garib bir hadistir. Biz bunu sadece Yahya b. Süleym yoluyla bilmekteyiz. Tirmizî, Buyû’ 54. Diğer taraftan Amr b. Şuayb'dan, onun babasından onun da dedesi yoluyla gelen rivâyette Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a dallarda asılı duran hurma hakkında sorulmuş o da şöyle buyurmuş: "İhtiyaç sahibi olup da elbisesine birşey saklamaksızın kim ondan alır yerse onun için birşey yoktur." Tirmizî bunun hakkında: Hasen bir hadistir demektedir. Tirmizî, Buyû’ 54; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Lukata h. 10; Hudud 13; Nesâî, Sârik 12. Hazret-i Ömer (radıyallahü anh)'dan gelen hadiste de şöyle denilmektedir: "Sizden herhangi birinizin yolu bir bahçeye düşerse oradan yesin fakat beraberinde herhangi bir şey götürmesin." İbn Mâce, Ticârât 67. Ebû Ubeyd der ki: Ebû Ömer veya Amr şöyle demiştir: Beraberinde birşey götürmek (sibân): İçinde birşeyler taşınan bir kaptır. O kabı ellerinin arasında taşıdığı vakit buna "sibân" denilir. Şayet kabı sırtının üstüne taşırsan buna "el-hâl" denilir. Nitekim elbisene birşeyler koyup onu sırtının üstüne taşıdığın zaman da: Elbisemi tahvil ettim denilir. Eğer taşıdığın şeyi kucağında götürürsen buna da "hubne" denilir. Amr b. Şuayb yoluyla gelen merfu hadiste de: "Beraberinde birşey götürmesin (hubne)" denilmektedir. Ebû Ubeyd der ki: Bu hadis şöyle açıklanır: Beraberinde birşeyler satın alabileceği hiçbir parası olmayan, zaruret halinde kalmış aç kimseye ancak kendisini besleyecek kadar karnına doldurup indireceği kadarını taşımasına ruhsat verilmiş, daha fazlasına müsaade verilmemiştir. Derim ki: İttifakla kabul edilen asıl ilke, başkasına ait olan malın gönül hoşluğu ile olması dışında haram kılınmasıdır. Eğer ortada İslâm'ın ilk dönemlerinde olduğu gibi veya hali hazırda bazı beldelerde görüldüğü şekliyle belli bir uygulama adet halini almış ise o adete göre birşeyler yemek caizdir. Bu ise -az önce de geçtiği gibi- açlık ve zaruret vakitlerine hamledilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. Şayet ikinci durum - (yani yirmiikinci başlıkta sözü edilen açlığın devamlı) olması hali olan birinci hal dışında- ikinci hal sözkonusu ise -ki bu da herhangi bir vakitte nadiren görülen bir husustur - ilim adamlarının buna dair iki ayrı görüşleri vardır: Birincisine göre kişi doyuncaya ve hatta karnını iyice dolduruncaya kadar yiyebilir. Eğer geçeceği bir dağ yolunda veya kuraklık bir yerde yine zaruret haline düşmekten korkarsa yanında azık dahi alabilir. Şayet ona ihtiyacı kalmazsa tutar atar. İmâm Mâlik Muvatta’'' adlı eserinde bu anlamda ifadeler kullanmıştır. Şâfiî ve birçok ilim adamı da bu görüştedir. Bu hususta delil şudur: Zaruret haram hükmünü kaldırır ve artık o mubah olur. Zaruretin miktarı ise yiyecek bulamama halinde (haram şeyin) bulunması halidir. Anber (balina) balığı ile ilgili hadis bu hususta açık bir nastır. Şöyle ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabı yolculuklarından geri döndüklerinde azıkları bitip tükenmişti. Bunun üzerine deniz kıyısına gittiler. Denizin kıyısında oldukça büyük bir kum tepesini andıran birşeyle karşılaştılar. Oraya vardıklarında anber diye bilinen bir hayvan olduğunu gördüler. Komutanları Ebû Ubeyde: Bu bir meytedir dedi, daha sonra da: Hayır, aksine bizler Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın elçileriyiz ve Allah yolundayız. Ve sizler şu anda (bunu yemeye) mecbur kalmış bulunuyorsunuz. Haydi yeyiniz. Hadisin ravisi der ki: Bir ay boyunca üçyüz kişi olduğumuz halde o balıktan yedik ve nihayet kilolarımız da arttı... Görüldüğü gibi ashab-ı kiram bu balıktan yediler ve doydular. Onlar o balığın meyte olduğuna inanıyorlardı. Hatta Medine'ye ondan beraberlerinde azık dahi aldılar. Bunu Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a naklettiler, o da onlara onu yemenin helal olduğunu bildirip: "Peki beraberinizde onun etinden bize yedirmek için birşey kaldı mı?" diye sormuş, onlar da Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ondan bir parça göndermiş o da yemiş idi. Bk. Buhârî, Zebâih 12, Meğâzî 65; Müslim, Sayd 17, 18; Ebû Dâvûd, Et'ime 46; Nam, Sayd 35; Dârimî, Sayd 6; Müsned, III, 311. Bir diğer kesim ise şöyle demektedir: Bu durumda kendisini ölümden kurtaracak kadarını yer. İbnu'l Mâcişûn ve İbn Habib bu görüştedir. İmâm Şâfiî'nin arkadaşları ise ikamet halinde olan ile yolculuk halinde olan arasında ayrım gözetip şöyle demişlerdir: İkamet halinde olan kişi kendisini ölümden kurtaracak kadarını yçr; yolculuk yapan kimse doyuncaya kadar yer ve beraberinde azık da alır. Ona ihtiyacı kalmazsa atar. Ona ihtiyacı olan bir başkasını bulursa, o azık aldığı meyte etini ona verir ve karşılığında ondan birşey almaz. Çünkü meytenin satışı câiz değildir. 24- Şarap İçmek Zorunda Kalınırsa: Şarap içmek zorunda kalan bir kimse eğer zorlama ile mecbur tutulmuş ise içebileceğinde görüş ayrılığı yoktur. Şayet açlık veya susuzluk sebebiyle ise içmez. Mâlik'in el-Utebiye'de kabul ettiği görüş budur. O şöyle der: Şarap, susuzluğundan başka birşeyini artırmaz. Aynı zamanda bu Şâfiî'nin de görüşüdür. Yüce Allah, şarabı mutlak olarak haram kılmış, meyteyi ise zaruret olmamak şartına bağlı olarak haram kılmıştır. el-Ebherî der ki: Eğer şarap açlığını veya susuzluğunu giderebiliyor ise içebilir. Çünkü yüce Allah domuz hakkında: "Çünkü o bir pisliktir" dedikten sonra zaruret dolayısıyla mubah kılmıştır. Yine şarap hakkında da "o bir pisliktir" diye buyurmuştur. Dolayısıyla kıyastan da daha güçlü bir delil olan celî (açık) mana sebebiyle domuzun zaruret halinde mubah kılınmasının kapsamına girer. Şarabın bir an dahi olsa susuzluğu gidereceği, kısa bir süre dahi olsa açlığı hissettirmeyeceği ise kaçınılmaz bir husustur. 25- Zaruret Halinde Kan İçmek: Esbağ'ın rivâyetine göre İbnu'l-Kasım şöyle demiştir: Mecbur kalan bir kimse kan Lçer fakat şarap içmez. Meyte yer, bununla birlikte kaybolmuş develere yaklaşmaz. -İbn Vehb de bu görüştedir.- Sidik içer fakat şarap içmez. Çünkü şarap içmek halinde had gerekir. O bakımdan onu içmek daha ağırdır. Şâfiî mezhebine mensup ilim adamları bunu açıkça zikrederler. 26- Boğazında Lokma Kalan, Şarapla İndirebilir mi ve Zarureti Gidermekte Öncelik: Bir kimsenin boğazında yemek lokması tıkanıp kalırsa şarap ile onu yutmaya çalışır mı çalışamaz mı? Bir görüşe göre şarap ile onu yutmayı kolaylaştıramaz. Çünkü aslında böyle birşey olmadığı halde, böyle bir iddiada bulunabilir. Ancak zaruret hali olduğundan dolayı İbn Habib bunun câiz olduğunu söylemiştir. İbn Arabî der ki: "Boğazında lokma tıkanan bir kimsenin (şarap ile bunu aşağıya indirmesi) kendisi ile yüce Allah arasında caizdir. Ancak eğer biz onu görür isek, biz lokmanın boğazda tıkanma hali ile diğer halleri karîneler ile ayırdedebiliriz. Eğer karînelerle bu durumu ortaya çıkarsa tasdik edilir. Böyle bir durumu ortada görülmüyor ise zahiren biz ona had uygularız, bâtınen ise (gerçekten böyle ise) yüce Allah tarafından cezalandırılmaktan kurtulur." Diğer taraftan muztar bir kimse bir meyte (leş) bir domuz ve âdemoğlu etini görürse meyteyi yer, çünkü meyte böyle bir durumda helaldir. Domuz ile ademoğlu ise hiçbir durumda helal olmaz. Nisbeten daha hafif tutulmuş bir haramlılık daha ağır tutulmuş bir haramlılığa göre daha kolay işlenebilir. Mesela, bir kimse kızkardeşiyle ya da yabancı birisiyle ilişki kurmak için baskı altında tutulursa yabancı ile ilişki kurar. Çünkü bir halde yabancı ona helal olur. İşte bu gibi hükümlerin belirleyici ilkesi budur. Ölecek olsa dahi ademoğlunun etinden yemez. Bu görüş, mezhebimizin (Maliki) ilim adamlarının görüşüdür. Ahmed ve Davud (ez-Zahirî) de bu görüştedir. İmâm Ahmed Hazret-i Peygamber'in: "Ölünün kemiğini kırmak, hayatta iken kırmak gibidir. " Ebû Dâvûd, Cenâiz 60; İbn Mâce, Cenâiz 63; Muvatta’'', Cenâiz 45; Müsned, VI, 105. hadisini delil gösterir. Şâfiî de der ki: Âdemoğlunun etini yer. Bu durumda zımmî bir kimseyi öldürmesi câiz değildir. Çünkü zımmînin kanı haramdır. Müslüman ve esir bir kimseyi de öldüremez. Çünkü esir başkasına ait olan bir maldır. Şayet harbi ya da muhsan bir zinakâr ise onu öldürmek ve ondan yemek câiz olur. Davud (ez-Zahirî) el-Müzenî'yi hatalı görerek şöyle der: Sen peygamberlerin etlerini de yemeyi mubah kıldın. Şu kadar var ki İbn Şureyh şu sözleriyle onu mağlub eder: Sen peygamberleri kâfirlerin etlerini yemekten men ettiğinden dolayı peygamberleri öldürmeye kalkışmış oluyorsun. İbnu'l Arabî der ki: Bence sahih olan görüş, bu işin kendisini kurtaracağını ve hayatta bırakacağını muhakkak olarak bilmedikçe ademoğlundan yememesi şeklindedir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 27- Başkasına Ait Yiyecek Varken Meyte Yemesinin Hükmü: İmâm Mâlik'e hurma, ekin veya koyun gibi başkasına ait bir malı bulduğu halde meyte yemek zorunda kalan zaruret içerisindeki bir kişinin durumu hakkında soru sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Eğer hırsız sayılmayıp söyleyeceği sözü tasdik edilecek şekilde bedenine bir zarar gelmeyeceğinden emin olursa, bunlardan hangisini bulursa açlığını giderecek kadarını yer ve beraberinde herhangi bir şey taşımaz. Böyle bir şekilde hareket etmesi meyte yemesinden bana göre daha uygundur. Bu anlamda yeteri kadar açıklamalar daha önceden geçmiştir. Şayet sözünün doğru kabul edilmeyip hırsız sayılacağından korkacak olursa bence meyteyi yemesi daha caizdir. Ve böyle bir durumda onun için meyte yemek hususunda bir genişlik vardır. Ebû Dâvûd rivâyet ederek der ki: Bize Mûsâ b. İsmail anlattı, dedi ki: Bize Hammâd, Simâk b. Harb'dan, o Cabir b. Semura'dan naklederek dedi ki: Adamın birisi beraberinde hanımı ve çocukları olduğu halde el-Harre (Medine'nin dış taraflarındaki karataşlık bir bölge) denilen yerde konakladı. Adamın birisi şöyle dedi: Benim bir devem kayboldu, onu bulursan yanında alıkoy. Adam deveyi buldu, fakat sahibini bulamadı. Deve hastalandı. Hanımı ona: Bu deveyi boğazla dedi ise de kabul etmedi, sonunda deve öldü. Bu sefer kadın: Derisini yüz ki etini ve yağını kurutup yiyelim. Adam: Hayır, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sormadıkça böyle birşey yapamam dedi, Hazret-i Peygamber'in yanına varıp sordu. Hazret-i Peygamber şöyle dedi: "Sende (buna) muhtaç etmeyecek birşey var mı?" deyince adam: Hayır dedi. Hazret-i Peygamber: "O halde onu yeyiniz" dedi. Bu sefer devenin sahibi gelince ona olanları anlattı. Deve sahibi: Keşke onu boğazlamış olsaydın, deyince adam: Senden utandım, cevabını verdi. Ebû Dâvûd, Et'ime 36; Müsned, V, 96. İbn Huveyzimendad der ki: Bu Hadîs-i şerîfte iki hususa delil vardır: 1- Zaruret halinde olan bir kimse kendisi telef olmaktan korkmasa dahi meyteden yiyebilir. Çünkü Hazret-i Peygamber ona muhtaç bırakmayacak şeye sahip olup olmayacağını sormuş, ancak ölümden korkup korkmayacağını sormamıştır. 2- Meyteden yer, doyar, saklar ve azık olarak da alabilir. Çünkü Hazret-i Peygamber ona, alıp saklamayı mubah kıldı, buna karşılık karnını doyurmamayı da şart koşmadı. Ebû Dâvûd der ki: Bize Harun b. Abdullah anlatarak dedi ki: Bize el-Fadl b. Dukeyn anlatarak dedi ki: Bize Ukbe b. Vehb b. Ukbe el-Âmirî haber vererek şöyle dedi: Babamı, el-Fucey' el-Âmirî'den naklederek şöyle derken dinledim: (Fucey'), Hazret-i Peygamber'e giderek sormuş: Meyte bize helal olmaz mı? Hazret-i Peygamber: "Sizin yediğiniz nedir?" diye sorunca biz şöyle dedik: Ğabuk ve ıstıbah ediyoruz. Ebû Nuaym (el-Fadl b. Dukeyn'in künyesi) dedi ki: Bunun ne demek olduğunu Ukbe bana şöylece açıkladı: Sabahleyin bir kâse, akşamleyin de bir kâse. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Yemin ederim ki bu açlığın kendisidir." Devamla (râvi) der ki: Hazret-i Peygamber bu halleri üzere onlara meyte yemeyi helal kıldı. Ebû Dâvûd der ki: İğtibak, günün sonunda, istibah ise günün başında olur. Ebû Dâvûd, Et'ime 36. el-Hattabî der ki: İğtibak akşam, istibah ise sabah olur. Sabahleyin bir bardak süt, akşamleyin de bir bardak süt ölümden kurtarır ve kişiyi hayatta tutar. Bununla birlikte bedeni gıdalandırmaz ve tam bir tokluk da vermez. Bununla birlikte Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) onlara meyteden yemeyi mubah kılmıştır. O halde bu hadisin delaleti şu olur: Meyte yemek, kişinin ihtiyacı olan gıdayı alabilecek kadarına mubahtır. Mâlik'in görüşü budur. Şâfiî'nin iki görüşünden birisi de budur. İbn Huveyzimendad der ki: Bunların sabah ve akşam yemeleri câiz olduğuna göre doyuncaya kadar yeyip azık olarak ayırmaları da câiz olur. Ebû Hanîfe ile bir diğer görüşünde Şâfiî ise şöyle demektedir: Kişinin meyteden ancak kendisini ölümden kurtaracak kadarını yiyebilmesi câiz olur. el-Müzenî'nin kabul ettiği görüş de budur. Derler ki: Eğer baştan beri bu halde ise (yani tok ise) meyteden herhangi bir şey yemesi onun için câiz olmaz. İşte meyteden yemeye başladıktan sonra da bu noktaya gelmesi halinde durum budur. Buna yakın bir görüş el-Hasen'den de rivâyet edilmiştir. Katâde de der ki: Herhangi bir şekilde meyteden doyasıya yiyemez. Mukâtil b. Hayyan ise der ki: Üç lokmadan fazlasını yiyemez. Doğru olan ise -önceden de geçtiği gibi- bunun aksini ileri süren görüştür. Meyte ile tedaviye gelince ya aynı haliyle kullanılmasına ya da onu yakarak kullanmaya ihtiyaç duyulur. Eğer yakmak suretiyle değişikliğe uğrarsa İbn Habib: Onunla tedavi etmek de namaz kılmak da câiz olur, der. İbnu’l-Macişun'un bunu daha câiz kabul etmesi ise, yakmanın -niteliklerinin değişmesi dolayısıyla- bir temizleme olduğundan hareketle daha hafif görmüş olmasındandır. el-Utbiyye'de İmâm Mâlik'ten "mertek" denilen ve meytenin kemiklerinden yapılan ilaç hakkında şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Eğer bu ilacı yarasının içine koyarsa orayı yıkamadıkça onunla namaz kılamaz. Eğer meyte bizatihi mevcut ise Suhnûn bu hususta şöyle demektedir: Hiçbir şekilde onunla da domuz ile de tedavi olunmaz. Çünkü aç olma halinin aksine bunun yerini tutan helal bir ilaç bulunmaktadır. Zira açlık halinde meytenin yerini tutacak başka birşey bulunursa meyte yenilemez. Aynı şekilde şarap ile de tedavi edilemez. Mâlik'in görüşü budur. Şâfiî'nin mezhebinden de zahir (kuvvetli) olan görüş budur. Şâfiî mezhebi âlimlerinden İbn Ebi Hüreyre'nin kabul ettiği görüş de budur. Ebû Hanîfe ise şöyle demektedir: Açlık için değil de tedavi için şarap içmek caizdir. İmâm Şâfiî mezhebi ilim adamlarından Kadı et-Taberî'nin tercih ettiği görüş budur; es-Sevrî'nin görüşü de budur. Şâfiî mezhebine mensup kimi Bağdatlılar da şöyle demektedir: Tedavi için değil de susuzluk dolayısıyla şarabın içilmesi caizdir. Çünkü susuzluğun vereceği zarar çabuk ortaya çıkar, tedavininki ise böyle değildir. Şöyle de denilmiştir: Her iki sebep dolayısıyla da şarabın içilmesi caizdir. Şâfiî mezhebine mensup bazıları, haram kılınan her türlü şey ile tedaviyi kabul etmemiştir. Bundan özel olarak sadece develerin sidiklerini istisna etmişlerdir. Bu istisnaya sebep ise Uranîler ile ilgili Hadîs-i şerîftir. Bu hadisin çeşitli rivâyetleri için bk. Buhârî, Cihâd 152, Zekat 68, Hudûd 15, 17, 18, Tıb 5, 6, 29; Ebû Dâvûd, Hudûd 3; Tirmizî, Tahare 55; Nesâî, Tahare 55, 190, Tahrimu'd-Dem 7-9; İbn Mâce, Hudûd 20. Bazıları da haram olan herşeyin tedavide kullanılmasını kabul etmemektedirler. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz Allah ümmetimin şifasını onlara haram kıldığı bir şeyde kılmamıştır." Buhârî, Eşribe 15 Tarık b. Süveyd'in şaraba dair soru sorması esnasında Peygamber (sa)in ona şarabı yasaklaması veya şarap yapmasını kerih görmesini de buna delil gösterirler. Ben şarabı tedavide kullanılmak üzere yapıyorum, deyince Hazret-i Peygamber şu şekilde ona cevap verir: "Şüphesiz ki o (şarap) bir ilaç değildir. O bir hastalıktır." Bu hadisi Müslim Sahih'inde rivâyet etmiştir. Müslim, Eşribe 12; Ebû Dâvûd, Tıb 11; Tirmizî, Tıb 8. Bu Hadîs-i şerîfin zaruret haliyle kayıtlanma ihtimali vardır. Zehir ile tedavi olmak câiz ise de içilmesi câiz değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır. 30- Zaruret Halinde Haramlardan Yararlanmanın Şartları: "Mecbur kalırsa saldırmamak..." Bu âyet haldir. İstisna olduğu da söylenmiştir.. Yüce Allah'ın: "Ğayra bâğin: Saldırmamak" âyetindeki "Ğayra" (olumsuzluk anlamını veren edat), hal olarak nasb edilmiştir. Müstesna olmak üzere nasb edildiği de söylenmiştir. Eğer bu edatın yerine “fî” kullanılabiliyorsa haldir. Yerine "illâ" istisna edatı kullanılabiliyorsa istisnadır. Diğerlerini de buna kıyas edin. Bâğin: Saldıran, kelimesinin aslı, sonunda ya harflidir. Yâ harfi üzerinde ötre ağır geldiğinden sakin okunur. Tenvin de sakin olduğundan yâ harfi hazf edilmiştir. Sonundaki esre buna delâlet eder. Katâde, el-Hasen, er-Rabi' b. Zeyd ve İkrime'nin açıklamalarına göre anlamı şöyledir: İhtiyacından fazla yememek suretiyle "saldırmamak" ve bu haramlara ilişmek ve yemek imkânı ile birlikte bunlardan yemeyerek "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." es-Süddî der ki: Bunlara arzu ile ve lezzet duyarak "saldırmamak" karnını doyuruncaya kadar yemek suretiyle de "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." Mücâhid, İbn Cübeyr ve başkalarına göre de anlamı şöyledir: Müslümanlara "saldırmamak ve" onlara karşı "haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur." Buna göre saldırgan ve haddi aşan kimselerin kapsamına yol kesiciler, İslâm Devleti'nin meşru yöneticilerine karşı çıkanlar, akrabalık bağlarını kesmek uğrunda, müslümanlara baskın yapmak yolunda yolculuk yapan ve benzeri durumda olanlar da girmektedir. Bu açıklama doğru bir açıklamadır. Çünkü sözlükte bağy'in (saldırganlığın) asıl anlamı fesad çıkarmak maksadını gütmektir. Kötü işler yapan kadın hakkında da bu kökten gelen kelime kullanılır. Yüce Allah bu kökten olmak üzere şöyle buyurmaktadır: "Ve cariyelerinizi de zinaya (el-biğa) zorlamayın." (en-Nûr, 24/33) Bağy kelimesi bazen fesadın dışında birtakım şeyleri istemek, taleb etmek hakkında da kullanılabilir. Araplar (mesela) devesini aramak maksadıyla çıkan kimseler hakkında da bu kelimeyi kullanır. Şairin şu beyitleri de bu türdendir: "Büyü kastıyla yapılan düğümler seni hayır aramaktan alıkoymasın Çünkü uğursuz şeyler uğurlular, uğurlu denilen şeyler uğursuzlar gibidir." 31- Haramın Mubah Kılınmasının Bir Diğer Şartı: "Ve haddi aşmaksızın." Yüce Allah -önceden de açıkladığımız gibi- bütün mubahlardan istifade etmekten acze düştüğü zaruret halinde acizliğinden ötürü haram olanların tümünden yemeyi helal kılmıştır. Buna göre mubah olan birşeyin bulunmaması haram olan şeyin mubah kılınması için bir şarttır. 32- Masiyet Halinde Zaruret Dolayısıyla Ruhsattan Yararlanmak: Zaruret hali ile birlikte masiyetin sözkonusu olması halinde (zaruretin ruhsatından yararlanmak hususunda) ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Mesela, zaruret halinde olan kişi, yol kesmek veya gidip gelen yolcuları korkutmakta ise, Mâlik ve iki görüşünden birisinde Şâfiî, ruhsattan istifade etmesini -masiyeti dolayısıyla- mahzurlu görmüşlerdir. Çünkü yüce Allah, böyle birşeyi destek ve yardımcı olmak üzere mubah kılmıştır. İsyan eden kimseye yardım etmek ise helal değildir. Böyle bir kimse eğer haram kılınan birşeyden yemek isterse önce tevbe etsin, sonra yesin. Ebû Hanîfe ve öteki görüşünde Şâfiî ise isyan halinde olana bunu mubah görmüşler ve kişinin itaat halinde ya da isyan halinde olması için bu tür şeylerin mubah kılınması açısından herhangi bir fark görmemişlerdir. İbnu'l Arabî der ki: Masiyetini devam ettirmekle birlikte böyle bir işi mubah görene hayret edilir. Kimsenin bu görüşte olduğunu da zannetmiyorum. Böyle bir görüşü ileri süren kesinlikle hata eder. Derim ki: Sahih ise bunun hilafınadır. Çünkü masiyet kastıyla yapılan yolculukta kişinin kendi kendisini ölüme bırakması, içinde bulunduğu masiyetten daha büyük bir masiyettir. Nitekim yüce Allah: "Kendi nefislerinizi öldürmeyiniz" (el-Maide, 5/29) diye buyurmaktadır. Bu âyet umumidir. Kaldı ki böyle bir kimsenin ikinci bir halde tevbe etmesi ve tevbenin işlediği günahlarını silmesi de muhtemeldir. Mesrûk şöyle demektedir: Meyte, kan ve domuz eti yemek zorunda kalan bir kimse ölünceye kadar bunlardan yemese - Allah'ın onu affetmesi hali dışında - cehenneme girer. el-Kiya diye bilinen Ebû'l Hasen et-Taberî de şöyle demektedir: Zaruret halinde meyteden yemek bir ruhsat değil, farz bir azimettir. Eğer meyteden yemeyecek olursa asi olur. Diğer taraftan meyteden yemek, yolculuğun ruhsatlarından veya yolculuk şartına bağlı bir ruhsat değildir. Aksine ister yolculukta olunsun, ister ikamet halinde olunsun zaruretin sonuçlarındandır. Bu, tıpkı hasta olduğu takdirde ikamet halinde olan günahkârın orucunu açmasına benzer ve tıpkı su bulmamak halinde isyankârın yolculukta teyemmüm etmesine benzer. el-Kiya der ki: Bizce sahih olan da budur. Derim ki: Bu hususta İmâm Mâlik'ten gelen rivâyetler farklıdır. Onun kabul ettiği görüşlerin meşhur olanı el-Bacî'nin el-Müntekâ adlı eserinde belirttiğine göre, zaruret halinde olan bir kimsenin masiyet kastıyla yaptığı yolculukta (yenmesi haram kılınan şeylerden) yemesi câiz olur, şu kadar var ki namazını kısaltması ve orucunu açması câiz olmaz. İbn Huveyzimendad da der ki: Zaruret halinde olanın yemesine gelince bu hususta itaat eden ile isyan eden arasında fark yoktur. Çünkü meytenin (zaruret halinde) hem yolculuk esnasında hem ikamet halinde yenilmesi caizdir. Masiyetler işlemek üzere yola çıkan bir kimsenin üzerinden ikamet edenin hükmü kalkmaz. Aksine mukîm olmaktan daha kötü bir haldedir. Oruç açmak ve namaz kısaltmak ise böyle değildir. Çünkü bunlar yolculuk şartına bağlı iki ayrı ruhsattır. Buna göre yolculuk bir masiyet için yapıldığı takdirde yolculukta namazını kısaltması câiz olmaz. Çünkü böyle bir ruhsat yolculuğa has bir ruhsattır. Bundan dolayı şöyle diyoruz: Masiyet kastıyla çıktığı yolculukta suyu bulmadığı takdirde teyemmüm eder. Çünkü teyemmüm hem yolculuk halinde hem ikamet halinde aynıdır. İşlemiş olduğu bir masiyet dolayısıyla böyle bir kimseye meyteden yemesini ve teyemmümde bulunmasını engellemek nasıl câiz olabilir? Halbuki yemeği terkederse ölür, bu ise en büyük bir masiyettir. Teyemmümü terkederse namazı zayi eder. Böyle birisine şu şekilde söylemek câiz olur mu: Sen bir masiyet işledin haydi bir tane daha işle. İçki içmiş olan bir kimseye zina et, zina eden bir kimseye, kâfir ol demek câiz olur mu? Veya her ikisine haydi namazı kılmayıverin denilebilir mi? Bütün bunları (İbn Huveyzimendad) Ahkâmu'l-Kur'ân adlı eserinde zikretmekte, İmâm Mâlik'ten olsun, onun arkadaşlarından herhangi bir kimseden olsun farklı bir görüşten de söz etmemektedir. el-Bacî ise şöyle demektedir: "Ziyad b. Abdurrahman el-Endelûsî'nin rivâyetine göre yaptığı yolculuk sebebiyle âsi olan bir kimse namazını kısa kilar, Ramazan ayında oruç açar. Bütün bu hususlar arasında o fark gözetmez. Bu, aynı zamanda Ebû Hanîfe'nin de görüşüdür. Yemekten uzak durmak suretiyle kendisini öldürmesinin câiz olmayacağı hususunda ve farz olarak yemekle emrolunduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. Masiyet kastıyla yolculuğa çıkan bir kimse üzerinden namaz ve oruç gibi farz ve vacipler sakıt olmaz. Aksine bunları yerine getirmek zorundadır. İşte sözünü ettiğimiz şeylerin durumu da böyledir. Birinci görüşü şöylece açıklayabiliriz: Bu gibi şeyler (namazın kısaltılması, Ramazan ayında oruç açılması gibi) insanların ihtiyaçları dolayısıyla yolculuklarda mubah kılınmıştır. Böyle bir kimsenin masiyetleri işlemek üzere -ve kendisini öldürmemek imkânı varken- bunlardan faydalanması mubah değildir. İbn Habib der ki: Bu da önce tevbe etmesi, tevbe ettikten sonra da meyte etini yemesi suretiyle gerçekleşebilir. İbn Habib bu hususta yüce Allah'ın: "Kim mecbur kalırsa saldırmamak ve haddi aşmaksızın yerse onun üzerine günah yoktur" âyetine sarılmıştır. Böylelikle meytenin zaruret dolayısıyla mubah kılınabilmesi için saldırmamasının şart koşulduğunu göstermektedir. Yol kesmek veya yolda gidip gelenleri soymak üzere yolculuk yapan yahut akrabalık bağını kesmek veya bir günah işlemek üzere yola çıkan bir kimse ise hem saldırgandır, hem de haddi aşan bir kimsedir. Dolayısıyla böyle bir yolculukta mübahlığın şartları bulunmamaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır." Derim ki: Bu hitaptan anlaşılanı delil göstermektir. Hitaptan anlaşılan (mefhumu'l-hitab)ı delil göstermek ise usûl âlimleri arasında ihtilaflı bir husustur. Mefhumu'l-kitab, Delilu'l-hitab, Mefhumu'l-muhâlefe diye anılan delildir. Delilin söz konusu etmediği şeylerin hükmünün, sözkonusu ettiklerinden farklı olması demektir. Etraflı bilgi için fıkıh usulü eserlerinin ilgili bahislerine bakılmalıdır. Âyet-i kerimenin düzeni ise saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın zaruret halinde olan için günah olmadığını ifade etmekte, öyle olmayanlar hakkında da herhangi birşey dememektedir. Aslolan ise hitabın genel oluşudur. Herhangi bir sebep dolayısıyla bu genelliğin ortadan kalktığını ileri süren kimsenin buna dair delil getirmesi gerekir. "Şüphesiz ki Allah Gafûrdur Rahîmdir." (yapılan isyanları bağışlar), dolayısıyla hakkında ruhsat verdiği şeylerden ötürü sorgulamaması öncelikle sözkonusudur. O'nun belli şartlarda birtakım ruhsatlar vermiş olması da rahmeti cümlesindendir. |
﴾ 173 ﴿