255

Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur); O'ndan başka ilâh yoktur. Hayydır, Kayyûmdur. Onu ne bir uyuklama alır; ne de bir uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur. O’nun izniyle olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir? O önlerindekini de arkalarındakini de bilir. O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar. O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O Aliydir, Azimdir.

Bu Âyetin Fazileti:

Yüce Allah'ın:

"Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur. Hayydır, Kayyûmdur..." İşte bu, Kur'ân-ı Kerîm âyetlerinin en üstünü, en büyük âyet olan Âyetü'l-Kürsîdir. Nitekim Fâtiha Sûresi'nde buna dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Bu âyet geceleyin nazil olmuş, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da Hazret-i Zeyd'i çağırmış o da bu âyeti yazmıştır.

Muhammed b. el-Hanefiyye'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Âyetül-Kürsî nazil olduğunda dünyada ne kadar put varsa yıkıldı. Aynı şekilde dünyada ne kadar hükümdar varsa yıkıldı, başlarından taçlan düştü. Şeytanlar bir diğerine çarparak kaçtılar. Nihayet İblis'in huzuruna vardılar. Durumu ona haber verdiler. Onlara bunun sebebini araştırmalarını söyledi. Medine'ye geldiler, Âyetü'l-Kürsî'nin nazil olduğunu haber aldılar.

Hadis İmâmları Ubey b. Ka'b'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedirler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Ey Ebû'l-Münzir, Allah'ın Kitabından ezberlediklerin arasında en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun? Ubeyy dedi ki: Allah ve Rasûlü en iyi bilendir, dedim. Şöyle buyurdu: "Ey Ebû'l-Münzir! Allah'ın Kitabından ezberlediklerin arasında en büyük âyetin hangisi olduğunu biliyor musun?" Ubeyy dedi ki: Ben: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur) O'ndan başka ilâh yoktur, Haydır, Kayyûmdur" dedim. Göğsüme vurdu ve: "İlme kana kana doyasın ey Ebû'l-Münzir" dedi. Müslim, Salâtu'l-Müsafîrin 258; Ebû Dâvûd, Vitr 17; Müsned, V. 142. Ebû Abdullah Tirmizî el-Hakim şunu da ilave eder: ".... Nefsim elimde olana yemin olsun. Muhakkak bu âyet-i kerîmenin bir dili ve iki dudağı vardır. Bunlarla Arşın bacağı yanında melik olan Allah'ı takdis eder." et-Tirmizî el-Hakîm: Nevâdiru'l-Usûl, II, 405. Bu ziyade Müsned, V, 142'de de yer almaktadır Ebû Abdullah dedi ki: Bu yüce Allah'ın inzal buyurduğu bir âyet-i kerîmedir. Bu âyeti okuyana sevabını Allah dünyada da ahirette de verir. Dünyadaki sevabı şudur: Bu âyet-i kerîme okuyanı afetlerden koruyucudur. Bize Nevf el-Bikâlî'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Âyetü'l-Kürsî Tevrat'ta veliyetullah diye bilinir. Şunu söylemek istiyor: Bu âyeti okuyan göklerin ve yerin melekûtunda "aziz" diye çağrılır. Dedi ki: Abdurrahman b. Avf evine girdiği vakit, evinin dört köşesinde âyetü'l Kürsî'yi okurdu. Yani âdeta o bununla evinin dört tarafından da kendisine koruyuculuk etmesinin ve evinin köşelerinde bulunan şeytanları sürüp çıkarmasının yolunu arar gibiydi.

Hazret-i Ömer'den rivâyet edildiğine göre o cinden birisiyle güreşmiş ve Hazret-i Ömer onun sırtını yere yıkmıştı. Cinlerden olan Hazret-i Ömer'e dedi ki: Beni serbest bırak ki ben de sana kendisiyle bize karşı korunacağınız birşey öğreteyim. Hazret-i Ömer onu bıraktı ve ne olduğunu sorunca şöyle dedi: Sizler bizden Âyetü'l-Kürsî ile korunursunuz. Bu son iki paragraf da et-Tirmizî el-Hakîm, a.g.e., II, 407'den.

Derim ki: Bu doğrudur. Gelen haberde şöyle denilmektedir: Her kim Âyetü’l-Kürsîyi her namazın akabinde okursa onun ruhunu kabzetmeyi üstlenen celal ve ikram sahibi (olan Allah) olur. Allah'ın peygamberleriyle birlikte şehid düşene kadar çarpışan kimse gibi olur. Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ben Peygamberimizin asalat ve selam onab minberin tahtaları üzerinde şöyle buyurduğunu işittim: "Her kim her bir namazın akabinde Âyetü’l-Kürsîyi okursa onun cennete girmesini ölüm dışında hiçbir şey engellemez. Bu âyet-i kerîmeyi sıddîk veya abid olandan başkası okumaya devam etmez. Yatağına çekildiği vakit kim bu âyeti okursa Allah o kimsenin canına, komşusuna, komşusunun komşusuna ve çevresindeki evlere eman verir."

Buhârî'de Ebû Hureryre'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) beni Ramazan zekâtını afıtır sadakasınıb korumakla görevlendirdi. Daha sonra Ebû Hüreyre bir olay anlattı, bu olayda şunlar da geçmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü, dedim. O (şeytan), Allah'ın kendisi vasıtasıyla bana fayda vereceği birtakım kelimeler öğreteceğini söyledi. Bunun üzerine ben de onu serbest bıraktım. Hazret-i Peygamber: "Nedir onlar?" diye sorunca şöyle dedim: Bana dedi ki: Yatağına çekildiğin vakit başından itibaren sonuna kadar Âyatü’l-Kürsî'yi "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur) O'ndan başka ilâh yoktur, Havdır, Kayyumdur.." âyetini oku. Ve bana dedi ki: Sabahı edene kadar Allah tarafından senin üzerinde bir koruyucu bulunur ve sana bir şeytan yaklaşmaz. Ashab-ı kiram her şeyden çok hayra tutkun kimselerdi. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "O çok yalancı olmakla birlikte bunda sana doğru söylemişir. Üç günden beri kiminle muhatab olduğunu biliyor musun ey Ebû Hüreyre?" Ebû Hüreyre: Hayır dedi. Hazret-i Peygamber: "O bir şeytandır" diye buyurdu. Buhârî, ... 10.

Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde de şöyle denilmektedir: eş-Şa'bi dedi ki: Abdullah b. Mesud dedi ki: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashabından bir adam cinlerden birisiyle karşılaştı. Onunla güreşti, insan cinni yere yıktı. İnsan ona dedi ki: Ben seni oldukça zayıf, ufak tefek görüyorum. Kolların âdeta bir köpeğin kolunu andırıyor. Siz cinler böyle misiniz, yoksa aralarında yalnız sen mi böylesin? Hayır, Allah'a yemin ederim ben onlar arasında iriyan birisi sayılırım. Fakat benimle ikinci bir defa daha güreş yap. Şayet beni yıkarsan sana faydalı olacak birşey öğretirim. İnsan: Peki dedi, bir daha onu yere yıktı. Cin dedi ki: Âyetü'l-Kürsî'yi yani: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur). O'ndan başka ilâh yoktur, Haydır, Kayyumdur," âyetini okumasını biliyor musun? O da: Evet, dedi. Cin dedi ki: Sen bu âyeti bir evde okudun mu mutlaka şeytan oradan eşeğin kokusu gibi bir koku yayarak kaçar, gider. Sonra da sabahı edene kadar bir daha oraya girmez. Dârimî, Fedâilu’l-Kur’ân 14.

Bu hadisi Ebû Nuaym, Ebû Âsım es-Sakafî'den o eş-Şâbî'den rivâyet etmiştir. Ebû Ubeyde de bu hadisi Hazret-i Ömer yoluyla gelen hadislerdeki garip lâfızları zikrederken kaydeder. Der ki: Bize bu hadisi Ebû Hazret-i Muâviye Ebû Âsım es-Sakafî'den o eş-Şâbî'den o Abdullah'tan rivâyetle dedi ki: Abdullah'a: O kimse Ömer midir? diye soruldu o da: Ömer'den başka kim olabilir? diye cevap vermişti. Ebû Muhammed ed-Dârimî der ki: "el Habec" kelimesi rüzgar demektir. Ebû Ubeyde ise bu kelime osuruk demektir, der.

Tirmizî de Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim Ha, mim (diye başlayan) el-Mü’min Sûresi'ni (40. sûre) "dönüş yalnız O'nadır" (40/3) âyetine kadar ve Âyetü'l-Kürsî'yi sabahı edince okuyacak olursa bunlar sebebiyle akşama kadar korunur. Her kim bunları akşamı edince okursa bunlar sebebiyle sabahı edinceye kadar korunur." (Tirmizî) dedi ki: Garib bir hadistir. Tirmizî, Fedâilu'l-Kur'ân 2.

Ebû Abdullah et-Tirmizî el-Hakim dedi ki: Rivâyet edildiğine göre mü’minler her namazın akabinde bu âyeti okumaya devam etmeye teşvik olunmuşlardır. Enes Hadîs-i şerîfi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e ref ederek dedi ki: "Yüce Allah Mûsâ (aleyhisselâm)'a şunu vahyetti: Her kim her namazın akabinde Âyetü'l-Kürsîyi okumayı sürdürürse ben de şükredenlere verdiğimden fazlasını; peygamberlerin ecrini sıddîkların amellerini veririm. Sağımı rahmet ile üzerine yayarım, onu cennetime koymamı engelleyen ise ölüm meleğinin ona gelişinden başkası değildir. (Yani hayatta oluşudur)." Buraya kadarki bölümüyle hadisi, Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 6'da İbn en-Neccâr'ın Tarihti Bağdat adlı eserine atfen kaydetmektedir. Hazret-i Mûsâ dedi ki: Rabbim, bunu işiten buna devam etmez mi? Şöyle buyurdu: "Ben bunu kullarım arasından ancak bir peygambere yahut bir sıddîka yahut sevdiğim bir kimseye ya da yolumda öldürülmesini istediğim bir kimseye veririm." Süyûtî, ed-Dürru'l-Mensûr, II, 6.

Ubey b. Ka'b'dan da şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Yüce Allah buyurdu ki: Ey Mûsâ her namazın akabinde Âyetü'l-Kürsîyi okuyana peygamberlerin sevabını veririm. Ebû Abdullah (et-Tirmizî el-Hakim) dedi ki: Bana göre bunun manası şudur: Ben ona peygamberlerin amellerinin sevabını veririm. Peygamberlik sevabı ise peygamberlerden başka kimseye verilmez. et-Tirmizî, el-Hakîm, a.g.e., II, 407.

Bu âyet-i kerîme tevhidi ve yüce sıfatları ihtiva etmektedir. Elli kelimedir. Her bir kelimede elli tane bereket vardır.. Kur'ân-ı Kerîm'in üçte birine denktir. Bu konuda Hadîs-i şerîf varid olmuştur. Bunu da İbn Atiyye zikretmiştir.

"Allah" lâfzı mübtedadır.

"İlah yoktur" ikinci bir mübtedâdır. Bunun haberi de mahzuf olup takdiri; O'ndan başka bir ma'bud veya ibadete lâyık bir varlık yoktur, şeklindedir.

"O'ndan başka" âyeti ise

"ilâh yoktur" âyetinden bedeldir.

"Allah... O'ndan başka ilâh yoktur" âyeti mübtedâ ve haberdir de denilmiştir. Ve bu âyet da mânâya yorumlanarak merfu kabul edilir. Yani O'ndan başka ilâh yoktur, demektir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında:

" O'ndan başka ilâh yoktur" denilerek istisna olmak üzere nasbedilmesi caizdir. Ebû Zer uzunca rivâyet ettiği hadisinde şöyle demektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şunu sordum: Yüce Allah'ın senin üzerine indirdiği Kur'ân-ı Kerîm'in en büyük âyeti hangisidir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah (ibadete lâyık olan yalnız O'dur), O'ndan başka ilâh yoktur; Haydır, Kayyumdur." Müsned, V, 178, 265; Nesâî, İstiâze 48; ayrıca bk. Ebû Dâvûd, Huriif 1.

İbn Abbâs dedi ki: Kur'ân-ı Kerîm'de en şerefli âyet, Âyetü'l-Kürsî'dir. Bazı âlimler de şöyle demişlerdir: Çünkü bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın ismi, kimi yerde zamir kimi yerde zahir olarak onsekiz defa tekrarlanmakadır.

Hayy ve Kayyûm:

"Hayydır, Kayyûmdur." Bunlar aziz ve celil olan Allah lâfzına sıfattır.

"O"ndan bedel de olabilir, haberden sonra bir haber daha olabilir. Mahzuf bir mübteda takdir de edilebilir. Kur'ân-ı Kerîm'in dışında övgü kastıyla nasbedilmesi de mümkündür.

"Hayy" yüce Allah'a ad olarak verilen güzel isimlerden birisidir. Allah'ın İsm-i Azamı olduğu da söylenir. Denildiğine göre Meryem oğlu Hazret-i Îsa (aleyhisselâm) ölüleri diriltmek istediğinde: Ya Hayy ya Kayyûm, diye dua edermiş.

Yine denildiğine göre Berhiyaoğlu Asaf, Belkıs'ın tahtını Hazret-i Süleyman'a getirmek istediğinde: "Ya Hayy ya Kayyûm" diye dua etmiştir. İsrailoğullarının Hazret-i Mûsa'ya Allah'ın İsm-i Azaminin hangisi olduğunu sordukları, Hazret-i Mûsa'nın da: Onların Eyâheyâ, Şerâheyâ yani ya Hayy ya Kayyûm olduğunu söylemiş, denilmektedir.

Yine söylendiğine göre denizde yaşayanlar boğulmaktan korktukları vakit böyle dua ederler. Taberî bazı kimselerden şunu nakletmektedir: Allah hakkında Hayydır, Kayyumdur -kendisini vasfettiği gibi- denilir. Ve bunun üzerinde düşünüp durmaksızın O'na havale edilir.

Yine denildiğine göre yüce Allah kendisini "Hayy" diye adlandırması, işleri uygun yerlerine göre idare ettiğinden ve eşyayı miktarlarıyla takdir ettiğinden dolayıdır. Katâde der ki: Hayy ölmeyen demektir. es-Süddî der ki: Hayy, baki kalan demektir. Lebid der ki:

"Sen bugün benim sağlıklı sabahı ettiğimi görsen dahi,

Kilâb ve Cafer (oğullarından) daha ileri bir hayatta (kalıcı) değilim."

Denildiğine göre bu isim, Allah'ın İsm-i Azamıdir.

"Kayyûm" (kalktı anlamına gelen: )den gelmektedir. Yani yarattığı şeyleri idare eden demektir. Bu açıklama Katâde'den nakledilmiştir. el-Hasen der ki: Amelinin karşılığını vermek üzere her nefsin kazandığını gözeten demektir. Çünkü O, onu bilendir ve onun yaptıklarından hiçbir şey O'na gizli kalmaz. İbn Abbâs da der ki: Asla değişmeyen ve zeval bulmayan demektir. Umeyye b. Ebi's-Salt der ki:

"Yaratılmamıştır gök ve yıldızlar

Güneş ve onunla beraber duran ay

O'nu Müheymin ve Kayyûm olan takdir etmiştir

Haşir cennet ve ebedi nimetler

Ancak çok büyük bir iş için (yaratılmışlardır)."

el-Beyhakî der ki: Ben İsmail ed-Darir'e ait Uyûnu't-Tefsir'de "el-Kayyûm'"un açıklamasıyla ilgili olarak şunları gördüm: İsmail ed-Darir dedi ki: Bunun açıklamasıyla ilgili olarak o uyumayandır da denilmiştir. Âdeta bu anlamı daha sonra Âyetü'l-Kürsî'de geçen: "O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" âyetinden bu manayı çıkarmış gibidir.

el-Kelbî de der ki: Kayyûm başlangıcı olmayan kimse demektir. Bunu da Ebû Bekr el-Enbarî zikretmiştir.

"Kayyûm"un aslıdır. "Vav" ile "ya" bir araya gelmiş ve onlardan birisinden önce de sakin bir harf gelmiştir. O bakımdan "vav", "yâ" harfine dönüştürüldükten sonra birincisi ikincisine idğam edilerek "kayyûm" haline gelmiştir. "Kayyûm" kelimesi, "fa'ûl" vezninde "aslî vâv" ile kullanılmaz. Çünkü o taktirde "Kavûm" şeklinde kullanılması gerekir.

İbn Mes'ûd, Alkame, el-A'meş ve en-Nehaî "el-hayyu’l-kayyâm" diye okumuşlardır. Bu okuyuş, Hazret-i Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Dilciler arasında "kayyûm" kelimesinin Araplar tarafından daha çok tanındığı, bina akelime çatısıb bakımından daha sahih ve illet harfi daha bir tesbit edilmiş olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur. "el-Kayyâm" kelimesi ise "el-kavvâm"dan nakledilmiştir. Bu ise "fa'âl veznini kullanmayıp "fey'âl" veznini kullanmaya yönelmek demektir. Sallallahü aleyhi ve sellemvâğa, sayyağ (kuyumcu) denildiği gibi. Şair der ki:

"Muhakkak arşın sahibi insanlara rızık verendir

O haydır ve onlara kayyûmdur."

Uyumaz, Uyuklamaz:

Daha sonra yüce Allah a"O'nu ne bir uyuklama alır, ne de bir uyku" buyruğundab zatını uykunun ve uyuklamanın almayacağını belirtmektedir.

es-Sine: Herkesin açıklamasına göre uyuklama demektir. Uyuklama ise gözde olan bir haldir. Kalpte sözkonusu oldu mu ona uyku denilir. Adiyy b. er-Ruka' uyuklamaktan dolayı gözkapaklarına hakim olamayan bir kadını anlatırken şöyle der:

"Uyuklayan (bir ceylan) ki uyuklama onu bürümüştür. O bakımdan,

Gözlerine bir uyuklama karıştı, halbuki o uyumuyor."

el-Mufaddal ise "sine" ile uyuklama (nuâs) arasında fark gözeterek der ki: Sine uykunun baştaki etkisi, nuâs gözdeki etkisi, uyku (nevm) ise kalpteki etkisidir.

İbn Zeyd de der ki: Vesnân, uykudan uyanıp henüz aklı başına gelmemiş kimsedir. Öyle ki kendi aile halkına kılıç dahi çekebilecek durumdadır.

İbn Atiyye der ki: İbn Zeyd'in bu söylediği su götürür. Arapların dilinden böyle birşey anlaşılmamaktadır. es-Süddî der ki: Sine: Yüzde etkisini gösteren uyku rüzgarıdır. Bunun sonucunda insan uyuklar.

Derim ki: Özetle sine (uyuklama) insanı bürüyen bir füturdur. Fakat kişi bu hal ile birlikte de büsbütün aklını kaybetmez. Bu âyet-i kerîme ile anlatılmak istenen de şudur: Şanı yüce Allah'a, hiçbir durumda herhangi bir halel, herhangi bir usanç ve takatsizlik gelip çatmaz. 'ın aslı kelimesidir. kelimesi kelimesinden hazfedildîği gibi buradan da "vav" hazfedilmiştir.

Nevm (uyku) ise insanlar hakkında zihni gücün ortadan kalktığı ağır haldir. "Vav" harfi atıf içindir, (olumsuzluk edatı olan: V ) da te'kid içindir.

Derim ki: Bu konuda Ebû Hüreyre (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini zikrederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) minberi üzerinde Hazret-i Mûsa'dan söz ederek dedi ki: "Mûsa'nın içinden şanı yüce Allah uyur mu diye bir düşünce geçti. Allah ona bir melek gönderdi. Üç gün süreyle ona uyuma imkânı vermedi.

Daha sonra ona her bir eline bir şişe olmak üzere iki şişe verdi ve bunları iyice korumasını emretti. Hazret-i Mûsâ uyumaya başladı. Elleri nerdeyse birbirine kavuşacak gibi olunca uyanıyor, bu sefer birini ötekinden uzaklaştırıyordu. Nihayet uykuya daldı ve elleri birbirine çarpınca şişeler kırıldı. İşte Allah böylelikle ona bir misal vermiş oldu. Eğer Allah uyusaydı gökler ve yer bu şekilde durmazlardı."

Bu hadis sahih değildir. Aralarında Beyhakî'nin de bulunduğu birden çokkimse zayıf olduğunu belirtirler.

Göklerde ve Yerde Ne Varsa O'nundur

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur." Yani O'nun mülküdür. O hepsinin mutlak maliki ve Rabbidir. Göklerde ve yerde bulunanlar arasında akıl sahibi varlıklar da bulunmakla birlikte (akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanılan) edatın kullanılması maksadın genel ve bütün varlıklar oluşundan dolayıdır. Taberî der ki: Bu âyet-i kerîme kâfirler:

"Biz bunlara ancak bizleri Allah'a yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz." (ez-Zumer, 39/3) demeleri üzerine nazil olmuştur.

Şefaat:

"Onun izni ile olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir?" âyetinde mübteda olarak merfudur. de onun haberidir. O ise ın sıfatıdır. Bedel de kabul edilebilir. Zâid olduğu da kabul edilebilir.

Bu âyet-i kerîmede yüce Allah'ın dilediği kimselere şefaat izni vereceği belirtilmektedir. Bunlar ise peygamberler, âlimler, mücahidler, melekler ve bunların dışında Allah'ın kendilerine ikramda bulunduğu ve şereflendirdiği kimselerdir. Ayrıca bunlar ancak Allah'ın razı olacağı kimselere şefaat edebileceklerdir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ancak O'nun razı olacağı kimselere şefaat edebilirler." (el-Enbiya, 21/28)

İbn Atiyye der ki: Zahir olan şu ki: İlim adamları ve salih kimseler cehenneme varmayan fakat iki mevki arasında (cennet ile cehennem arasında) bulunan kimseler veya cehenneme varıp da salih amellerde bulunan kimseler hakkında şefaat edebileceklerdir. Buhârî'de de: "Allah'ın görüleceğine dair diğer rivâyetler" unvanlı bir bâb'da Buhârî'de böyle bir bâb tesbit edemedik. Ancak biraz sonra zikredilecek hadis, Allah'ın âhirette görüleceğine dair rivâyetlerin yer aldığı: Buhârî, Tevhid 24. bâb'da yer almaktadır. şöyle denilmektedir: Mü’minler şöyle derler: Rabbimiz, kardeşlerimiz bizimle birlikte namaz kılıyor, bizimle birlikte oruç tutuyorlardı. Buhârî, Tevhid 24; Nesâi, Îman 18; İbn Mâce, Mukaddime 9; Müsned. TTI. 94. Bu ise yakınlığı olanlar hakkında bir şefaattir. Nitekim cennet kapısında yere yapışıp kalmış küçük çocuğun şefaati de böyle olacaktır. Müsned, IV, 105.

Bu tür şefaat ancak akrabaları ve tanıdıkları kimseler hakkında olur. Peygamberler ise îman dışında herhangi bir akrabalık ve tanıma sebebi olmaksızın, birtakım günahlar sebebiyle asi olan ümmet fertlerinden cehenneme gitmiş kimseler hakkında şefaat edeceklerdir. Bundan sonra ise rahmetlilerin en merhametlisinin günahlara batmış, hatalara bulanmış ve peygamberlerin şefaatlerinin haklarında etkili olmadığı kimselere yapacağı şefaat kalır. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hesabın daha çabuk görülmeye başlanması için yapacağı şefaat ise ona has bir şefaattir.

Derim ki: Müslim, Sahih'inde şefaatin keyfiyetini doyurucu bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Sanki o (İbn Atiyye) -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu bölümü ve şefaat edeceklerin cehenneme girip oradan azâbı hak etmiş birtakım kimseleri çıkartacaklarına dair ifadeleri okumamış gibidir. Buna göre mü’minlerin iki türlü şefaatlerinin olması uzak değildir: Birisi cehenneme ulaşmamış kimseler hakkındaki şefaatleri, diğeri ise cehenneme ulaşmış ve oraya girmiş kimseler hakkındaki şefaatleri. Allah bizi oradan muhafaza buyursun.

Müslim, Ebû Said el-Hudrî yoluyla gelen Hadîs-i şerîfte şunları zikretmektedir: "... daha sonra cehennemin üzerine köprü kurulur ve artık şefaat helal olur (Köprüden geçecek olanlar) derler ki: Allah'ım esenlik ver, Allah'ım esenlik ver." Ey Allah'ın Rasûlü, köprü dediğin nedir, diye sorulunca şöyle buyurur: "Oldukça kaygan ve kaydırıcıdır. Orada çekip alan kancalar, askılar ve es-sa'dân denilen dikencikleri bulunan Necid'de olan bir diken (kanca) vardır. Mü’minler (köprünün üzerinden) göz açıp kırpmak gibi, şimşek gibi, rüzgar gibi, kuş gibi, en iyi atlar ve develer gibi (üzerinden) geçerler. Kimisi afiyetle kazasız belasız kurtulur. Kimisi ise yaralı olarak serbest bırakılmış olur. Kimisi ise cehennem ateşine yüzüstü yıkılır. Nihayet mü’minler cehennemden kurtulunca nefsim elinde olana yemin ederim ki, kıyâmet gününde cehennemde bulunan kardeşleri için mü’minlerden hakkın alınması hususunda Allah'a sizden daha çok yalvarıp yakaracak kimse yoktur. Derler ki: Rabbimiz, bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Onlara: Tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir. Bunun üzerine onların suretleri cehenneme haram kılınır. Cehennemden pek çok kimseyi çıkartırlar. Ateş kimisinin bacaklarının ortasına kadar, kimisinin dizkapaklarına kadar varmıştır. Sonra şöyle derler: Rabbimiz, orada bize kendisini çıkartmak üzere emrettiğin bir kimse kalmadı. Aziz ve celil olan Allah buyurur ki: Dönünüz kalbinde bir dinar ağırlığı kadar hayır namına bulduğunuz kimseleri de çıkarınız. Yine bunun üzerine pek çok kimseyi çıkarırlar. Sonra da şöyle derler: Rabbimiz, bize çıkartmamızı emrettiklerinden herhangi bir kimse bırakmadık. Sonra yine buyurur: Dönünüz, kalbinde hayır adına bir dinarın yarısı ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada bize emrettiğin kimselerden kimseyi bırakmadık. Sonra yine buyurur: Geri dönünüz, kalbinde hayır namına zerre ağırlığınca bulduğunuz kimseyi çıkartınız. Yine pek çok kimseyi çıkartırlar. Sonra derler ki: Rabbimiz, orada hayır diye birşey bırakmadık." Ebû Said şöyle dermiş: Eğer bu Hadîs-i şerîfi işittiğim hususunda beni tasdik etmiyor iseniz, o vakit dilerseniz yüce Allah'ın şu âyetini okuyunuz:

"Muhakkak Allah zerre ağırlığı kadar zulmetmez. Eğer bir iyilik olursa onu kat kat artırır ve karşılığında kendi lütfundan büyük bir mükâfat verir." (en-Nisâ, 4/40); "Yüce Allah buyurur ki: Melekler şefaat etti. Peygamberler şefaat etti, mü’minler şefaat etti, geriye Erhamü'r-Rahîmin'den başka (şefaat edecek) kimse kalmadı. Bunun üzerine cehennemden bir avuç alır ve oradan hayır namına hiç birşey amel etmemiş ve kömüre dönüşmüş bir topluluk çıkartır." Buhârî'nin belirtilen bâb'da rivâyet ettiği bu uzunca hadisi Müslim, Îman 302'de zikretmektedir. Ve daha sonra da hadisin geri kalan kısmını zikreder.

Enes'in Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)den rivâyet: ettiği hadisi de şöylece zikreder: "... Derim ki: Rabbim, lâ ilâhe illâlah diyen kimseler hakkında bana (şefaat için) izin ver. O, bu sana ait değildir, der. İzzetim, kibriyam, azametim ve ceberrutum hakkı için lâ ilâhe illâlah diyen kimseyi mutlaka çıkartacağım." Müslim, Îman 326; Buhârî, Tevhid 36 (az farkla)

Ebû Hüreyre (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadiste de Hazret-i Peygamber'in şu âyetlerini nakleder: ".. nihayet kullar arasında hüküm vermeyi bitirip rahmetiyle cehennemliklerden çıkarmayı murad ettiğini çıkarmak dileyeceğinde meleklere: Cehennemden Allah'a hiçbir şeyi şirk koşmayan ve yüce Allah'ın la ilahe illellah diyenler arasından merhamet buyuracağı kimseleri çıkarmalarını emreder. Melekler bunları cehennemde tanıyacaklardır. Secdenin izlerinden onları tanıyacaklar. Ateş, Âdemoğlunu secde izleri bulunan yerler hariç yer. Allah ateşe secdenin iz bıraktığı yerleri yemeyi haram kılmıştır." Hadisi uzun uzadıya kaydeder. Buhârî, Tevhid 24; Müslim, Îman 299; Müsned, II, 276; bazı lâfız farklılıklarıyla: Buhârî, Ezan 129, Rikaak 52.

Derim ki: İşte bu Hadîs-i şerîfler mü’minlerin ve başkalarının meselâ, peygamberler şefaatinin cehenneme girmiş ve orada yer etmiş kimseler hakkında sözkonusu olacağını göstermektedir. Allah bizi onun azabından muhafaza buyursun. İbn Atiyye'nin: "Cehenneme henüz ulaşmamış., veya ulaşmış da.." şeklindeki sözlerini başka birtakım hadislerden almış olması ihtimali vardır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Mâce de Sünen'inde Enes b. Mâlik'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kıyâmet günü insanlar -(hadisin ravilerinden İbn Numeyr ise cennet ehli- demiştir) saflar halinde dizilirler. Cehennem halkından birisi bir diğerinin yanından geçer, ona der ki: Ey filan, hani bir gün su istemiştin de ben de sana bir içimlik su vermiştim; hatırlamaz mısın? Buna şefaat eder. Yine bir adam birisinin yanından geçer ve ona: Hani bir gün sana abdest almak üzere yardımcı olduğumu hatırlamıyor musun? der, o da ona şefaatçi olur. -İbn Numeyr dedi ki-: Ey filan der, hani bir gün beni şu şu ihtiyaç için gönderdiğini ben de senin o ihtiyacın için gittiğimi hatırlamıyor musun der, o da ona şefaat eder." İbn Mâce, Edeb 8. Peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şefaatlerine gelince; bunun hakkında farklı görüşler vardır. Bunların üç tane, iki tane olduğu söylendiği gibi beş tane olduğu da söylenmiştir. Buna dair açıklamalar yüce Allah'ın izniyle Subhan (İsra) Sûresi'nde (17/79. âyet 3- başlıkta) gelecektir. Ayrıca buna dair açıklamalarımızı "et-Tezkire" Bk. et-Tezkire, s. 280 vd... adlı eserimizde yapmış bulunuyoruz. Allah'a hamdolsun.

Allah Herşeyi Bilendir:

"O, önlerindekini de, arkalarındakini de bilir" âyetinde zamirler yüce Allah'ın:

"Göklerde ve yerde ne varsa hepsi yalnız O'nundur" âyetinin ihtiva ettiği aklı eren bütün varlıklara aittir.

Mücâhid der ki: "Önlerindekini" dünyayı, "arkalarındakini" de ahireti "bilir" demektir. İbn Atiyye de der ki: Bütün bunlar özü itibariyle doğrudur, bir mahzuru yoktur. Çünkü "önde" insanın önünde olan herşey "arka" ise ondan sonra gelen herşey demektir. Mücâhid'in açıklamasına yakın açıklamaları es-Süddî ve başkaları da yapmıştır.

Allah'ın Dilediğinden Başka Birşey Bilemezler:

"O'nun ilminden kendisinin dilediğinden başka hiçbir şeyi kavrayamazlar" âyetinde geçen

"ilim" malum (bilinen şey) anlamındadır. Yani onlar Allah'ın bildiklerinden hiçbir şeyi kuşatamazlar. Bu, Hızır (aleyhisselâm)'ın Mûsâ (aleyhisselâm)'a, kuş denizden suyu gagalayınca söylediği şu söze benzer: "Benim de ilmim, senin de ilmin yüce Allah'ın ilminden (malumatından) ancak bu kuşun bu denizden eksilttiği kadarını eksiltir." Bu ifadelerin yer aldığı ve Hazret-i Mûsâ ile Hazret-i Hızır'ın yolculukları kıssasının zikredildiği uzunca hadis için bk. Buhârî, İlm 44, Enbiyâ 27, Tefsir 18. sûre 2, 3, 4; Müslim, Fedâil 170; Tirmizî, Tefsir 18. sûre 1; Müsned, V, 117-118. Bu ve benzeri ifadeler, malumata racidir. Çünkü zatının bir sıfatı olan şanı yüce Allah'ın ilmi asla bölünme, parçalanma kabul etmez. Âyet-i kerîmenin (bu bölümünün) anlamı ise, Allah'ın bilmesini dilediği şey dışında hiçbir kimse, hiçbir şeyi bilemez, öğrenemez demektir.

Allah'ın Kürsîsi:

O'nun Kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır." İbn Asâkir, Tarih 'inde Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Kürsî bir incidir, kalem de bir incidir. Kalemin uzunluğu yediyüz yıl(lık bir mesafe) Kürsînin uzunluğu ise Allah'tan başkasının bilemeyeceği kadardır." "Hazret-i Ali'den vâhî (oldukça gevşek) bir sened ile (Hazret-i Peygamber'e) merfûan rivâyet edilmiştir" kaydıyla; ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17.

Hammâd b. Seleme de Âsım b. Behdele'den -ki bu Âsım b. Ebi'n-Nucûd'dur- o Zır b. Hubey'ten o İbn Mes’ûd'dan rivâyetle dedi ki: Her iki sema arasında beşyüz yıllık bir mesafe, yedinci sema ile Kürsî arasında beşyüz yıllık bir mesafe, Kürsî ile Arş arasında da beşyüz yıllık bir mesafe vardır. Arş ise suyun üstünde, Allah da Arşın üstündedir. Sizin neyin içinde ve neyin üzerinde olduğunuzu bilir."

Kürsî ve Kirsî de denilebilir. Çoğulu kerâsî gelir.

İbn Abbâs der ki: Allah'ın Kürsîsi onu ilmi demektir. Taberî de bunu tercih etmiştir. Taberî der ki: İlmi ihtiva eden el-kürrâse (yazılı kâğıt) da burdan gelmektedir. İlim adamlarına el-Kerâsî denilmesi de burdan gelmektedir. Çünkü bu konuda kendilerine güvenilen kimseler bunlardır. Nitekim "evtadu’l-arz" ayeryüzünün kazıklarıb da denilmektedir.

Şair der ki:

"Ak yüzlü kimseler onların etrafında toplanır ve

Büyük olaylar gelip çattığı zaman bu olayları bilenler akerâsiMen bir topluluk da."

Bir görüşe göre de Allah'ın Kürsî si kendisiyle gökleri ve yeri tuttuğu kudreti demektir. Nitekim günlük konuşma esnasında: Şu duvara bir kürsî yap, denildiği zaman, duvarı destekleyecek birşey yap denmek istenir. Bu da İbn Abbâs'ın: "Onun Kürsîsi... kuşatmıştır" âyetine dair açıklamalarına yakındır. el-Beyhakî der ki: İbn Mes'ûd'dan ve Saîd b. Cübeyr yoluyla İbn Abbâs'tan yüce Allah'ın:

"O'nun Kürsîsi.. kuşatmıştır" âyeti hakkında: O'nun ilmidir dediğini rivâyet ettik. Bk. İbn Kesîr, I, 457 ve ed-Dürru'l-Mensûr, II, 16.

İbn Abbâs'tan ve başkalarından gelen sair rivâyetler de bununla Arş ile beraber ün kazanmış Kürsî'nin kastedildiğine delalet etmektedir.

İsrail, es-Süddî'deri, o Ebû Mâlik'ten yüce Allah'ın:

"O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır" âyeti hakkında Ebû Mâlik'in şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Yedinci arzın üzerinde bulunduğu ve bütün mahlukatın kenarında olduğu kayanın üzerinde dört tane melek vardır. O meleklerden her birisinin dört yüzü vardır. Biri insan yüzü, biri aslan yüzü, biri öküz yüzü, öbürü de kartal yüzüdür. Bu melekler, o kayanın üzerinde ayakta bütün yerleri ve semaları kuşatmış olarak dururlar. Başları Kürsî'nin altında, Kürsî Arşın altında Allah da kendi Kürsîsini arşın üzerinde koymuştur. el-Beyhakî der ki: Bunda iki tane Kürsîye işaret vardır. Birincisi Arşın altında diğeri ise Arşın üstüne konulmuş durumdadır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18.

Esbat'ın, es-Süddî'den, onun da Ebû Mâlik'ten yaptığı rivâyet ile Ebû Salih'in İbn Abbâs'tan ve Murre el-Hemedanî'nin İbn Abbâs'tan, yine Murre el-Hemedanî'nin İbn Mes’ûd'dan Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)’ın ashabının birtakım kimselerden yüce Allah'ın:

"O'nun Kürsî'si gökleri ve yeri kuşatmıştır" âyeti hakkında şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Gökler ve yer Kürsî'nin içindedir. Kürsî ise Arşın önündedir. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18.

İnkarcı kimseler bu rivâyetleri mülkün azametine ve saltanatın celaline hamlederler, Arşın ve Kürsî'nin varlığını inkâr ederler. Ancak bu birşey ifade etmez. Hak ehli ise bunların varlıklarını câiz kabul ederler. Çünkü yüce Allah'ın kudreti geniştir. Buna îman etmek icabeder.

Ebû Mûsâ el-Eş'arî der ki: Kürsî iki kademin konulduğu yerdir. Kürsînin deve üstüne konulan semerin gıcırtısı gibi bir gıcırtısı vardır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17. el-Beyhakî dedi ki: Biz yine bu hususta İbn Abbâs'tan rivâyet ettik ve zikrettik ki bunun anlamı; rivâyet olunduğuna göre, Kürsî'nin Arşa göre konumu, iki ayağın konulduğu yerin tahta göre konumu gibidir. Ancak bunda yüce Allah hakkında bir mekân isbatı sözkonusu değildir.

İbn Bureyde'den, onun da babasından şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Ca'fer (b. Ebi Talib) Habeşistan'dan geldiğinde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ona şöyle sordu: "Gördüğün en hayret verici şey nedir?" Başının üzerinde yiyecek dolu bir zenbil bulunan bir kadın gördüm. Bir atlı gelip o yiyeceğini dağıttı. Kadın da oturup onu toplamaya başladı. Sonra da o adama dönüp şöyle dedi: Melik'in Kürsî'sini koyup mazlumun zalimdeki hakkını alacağı günde vay haline! Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) o kadının söylediği sözü tasdik etmek üzere şöyle buyurdu: "Zayıfın hakkını, güçlüsünden alamadığı bir ümmet takdis olunmaz. -Yahut nasıl takdis olunabilir?-" diye buyurdu. İbn Mâce, Fiten 20 (bazı farklılıklarla).

İbn Atiyye der ki: Ebû Mûsa'nın: "Kürsî iki kademin konulduğu yerdir" sözü ile anlatmak istediği şudur: Kürsî, Rahmân olan Arşa göre kralların tahtlarının önünde bulunan, ayakların konulduğu yere benzer. Bu Arşın önünde oldukça büyük bir yaratıktır. Kürsînin Arşa nisbeti, yine Kürsî'nin hükümdarın (tahtı önünde bulunan ve ayaklarını koyduğu yerin) tahtına olan oranı gibidir.

el-Hasen b. Ebi'l Hasen der ki: Kürsî, arşın bizzat kendisidir. Ancak bu beğenilen bir görüş değildir. Hadîs-i şerîflerin gerektirdiği ise Kürsî'nin Arşın önünde bulunan bir yaratık olduğudur ve Arş ondan daha büyüktür.

Ebû İdris el-Havlanî, Ebû Zerr'den şöye dediğini rivâyet etmektedir: Ey Allah'ın Rasûlü dedim. Sana indirilen hangi âyet daha büyüktür. O: "Âyetü’l-Kürsî" dedi. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ey Ebû Zerr, yedi göğün Kürsî'ye göre oranı ancak geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka gibidir. Arşın Kürsî'ye üstünlüğü ise bu geniş düzlük arazinin halkaya olan üstünlüğü gibidir." İbn Kesîr, I, 458; ed-Dürru'l-Mensûr, II, 17. Bunu el-A'currî Ebû Hâtim el-Büstî, Sahih Müsned'inde ve el-Beyhakî rivâyet etmiş, onun sahih olduğunu belirtmiştir.

Mücâhid der ki: Gökler ve yer Kürsî içerisinde ancak geniş düzlük bir arazide bırakılmış bir halka durumundadır. ed-Dürru'l-Mensûr, II, 18.

Bu âyet-i kerîme yüce Allah'ın mahlukatının büyüklüğünü haber vermektedir. Bundan ise aziz ve celil olan Allah'ın kudretinin azameti anlaşılır. Çünkü bütün bu büyük şeyleri korumak, O'na ağır gelmez.

"Onları koruması O'na ağır gelmez." O'na zor gelmez, meşakkat vermez. İbn Abbâs, Katâde ve başkalan bunu böylece tefsir etmişlerdir. ez-Zeccâc der ki: Burada

"ona" âyetindeki zamirin Allah'a ait olması da mümkündür, Kürsî'ye ait olması da mümkündür. Şayet Kürsî'ye ait olursa o takdirde bu, Allah tarafından verilmiş bir emir dolayısıyla olur.

"O Alîydir." Bununla kadrin ve konumun yüksekliği anlatılmak istenir. Mekân itibariyle yükseklik değil. Çünkü yüce Allah mekân tutmaktan münezzehtir. Taberî birtakım kimselerden şöyle dediklerini nakletmektedir: O mekânının yaratıklarının mekânlarından yüceliği ile bütün yarattıklarından alî (yüce) olandır.

İbn Atiyye der ki: Bu mücessimeden olan cahil birtakım kimselerin görüşüdür. Uygun olan bu gibi görüşlerin nakledilmemesidir. Abdurrahman b. Kurt'tan nakledildiğine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) İsra gecesinde yüksek semalarda: Sübhanellahil aliyyi'l a'la, sübhanehu ve tealâ, şeklinde bir teşbih işitti.

el-alî ve el-âlî: Eşyaya galip gelen ve onlar üzerinde kahir olan demektir. Araplar filan filana üstün geldi (alâ), dedikleri takdirde onu mağlub etti,' kahretti, demek isterler. Şair der ki:

"Onlara üstün gelip üzerlerine kurulunca;

Onları kartallara ve kanatlarını yumup aşağı inen kuşlara (yem olsunlar diye)

yere yıkılmış halde bıraktık."

Yüce Allah'ın:

"Şüphe yok ki Fir'avun arzda yükseldi (üstünlük sağladı)." (el-Kasas, 29/4) âyetinde de (alâ) buradan gelmektedir.

"Azimdir." Kadri, şeref ve makamı büyüktür anlamında bir sıfattır. Yoksa buradaki büyüklük cisimlerin büyüklüğü anlamına gelmez. Taberî bazı kimselerden "azîm"in ta'zim edilen anlamına geldiğini nakletmektedir. Nitekim "azad edilen" anlamına "el-atîk" denilmektedir. el-A'şâ'dan şu beyiti de buna delil göstermektedir:

"Sanki îsfenat denilen ve tatlı bir su karıştırılmış eski (atîk) bir şarap (gibidir)."

Yine Taberî bazı, kimselerden bu açıklamayı reddedip şöyle dediklerini nakletmektedir: Şayet "muazzam (ta'zim edilen)" anlamına gelseydi,mahlûkatıyaratmadan önce mahlûkat yok olduktan sonra "azîm" olmaması gerekirdi. Çünkü o durumda O'nu tazim edecek kimsenin varlığı sözkonusu olmaz.

255 ﴿