7

Sana Kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: "Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır.

Bu âyete dair açıklamalarımızı dokuz başlık halinde sunacağız:

1- Kur'ân'ın Müteşâbih Olanına Uyanlar:

Müslim'in rivâyetine göre Hazret-i Âişe şöyle demiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem):

"Sana kitabı indiren O'dur. Onun bazı âyetleri muhkemdir ki bunlar Kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir. İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'yiline yeltenmek İçin onun müteşâbih olanına uyarlar. Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir, ilimde derinleşmiş olanlar: «Biz ona îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır» derler. Ancak akıl sahipleri düşünür, öğüt alır" âyetini okudu. (Hazret-i Âişe) devamla dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun müteşâbih olanına uyanları gördüğünüz vakit, işte onlar yüce Allah'ın isimlerini koyduğu (kastettiği) kimselerdir, onlardan sakınınız."

Ebû Ğâlib'den de şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Eşeğin üzerinde olduğu halde Ebû Umâme ile birlikte gidiyordum. Dimaşk Mescidinin merdivenlerine vardığı sırada dikilmiş (kesik) başlar gördü. Bu başlar ne oluyor? diye sorunca ona: Bunlar Irak'tan getirilen Hâricîlerin başlarıdır, diye cevap verildi. Bunun üzerine Ebû Umame şöyle dedi: Ateşin köpekleri, ateşin köpekleri, ateşin köpekleri! Sema altında öldürülenlerin en kötüleridir bunlar. Bunları öldürenlere ve onlar tarafından öldürülenlere ne mutlu! dedi. -Ve bu sözlerini üç defa tekrarladı- sonra da ağladı. Ben: Ne diye ağlıyorsun ey Ebû Umâme? deyince şöyle dedi: Onlara olan merhametimden ağlıyorum. Çünkü bunlar müslüman insanlardılar, İslâm'dan çıktılar. Daha sonra yüce Allah'ın:

"Sana kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir..." âyetinden itibaren birkaç âyet okudu, daha sonra da:

"Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp anlaşmazlığa düşenler gibi olmayın..." (Âl-i İmrân, 3/105) âyetini okudu. Ben: Ey Ebû Umâme, bu sözü geçenler bunlar mıdır, deyince o: Evet dedi. Bu senin kendi görüşüne dayanarak söylediğin "birşey mi yoksa Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan işittiğin birşey mi? diye sorunca şöyle dedi: Eğer görüşüme dayanarak söylüyor isem şüphesiz ki o vakit ben pek cür'etkâr bir kimseyim demektir. Aksine ben bunu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan bir değil, iki değil, üç değil, dört değil beş değil, altı değil yedi defa değil (pek çok defalar) işittim.

Daha sonra da parmaklarını kulaklarına koyarak: Böyle değilse şu kulaklarım sağır olsun, dedi ve bu sözlerini üç defa tekrarladı: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "İsrailoğulları yetmişbir fırkaya ayrıldı. Bunlardan bir tanesi cennette, diğerleri cehennemdedir. Bu ümmet ise onlardan bir fazla fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan birisi cennette diğerleri ise cehennemde olacaktır. "

2- Muhkem ve Müteşâbihe Dair İlim. Adamlarının Görüşleri:

İlim adamları muhkem ve müteşâbih âyetler ile ilgili olarak farklı görüşlere sahiptir. Câbir b. Abdillah -ki bu aynı zamanda eş-Şa'bi'nin, Süfyan-ı Sevrî'nin ve diğerlerinin görüşlerinin muktezasıdır- der ki: Kur'ân-ı Kerîm'in âyetleri arasında muhkem, olanlar te'vili bilinebilen manası ve tefsiri anlaşılabilen âyetlerdir. Müteşâbih olanlar ise yüce Allah'ın, ilmini yalnızca kendisine sakladığı, yarattıklarına vermediği, herhangi bir kimsenin bilme imkânı bulunmayan âyetlerdir. Kimi ilim adamı der ki: Bu kabilden olanlara örnek, Kıyâmetin kopacağı vakit, Ye'cûc ile Me'cûc'un çıkması, Deccal'ın çıkması, Hazret-i Îsa'nın inmesi, sûre başlarında bulunan Mukatta Harfler gibi şeylerdir.

Derim ki: Müteşâbihe dair yapılan açıklamaların en güzeli budur. Bakara Sûresi'nin baş taraflarında er-Rabî' b. Haysem'den yüce Allah'ın bu Kur'ân-ı Kerîm'i indirdiğini ve dilediğinin bilgisini yalnızca kendisi için alıkoyduğunu belirten bir rivâyeti nakletmiş bulunuyoruz. Ebû Osman da der ki: Muhkem, kendisi okunmaksızın namazın kabul olunmadığı Fâtihatu’l-Kitap'tır. Muhammed b. el-Fadl der ki: Muhkem İhlas Süresidir. Çünkü bu sûrede tevhidden başka hiçbir şey yoktur. Şöyle de denilmiştir: Kur'ân-ı Kerîm, bütünüyle muhkemdir, çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Bu, âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır." (Hud, 11/1) Yine Kur'ân'ın bütünüyle müteşâbih olduğu da söylenmiştir. Çünkü yüce Allah:

"Müteşâbih bir kitap olarak..." (ez-Zümer, 39/23) diye buyurmuştur.

Derim ki: Ancak bu açıklamanın âyet-i kerimenin manasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Çünkü yüce Allah'ın:

"Âyetleri muhkem kılınmış bir kitaptır" âyetinin anlamı şudur: Yani bu âyetlerin sıralanışı ve dizilişi böyledir ve bu kitap Allah'tan gelmiş bir haktır. "Müteşâbih bir kitap olarak" âyeti ise, bir kısmı'diğer bir kısmına benzemekte ve bir grubu ötekini tasdik etmekte, demektir. Yoksa yüce Allah'ın:

"Bazı âyetleri muhkemdir" âyeti ile

"diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir" buyrukları ile kastedilen bu mana değildir. Bu âyet-i kerimedeki "müteşâbih" tabiri ihtimal ve benzerlik kabilindendir. Yüce Allah'ın:

"Bize göre birçok inekler birbirine benziyor" (el-Bakara, 2/70) âyeti kabilindendir. Yani biz onları birbirlerine karıştırdık. Yani "birçok inek çeşidi" anlamına gelme ihtimali vardır. Bu âyette "muhkem" ile kastedilen de bunun zıddıdır ki, o da herhangi bir karışıklığı bulunmayan ve tek bir anlamdan başkasına gelme ihtimali bulunmayan âyetlerdir.

Bir diğer görüşe göre de müteşâbih, birden çok anlama gelme ihtimali olmakla birlikte, bu değişik anlamlar tek bir anlama havale edilerek geri kalanı iptal edilecek olursa, bu sefer müteşâbih muhkem olur. Buna göre muhkem, her zaman için fer'î hususların kendisine havale edildiği (o esas alınarak yorumlandığı) bir asıl ilkedir. Müteşâbih ise onun fer'î durumundadır.

İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler, yüce Allah'ın En'âm Sûresi'nde yer alan:

"De ki: Gelin size Rabbinizin neleri haram kıldığını okuyayım.." (el-En'am, 6/151) âyetinden itibaren üç âyetin sonuna kadar olan âyetlerdir. İsrailoğulları hakkındaki:

"Rabbin: «Kendisinden başkasına ibadet etmeyin, anne ve babaya iyilikle muamele edin» diye hükmetti..."(el-İsrâ, 17/23) âyeti de muhkem âyetlerdendir.

İbn Atiyye der ki: Bu bana göre (İbn Abbâs'ın) muhkem âyetlere dair vermiş olduğu bir örnektir.

Yine İbn Abbâs der ki: Muhkem âyetler Kur'ân-ı Kerîm'in nâsih âyetleri, haram kılan âyetleri, farz kılan âyetleri, kendisine îman edilen ve gereğince amel olunan âyetleridir. Müteşâbihler ise, mensûh âyetleri, mukaddemi, muahharı, emsali, yeminleri, kendisine îman olunup da, ancak gereğince amelin sözkonusu olmadığı âyetlerdir.

İbn Mes'ûd ve başkaları ise der ki: Muhkem âyetler neshedici âyetlerdir. Müteşâbihler ise nesholunan âyetlerdir. Katâde, er-Rabî' ve ed-Dahhâk da böyle demiştir.

Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr der ki: Muhkem âyetler, kendilerinde Rabbin (insanlara karşı) kulların hüccetini, ismetini, (kanlarının, mallarının korunmasına sebep olan imanı), anlaşmazlıkların ve batılın bertaraf edilmesini ihtiva eden âyetlerdir. Bunların herhangi bir manaya hamledilmeleri veya asıl anlamlarından başka anlama çekilip tahrif edilmeleri sözkonusu değildir. Müteşâbih âyetlerin ise başka bir anlama çekilmeleri, tahrif ve te'vil edilmeleri mümkündür. Allah bunlarla kullarını imtihan etmek istemiştir. Mücâhid ve İbn İshak da bu görüştedir.

İbn Atiyye der ki: Bu, bu âyetle ilgili yapılmış açıklamaların en güzelidir. en-Nehhâs ise der ki: Muhkem âyetler ile müteşâbih âyetler hakkında söylenmiş sözlerin en güzeli şudur: Muhkem âyetler bizatihi ayakta durabilen ve anlaşılması için başka âyetlere başvurmayı gerekli kılmayan âyetlerdir:

"Kimse O'nun dengi ve benzeri değildir" (el-İhlâs, 112/4) ile:

"Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" (Tâ-Hâ, 20/82) buyrukları gibi. Müteşâbih âyetler ise:

"Şüphesiz Allah bütün günahları mağfiret edicidir" (ez-Zümer, 39/53) âyetinin gereği gibi anlaşılabilmesi için yüce Allah'ın:

"Şüphesiz Ben tevbe edenlerin günahlarını mağfiret ediciyim" âyeti ile:

"Muhakkak Allah kendisine şirk koşulmasını mağfiret etmez" (en-Nisâ, 4/48, 116) âyetine başvurulur.

Derim ki: en-Nehhâs'ın bu sözleri İbn Atiyye'nin tercih ettiği görüşe açıklık getirmektedir. Bu açıklama kelimelerin dildeki anlamlarına da uygun düşmektedir. Çünkü "muhkem" kelimesi (........) kelimesinden ism-i mef'ûldur. "İhkâm" ise birşeyi sağlam yapmak demektir. Manasında, açık anlaşılmasında karışıklık ve tereddüt bulunmayan âyetlerin böyle olduğunda da şüphe yoktur. Çünkü bu âyetlerin kelime manaları gayet açıktır ve kelime dizilişi de sapasağlamdır. Bu iki husustan herhangi birisinde gereken açıklık ve sağlamlık bulunmayacak olursa o vakit müteşâbihlik ve karışıklık sözkonusu olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

İbn Huveyzimendâd der ki: Müteşâbih'in birkaç şekli vardır. Hükmün kendisine taalluk ettiği şekil ise, ilim adamları arasında iki âyetten hangisinin diğerini neshettiği hususu ile ilgili görüş ayrılıklarıdır. Mesela, Hazret-i Ali ile İbn Abbâs'ın, kocası vefat etmiş hamile kadın hakkında iki süreden daha uzun olanını iddet olarak bekleyeceği görüşündedirler. Hazret-i Ömer, Zeyd b. Sabit, İbn Mes'ûd ve başkaları ise (iddetin) doğum yapmak olduğunu ve Kısa Nisa Sûresi (Talâk Sûresi)nin dört ay on günlük iddeti neshettiğini söylerler. Ali ve İbn Abbâs ise bunun nesholunmadığını kabul ediyorlardı. Mirasçıya vasiyetin nesholunup olunmadığı ile ilgili ihtilafları da buna bir örnektir.

Ayrıca eğer nesih olup olmadığı bilinmiyor, neshin şartları da bulunmuyor ise, birbiriyle tearuz halinde olan âyetlerden hangisinin öne alınacağı hususundaki görüş ayrılığı da buna bir örnektir. Mesela, yüce Allah'ın:

"Ve size bunlardan başkaları helâl kılındı" (en-Nisâ, 4/24) âyeti kendilerine malik olunması (cariye olmaları) halinde akrabaları bir arada tutmayı gerektirmektedir. Buna karşılık:

"İki kızkardeşi birlikte almanız da (size haram kılındı) ancak geçen müstesna.." (en-Nisâ, 4/23) âyeti ise bunu yasaklamaktadır. Yine bu tür müteşâbihlere bir örnek de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den gelen haberler ile kıyasların birbirleriyle tearuz etmesidir.

İşte sözü geçen müteşâbih budur. Ancak bir âyet-i kerimenin farklı iki şekilde kıraati, ismin muhtemel olması yahut tefsiri gerektirecek şekilde mücmel olması müteşâbih türünden değildir. Çünkü bunun vacip olan kısmı ya ismin kapsayabildiği miktardır veya onun tamamıdır. İki ayrı kıraat ise iki ayrı âyet gibidir. Her ikisinin gereği ne ise, amel etmek gerekir. Nitekim: âyet-i kerimesi -ileride yüce Allah'ın izniyle Maide Sûresi'nde (5/6. âyette) açıklanacağı üzere- hem üstün hem de esreli okunmuştur.

3- Müteşâbih Sanılan Bazı Âyetlere Örnekler:

Buhârî, Saîd b. Cübeyr'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Adamın birisi İbn Abbâs'a şöyle dedi: Ben Kur'ân-ı Kerîm'de benim için açıklanması zor (muhtelif) bazı şeyler görüyorum. İbn Abbâs: Nelerdir? diye sorunca adam şöyle dedi: Yüce Allah:

"Sûr'a üfürüldüğünde o günde aralarında akrabalık bağı yoktur. Birbirlerini de sormazlar" (el-Mü’minûn, 23/101) diye buyururken, bir başka yerde:

"Birbirlerine yönelip karşılıklı soru sorarlar" (Sâffât, 37/27) diye buyurmaktadır. Bir yerde:

"Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) diye buyrulurken bir başka yerde:

"Rabbimiz, Allah hakkı için biz müşriklerden olmadık" (el-En'âm, 6/23 diyerek bu âyet-i kerimede de birşeyler gizleyecekleri bildirilmektedir. en-Nâziât Sûresi'nde yer alan: "Sizi yaratmak mı daha zordur yoksa göğü mü? Onu bina etmiştir... Bundan sonra da yeri yarıp döşedi" (en-Nâziât, 79/27-30) âyetinde göklerin yaratılmasını yeryüzünün yaratılmasından önce zikretmekte, bir başka yerde ise:

"Siz yeri iki günde yaratan Allah'ı inkâr ediyor ve O'na ortaklar mı kılıyorsunuz?... İkisi de isteyerek geldik dediler" (Fussilet, 41/9-11) diye buyurmakta ve bu âyetinde yerin yaratılmasından göğün yaratılmasından önce söz etmektedir. Yine yüce Allah:

"Allah Gafûrdur, Rahîmdir" (en-Nisâ, 4/100);

"Allah Azizdir, Hakimdir" (en-Nisâ, 4/158) ile:

"Allah Semi'dir, Basirdir" (en-Nisâ, 4/134) diye buyurmaktadır. Bu âyetler ise âdeta daha önce böyle idi de şimdi böyle değil gibi bir anlam çıkmaktadır.

Bunun üzerine İbn Abbâs şu cevabı verdi:

"Aralarında akrabalık bağı yoktur" (el-Mü’minûn, 23/101) âyetinde Birinci Nemadaki durum anlatılmaktadır. Bundan sonra Sûra bir defa daha üfürülecek ve Allah'ın dilediği kimseler müstesna, göklerde ve yerde bulunan herkes baygın düşecektir. İşte o vakit aralarında herhangi bir akrabalık bağı bulunmayacak ve birbirlerine soru sormayacaklardır. Bilâhare son üfürüşte ise birbirlerine karşı gelecek ve birbirlerine soru soracaklardır. Yüce Allah'ın:

"Biz müşriklerden değildik" (el-En'âm, 6/23) âyeti ile

"Allah'tan bir söz gizlemezler" (en-Nisâ, 4/42) âyetine gelince; yüce Allah ihlâs sahibi olan kimselerin günahlarını bağışlaması üzerine müşrikler şöyle diyeceklerdir: Gelin biz de müşrik değildik, diyelim. Bunun üzerine Allah onların ağızlarına mühür vuracak ve bu sefer onların azaları yaptıkları işleri söyleyecektir. İşte böylelikle Allah'tan herhangi bir sözü saklayamayacakları ortaya çıkacaktır ve o vakit kâfirler keşke müslüman olsalardı, diye temennide bulunacaklardır. Yüce Allah yeri iki günde yarattıktan sonra semaya yönelerek iki günde de onları yedi sema halinde düzenledi. Daha sonra ise arzı yaydı ve orada suları ve meraları çıkardı. Arzda dağları, ağaçları, kum tepelerini ve gök ile yer arasındakileri diğer iki günde yarattı. İşte yüce Allah'ın:

"Bundan sonra da arzı yayıp döşedi" (en-Nâziât, 79/30) âyetinde anlatılan budur. Buna göre arz ve içindekiler dört günde, sema ise iki günde yaratılmıştır. Yüce Allah'ın:

"Allah Gafûrdur, Rahîmdir" âyeti ise bizzat Allah kendi zatını kastetmektedir. Yani yüce Allah ezelden beri de böyleydi, ebediyyen de böyle kalacaktır. Yüce Allah, her neyi murad ederse mutlaka onun dilediği olur. Yazıklar olsun sana, Kur'ân-ı Kerîm senin için anlaşılmaz, tutarsız şeyler gibi görülmesin. Çünkü hepsi Allah'tan gelmiştir.

4- "Diğer" Kelimesi:

Bu kelime "elif-lâm"a ihtiyaç bırakmamak özelliğine sahip olduğundan dolayı, munsarif değildir. Çünkü bu kelimede asıl olan "büyüklük, küçüklük" kelimelerinde olduğu gibi elif-lâm ile sıfat olmasıdır. Elif-Lâm'a ihtiyacı kalmadığından munsarif bir kelime olmaktan çıkmıştır. Ebû Ubeyd der ki: Arapların bu kelimeyi munsarif yapmamalarının sebebi bunun tekilinin marife olsun, nekre halinde olsun munsarıf gelmemesidir. Müberred bunu kabul etmeyip der ki: Durum böyle olduğu takdirde kelimelerinin de munsarif olmaması gerekir. el-Kisâî der ki: Bu kelimenin munsarif olmayış sebebi sıfat oluşudur. Yine el-Muberred bunu kabul etmeyip der ki: kelimeleri de sıfattır, fakat bunlar munsarıftır. Sîbeveyh der ki: Bu kelimenin elif Llâm'a muhtaç olmaması düşünülemez. Çünkü böyle olsaydı marife olması gerekirdi. Nitekim kelimesinden alındığı için kelimesinin de bütün görüşlere göre marife olduğu görülmektedir. kelimesi de bu kelime elif-lâm’lı halin yerine kullanılmıştır, diyenlerin görüşüne göre de marifedir. Eğer bu kelimesi elif-lâm'a ihtiyacı olmayan bir kelime olsaydı, marife olması gerekirdi. Halbuki yüce Allah bu kelimeyi nekre olan bir kelime ile vasfetmiş bulunmaktadır.

5- Kalplerinde Eğrilik Olanlar:

Yüce Allah'ın:

"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar" âyeti mübtedâ olmak üzere merfû'dur. Bunun haberi ise: "Onun müteşâbih olanına uyarlar" âyetidir.

ez-Zeyğ: (Eğrilik); meyletmek (sapmak) demektir, Güneş (batıya doğru) kaydı, tabiriyle Gözler kaydı, tabiri burdan gelmektedir. Asıl maksat terkedilip bırakıldığında da bu kökten gelen fiil kullanılır.

Yüce Allah'ın:

"Onlar sapıp eğrilince Allah da onların kalplerini meylettirdi (saptırdı)" (es-Saff, 61/5) âyetindeki "sapma" kelimeleri de bu kökten gelmiştir. Bu âyet-i kerîme kâfir, zındık, cahil, bid'at sahibi bütün kesimleri genel olarak kapsamına almaktadır. O dönemde bununla Necrân hıristiyanlarına işaret olunmuşsa dahi böyledir. Katâde, yüce Allah'ın:

"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar..." âyetinin tefsiri ile ilgili olarak bunları söylemektedir: Eğer burda sözü edilenler Harurâlılar ile Hâricîlerin değişik türleri değil ise, bunlarla kimlerin kastedildiğini bilemiyorum.

Derim ki: Bu şekildeki tefsir Ebû Umame'den merfu olarak daha önce geçmiş bulunmaktadır. O kadarı sana yeterlidir.

6- Kalplerinde Eğrilik Bulunanlar ve Fitnenin Peşinden Gidenler:

Yüce Allah'ın:

"İşte kalplerinde eğrilik bulunanlar fitne çıkarmak ve te'viline yeltenmek için onun müteşâbih olanına uyarlar" âyeti ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbâs (yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun) şöyle demektedir: Müteşâbih olana tabi olanların bu tabi oluşları, Kur'ân-ı Kerîm hakkında şüphe uyandırmak ve ayağı saptırmak için müteşâbihe tabi olmaları ve bu maksatla müteşâbih olanları öğrenmeleri ihtimalden uzak değildir. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'e dil uzatan Zındıklarla Karmatîler böyle yapmışlardır. Diğer bir maksatları da müteşâbihin zahirine inanılmasını istemeleridir. Nitekim zahiren Allah'ın cisim özelliklerini taşıdığını ifade eden Kitap ve sünnetteki buyrukları bir araya getiren Mücassime böyle yapmıştır. Sonunda bunlar yüce yaratıcının mücessem, bir cisim şekli olan bir suret olduğuna inandılar. Bu cisim ve suretin onlara göre yüzü, gözü, eli, yanı, ayağı, parmağı vardı. Yüce Allah bunlardan yüce ve münezzehtir. Yahut da bunlar müteşâbih olana bunların te'villerini açıklamak, manalarını izah etmek için tabi olurlar. Ya da bu hususta Hazret-i Ömer'e çokça soru soran Sabîğ'in yaptığı gibi yapmaya çalışır. Buna göre müteşâbihe tabi olanlar dört gruptur:

1- Kâfir olduklarından şüphe olmayan ve Allahü teâlâ'nın haklarında tevbe etmeleri dahi istenmeksizin öldürülmeleri hükmünü verdiği kimseler.

2- Haklarındaki sahih görüşe göre kâfir oldukları kabul edilenler. Çünkü bunlarla putlara, şekillere ibadet eden kimseler arasında fark kalmaz. Bunların tevbe etmeleri istenir. Tevbe ederlerse mesele yok. Aksi takdirde irtidat edene yapılan uygulama gibi bunlar da öldürülürler.

3- Müteşâbihlerin te'vil edilmelerinin cevazı hususundaki görüş ayrılığına binaen, bunun câiz olup olmadığı hususunda da ihtilâf edilmiştir. Bilindiği gibi selefin gösterdiği yol, müteşâbih âyetlerin zahirinden anlaşılanın imkânsız olduğunu kesin olarak belirtmekle birlikte, te'villerine kalkışmayı terketmek şeklindedir. Bu konuda derlerdi ki: Nasıl geldilerse onları siz de öylece okuyup gidiniz. Bazıları ise bu âyetlerin te'vilini açıkça yapmış ve onlardan mücmel olanlarının anlamlarından herhangi birisini kat'î olarak tayin etmeksizin, dilde açıklanması mümkün olan açıklama yolunu izlemişlerdir.

4- Hazret-i Ömer'in Sabîğ'a uyguladığı gibi, ileri derecede te'dib hükmü verilen haller. Ebû Bekr el-Enbarî der ki: Selefin ileri gelenleri, Kur'ân-ı Kerîm'deki müşkil manaların tefsiri hakkında soru soranları cezalandırırlardı. Çünkü soru soran, eğer bu soruyu sormakla bir bid'ati yerleştirmek yahut fitneyi körüklemeyi arzu ediyorsa, tepki görmeye ve büyük bir şekilde tazir edilmeye lâyık bir kimsedir.

Şayet maksadı bu değil ise, işlediği bu günah dolayısıyla kınanmayı hak etmiş bir kimse demektir. Çünkü o dönemde Kur'ân-ı Kerîm'in indiriliş maksatlarından ve te'vilin hakikatlerinden tahrif edilmesi yolunda zayıf müslümanları şüpheye düşürmek ve saptırmak maksadını gütmeleri için inkarcı münafıklara bir yol icad etmiş oluyordu. Bu kabilden olanlara bir örnek. İsmail b. İshak el-Kadî'nin bize naklettiği şu haberdir. İsmail dedi ki: Bize Süleyman b. Harb bildirdi. Süleyman Hammâd b. Zeyd'den, o Yezid b. Hâzim'den, o Süleyman b. Yesâr'dan naklettiğine göre; Sabîğ b. İsi Medine'ye geldi. Kur'ân-ı Kerîm'in müteşâbih âyetine ve bazı şeylere dair sorular sormaya koyuldu. Ömer (radıyallahü anh) durumdan haberdar olunca arkasından birisini gönderip huzuruna çağırttı.

Önceden de ona kuru hurma dallarından bir miktar hazırlamış bulunuyordu. Huzuruna gelince Hazret-i Ömer ona: Sen kimsin dedi. O da: Ben Allah'ın kulu Sabîğ'im dedi. Hazret-i Ömer de: Ben de Allah'ın kulu Ömer'im, dedikten sonra elindeki kuru hurma dalını alıp üzerine yürüdü ve kafasını yaraladı. Kanı yüzüne akıncaya kadar vurmaya devam etti. Daha sonra Sabîğ: Bu kadarı yeter ey mü’minlerin emiri, dedi. Allah'a yemin ederim, daha önce kafamdaki rahatsızlıkların hepsi gitmiş bulunuyor.

Sabîğ'in te'dibine dair rivâyetler arasında farklılıklar vardır. Bu rivâyetlerden ez-Zâriyât Sûresi'nde söz edilecektir. Daha sonra yüce Allah Sabîğ'a tevbe etme ilhamını vermiş, tevbeyi kalbine yerleştirmiş olduğundan tevbe etti ve güzel bir şekilde tevbesinde sebat gösterdi.

Yüce Allah'ın:

"Fitne çıkarmak" âyetinin anlamı da şudur: Yani şüphe uyandırmak arzusu, mü’minlerin, işin içerisinden çıkamayarak aralarının bozulmasını istemeleri ve herkesin kendi sapık görüşlerine dönmesini sağlamaları demektir.

Ebû İshak ez-Zeccâc der ki: "Ve teviline yeltenmek için" âyetinin anlamı şudur: Bu gibi kimseler öldükten sonra diriltilmelerinin ve kendilerine hayat verilmesinin açıklanmasını istediler. Yüce Allah da bunun te'vilini (gerçekleşeceği vakti) ve zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini onlara bildirdi. Ebû İshak der ki: Buna delil de yüce Allah'ın şu âyetidir:

"Onlar onun te'vilinden başkasını mı bekliyorlar. Onun tevilinin geleceği gün" yani onlara vadolunan öldükten sonra diriliş, amel defterlerinin verilmesi ve azap gibi kendilerine vadolunan şeyleri görecekleri için

"evvelce onu unutanlar:

«Gerçekten Rabbimizin peygamberleri bize hakkı getirmişlerdi» diyeceklerdir." (el-A'raf, 7/53) Yani bizler peygamberlerin önceden haber vermiş oldukları şeylerin te'vilini (akıbetini) görmüş bulunuyoruz.

(Ebû İshâk devamla) der ki: Yüce Allah'ın:

"Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde vakıf yapılır. Yani öldükten sonra dirilişin vaktini Allah'tan başka kimse bilemez demektir.

7- Te'vili Bilenler ve Tevilin Mahiyeti:

Yüce Allah'ın:

"Halbuki onun gerçek tev'ilini ancak Allah bilir" âyeti ile ilgili olarak şöyle denilmektedir. Aralarında Huyey b. Ahtab'ın da bulunduğu yahudilerden bir topluluk, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna girerek şöyle dediler: Bize ulaştığına göre sana "Elif, Lâm, Mîm" âyeti nazil olmuştur. Eğer sen bu söylediklerini doğru söylüyor isen, senin ümmetinin mülkü ancak yetmişbir yıl olacaktır. Çünkü Elif Cümmel (Ebced) hesabına göre bir, Lâm otuz, Mim de kırka tekabül eder. Bunun üzerine yüce Allah'ın:

"Halbuki onun gerçek te'vilini yalnızca Allah bilir" âyeti nazil oldu. Buna göre burada te'vil, tefsir anlamına gelir. Bu kelimenin te'vili şudur demek gibi. Ve işin sonunda evi edeceği (akıbeti) anlamına gelir. Bu kelimenin iştikakı ise İş sonunda şuna vardı, ifadesindeki köktendir, demek olur. Te'vil ettim, ise onu bu hale getirdim, demektir. Kimi fakihler bunu tarif ederek şöyle demişlerdir:

Te'vil, lâfzın dışında kalan bir delile dayanarak lafızda kastedilen ihtimali açığa çıkarmaktır. Tefsir ise lâfzın beyan edilmesidir. "Onda rayb yoktur" yani şüphe yoktur; şeklindeki açıklama buna örnektir. Tefsirin aslı ise beyan etmektir. Bunu ifade etmek üzere:şekli kullanılır.

Te'vil ise anlamın beyan edilmesidir. Mü’minler tarafından onun hakkında şüphe sözkonusu değildir, ifadesinde olduğu gibi. Yahut o bizatihi hakkın kendisidir ve bizatihi şüpheyi kabil değildir. Şüphe ancak şüphe edenin bir niteliği olabilir; şeklindeki açıklama da buna örnektir. İbn Abbâs'ın ced (dede) hakkında: O da babadır, demesi de böyledir. Çünkü o, yüce Allah'ın:

"Ey Âdemoğulları" âyetini te'vil ederek bu hükme varmıştır.

8- İlimde Derinleşmiş Olanlar:

Yüce Allah'ın:

"İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti ile ilgili olarak; bu, önceki buyruklarla ilişkisi olmayan yeni bir söz başlangıcı mıdır, yoksa önceki âyete atfedilmiş ve buna göre burdaki "vav" cem için mi kullanılmıştır hususunda ilim adamları farklı görüşlere sahiptirler.

Çoğunluğun kabul ettiği görüşe göre; kendisinden önceki âyetlerden ayrı, yeni bir cümle başıdır ve ifade daha önce yüce Allah'ın:

"Onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyetinde tamamlanmıştır. İbn Ömer, İbn Abbâs, Âişe, Urve b. ez-Zübeyr, Ömer b. Abdulaziz ve başkalarının görüşü budur. el-Kisaî, el-Ahfeş, el-Ferrâ', Ebû Ubeyd ve başkaları da bu görüştedir.

Ebû Nehîk el-Esedî de der ki: Sizler bu âyet-i kerimeyi vasl ile (durak yapmaksızın) okuyorsunuz. Halbuki bu kelime kat' ile okunmalıdır. İlimde derinlik sahibi olanların bilgilerinin vardığı son nokta ise onların: "Biz O'na îman ettik, hepsi Rabbimizin katındandır" sözleridir.

Ömer b. Abdulaziz de buna benzer bir söz söylemiştir. Taberî buna yakın bir ifadeyi Yûnus'tan, o Eşheb'den o da Mâlik b. Enes'ten rivâyet etmiştir. Buna göre "derler" âyeti derinleşmiş olanlar âyetinin haberidir. el-Hattabî der ki: Şanı yüce Allah, kendisine îman edip içindekileri tasdik etmemizi emrettiği Kitabının âyetlerini muhkem ve müteşâbih olmak üzere iki kısım halinde indirmiştir. Aziz ve celil olan Allah işte şöyle buyurmaktadır:

"Sana Kitabı indiren O'dur, onun bazı âyetleri muhkemdir, onlar kitabın anasıdır. Diğer bir kısmı da müteşâbihlerdir... Hepsi Rabbinizin katındandır." Burada yüce Allah kitabının müteşâbih olanına dair bilgisini kendisine tahsis ettiğini ve O'ndan başka hiçbir kimsenin onun te'vilini bilemeyeceğini haber vermekte, daha sonra aziz ve celil olan Allah, ilimde derinleşmiş olanların: Biz O'na îman ettik, şeklindeki sözlerini naklederek onlardan övgüyle söz etmektedir. Şayet onların îmanları sahih olmasaydı, ondan dolayı öğülmeye lâyık olmazlardı.

İlim adamlarının çoğunluğunun görüşüne göre bu âyet-i kerimede tam vakıf yüce Allah'ın:

"Halbuki onun gerçek te'vilini ancak Allah bilir" âyeti üzerinde olduğu ve bundan sonraki âyetlerin ise yeni bir söz başlangıcı olduğu şeklindedir. Bundan sonraki âyet ise: İlimde derinleşmiş olanlar: Biz ona îman ettik... derler" âyetidir. Bu, İbn Mes'ûd'dan, Ubey b. Ka'b, İbn Abbâs ve Hazret-i Âişe'den de rivâyet edilmiştir. Ancak Mücâhid'den: "İlimde derinleşmiş olanlar"ı kendisinden önceki âyete nesak atfı yaptığı ve derinleşmiş olanların te'vili bildiklerini iddia ettiği de rivâyet edilmiştir. Bu görüşün lehine kimi dilcileri de delil göstererek: Bunun: "İlimde derinleşmiş olanlar da bunu bilirler ve îman ettik... diyerek.." şeklindedir, der ve "derler" kelimesinin hal olmak üzere nasb mahallinde olduğunu iddia ederler. Ancak dilcilerin büyük çoğunluğu bu açıklamayı reddeder ve uzak bir ihtimal olarak görürler. Çünkü Araplar hem fiili, hem de mef'ûlu bir arada hazf etmezler. Hali ise fiil açıkça söylenmedikçe de zikretmezler. Eğer fiil açıkça söylenmemiş ise, hal de sözkonusu değildir. Şayet böyle birşey mümkün olsaydı "Abdullah binerek geldi" anlamında "Abdullah binerek" demek mümkün olurdu. Böyle birşeyin mümkün olması ise, ancak fiilin zikredilmesiyle birlikte olur. Kişinin: "Abdullah konuşur ve insanların arasını ıslah eder" demesi gibi. Burada "ıslah eder" ifadesi Abdullah'ın halini bildirir. Nitekim şair -ki bunu Ebû Ömer: Ebû'l-Abbas Sa'leb şu beyiti okudu, diyerek bana okumuştur şu sözleri söyler:

"Ben orada oldukça kızgın ve kısa bacaklı, yüksek hörgüçlü bir deveyi saldım;

Yürürken kısadır, otururken uzun görülür."

Yani yürürken boyu kısadır, demektir.

O halde; nahivcilerin de konu ile ilgili görüşleriyle desteklemelerinin yanında ilim adamlarının genelinin görüşü, yalnızca Mücâhid'in bu konudaki görüşünden daha uygundur.

Aynı şekilde şanı yüce Allah'ın, mahlukatından nefyedip kendisi hakkında tesbit ettiği bir şeyde, daha sonraları ortağının olması mümkün değildir. Nitekim yüce Allah'ın şu âyetine bakalım:

"De ki: Göklerle yerde olan gaybı Allah'tan başka kimse bilmez." (en-Neml, 27/65);

"Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187);

"Onun Vechi (zatı) dışında herşeyyok olacaktır" (el-Kasas, 28/88). İşte bütün bunlara dair bilgiyi şanı yüce Allah, yalnız kendisine tahsis etmiştir. Bunlarda kendisinden başkasını ortak etmez. Yüce Allah'ın:

"Halbuki onun te'vilini ancak Allah bilir" âyeti de böyledir. Şayet:

"ilimde derinleşmiş olanlar" âyetindeki "vav," nesak atfı için olmuş olsaydı, yüce Allah'ın:

"Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinin herhangi bir anlamı olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Derim ki: Hattabî'nin naklettiği ve Mücâhid'den başkasının söylemediğini belirttiği söz ile ilgili olarak şunu ekleyelim: İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre:

"İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti aziz ve celil olan Allah’ın ismine atfedilmiştir ve bunlar da müteşâbihi bilenler arasında yeralıp onlar bu müteşâbihi bilmelerine rağmen: "Biz ona îman ettik" demektedirler. Ayrıca er-Rabî', Muhammed b. Ca'fer b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed ve başkaları da bu görüşü belirtmişlerdir. Bu te'vile göre "Derler" kelimesi "derinleşmiş olanlar" kelimesinin hali olmak üzere nasb durumundadır. Şairin şu beyitinde olduğu gibi:

"Ve rüzgar ağlıyor kederinden

Şimşek de bulutlar arasında çakıyor."

Bu beyitin iki anlama gelme ihtimali vardır. Burada "şimşek" kelimesi mübteda, "parıldıyor" kelimesi de haber olabilir. -Birinci te'vile göre- Böylelikle önceki ifadelerle alakası olmayan bir cümle olabilir. Diğer taraftan ("şimşek") "rüzgar" kelimesine atfedilip "parıldar" kelimesi hal durumunda olabilir. Bu da ikinci te'vile göre böyle olur ki, "parıldayarak" anlamına gelir. Yine bu görüşü ileri sürenler şanı yüce Allah'ın ilimde derinleşmiş olanları ilimde derinleşmiş olmakla övmüş olduğunu ileri sürerler. Cahilliklerine rağmen onları nasıl övmüş olabilir? Ayrıca İbn Abbâs da: "Ve ben onun te'vilini bilenlerdenim" demiştir.

Mücâhid de bu âyet-i kerimeyi okumuş ve: Ben de onun te'vilini bilenlerdenim, demiştir. Onun bu sözünü İmâmu'l-Harameyn Ebû'l-Mealî ondan nakletmiştir.

Derim ki: Bir takım ilim adamları bu görüşü de birinci görüşün kapsamında kabul ederek şöyle demişlerdir: Sözün tam olarak takdirî ifadesi "Allah nezdindedir" şeklindedir. Yani onun anlamı Allah nezdindedir ve onun te'vilini ancak Allah bilir, ifadesi ise müteşâbihatın te'vilini ancak Allah bilir, şeklindedir. İlimde derinleşmiş olanlar ise, onu kısmen bilirler ve ona îman ettik. Hepsi Rabbimizdendir, derler. Onların buna dair bilgileri ise, muhkemde yer alan deliller ve müteşâbihatın muhkem âyetlere havale edilerek açıklanma imkânıdır. Onlar müteşâbihatın kısmen te'vilini bilip diğer bir kısmını bilemeyince: Biz hepsine îman ettik, hepsi Rabbimizdendir, derler. O'nun sâlih şeriatinden olup ilmimizin kuşatamadığı gizliliklerin bilgisi Rabbimiz nezdindedir.

Birisi kalkıp: Müteşâbihatın kısmen tefsiri, derinleşmiş olanlar için dahi içinden çıkılmaz bir hal almıştır. O kadar ki İbn Abbâs: Ben "evvâh" ve "ğislîn" kelimelerinin ne anlama geldiğini bilmiyorum, demiştir; diye sorarsa, ona şöyle cevap verilir:

Bunun böyle olması gerekmez. Çünkü İbn Abbâs daha sonra bunu öğrenmiş ve vakıf olduğu bilgiye uygun olarak tefsir etmiştir.

Bundan daha kesin bir cevap da şöyledir: Şanı yüce Allah, ilimde derinleşmiş olan hiçbir kimse bunu bilemez, dememiştir ki, böyle birşey sözkonusu olsun. Birisi bilmeyecek olursa bir diğeri bilebilir.

İbn Fûrek, ilimde derinleşmiş olanların te'vili bileceği görüşünü tercih eder ve bu hususta uzun uzun açıklamalarda bulunurdu. Hazret-i Peygamber'in İbn Abbâs'a: "Allah'ım! Onu dinde fakih kıl ve ona tevili öğret" şeklindeki sözünde bu hususa dair açıklama vardır. Bu Kitabının manalarını ona öğret anlamındadır. Buna göre yüce Allah'ın:

"İlimde derinleşmiş olanlar" âyeti üzerinde vakıf yapmak ile ilgili olarak hocamız Ebû'l-Abbas, Ahmed b. Ömer: Doğrusu da budur demiştir. Çünkü onların "ilimde derinleşmiş olanlar" diye adlandırılmaları Arap dilini anlayan herkesin bilmekte müsallallahü aleyhi ve sellemi olduğu muhkemden daha fazlasını bilmelerini gerektirmektedir. Eğer onlar herkesin bildiğinden başka birşey bilmiyor iseler onların derinlikleri nerede kalır? Fakat müteşâbih de türlü türlüdür. Kimisi hiçbir şekilde bilinemez. Ruhun durumu, Allahü teâlâ'nın gaybın bilgisini yalnızca kendisine ayırdığı Kıyâmet saatinin kopması gibi. Bu gibi şeylerin bilgisi İbn Abbâs'a da başkasına da verilmemiştir. İşte ileri gelen ilim adamları arasında: İlimde derinleşmiş olanlar müteşâbihi bilmezler, diyenlerin bu sözden kastettikleri bu tür müteşâbihtir. Dinde bazı şekillere ve Arap dilinde birtakım anlatım üslûplarına göre yorumlanması mümkün olan sözlere gelince, bunlar te'vil edilir ve doğru te'vili bilinebilir. Bununla olabilecek doğru olmayan birtakım te'vil ihtimalleri de izale edilebilir. Yüce Allah'ın Hazret-i Îsa hakkında

"Ve O, kendisinden bir ruhtur" (en-Nisâ, 4/171) âyeti ve benzerleri böyledir. Kendisine lutfedildiği kadarıyla bu kabilden pek çok şey bilmedikçe hiçbir kimseye râsih (ilimde derinleşmiş) ismi verilemez.

Müteşâbih, mensûh olan âyetlerdir, diyenlerin görüşlerine göre ise, râsih olanların te'vili bilmek (durumunda olanların) kapsamına sokulması mümkün olmakla birlikte, müteşâbih âyetlerin bu tür ile tahsis edilmeleri doğru olamaz.

Rusûh (derinleşmiş olmak); bir şeyde sebat bulmak demektir. Sabit olan herşeye râsih denilir. Bu kelime aslında cisimler hakkında kullanılır. Dağın sabit olması (rusûhu) ve ağacın yerde râsih olması gibi. Şair der ki:

"Kalbimde derin kök salmıştır Leylâ'nın sevgisi,

Belirtileri dahi değişiklik gösterme yi kabul etmiyor."

"Filanın kalbinde îman rasih oldu (iyiden iyiye yer etti)" denilir. Bazıları (Araplardan): söyleyişini naklederler ki, birikintinin suyunun yere geçmesi anlamını ifade eder. Bu tabiri İbnu'l-Fâris nakletmiştir. Buna göre bu kelime zıt anlamlı bir kelimedir.

(......) kelimeleri hep bir şeyin içerisinde sebat etmek, yerleşmek anlamını ifade eder.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ilimde derinleşmiş olanlar hakkında sorulunca şöyle buyurdu: "Yeminine bağlı kalan, diliyle doğru söz söyleyen, kalbi de dosdoğru olan kimsedir. "

Şanı yüce Allah:

"Biz sana bu Zikri (Kur'ân'ı) indirdik ki insanlara kendilerine ne indirildiğini açıkça anlatasın" (en-Nahl, 16/44) diye buyurmuşken, Kur'ân-ı Kerîm'de nasıl müteşâbih olabilir ve Allah Kur'ân'ın tümünü nasıl apaçık kılmamış olabilir? diye sorulursa şu cevap verilir:

Bundaki hikmet -Allahu a'lem- âlimlerin üstünlük ve faziletinin ortaya çıkmasıdır. Çünkü Kur'ân-ı Kerîm'in tümü açık seçik olsaydı âlim olanların olmayanlara üstünlüğü ortaya çıkmazdı. Herhangi bir kitap tasnif eden de böyle yapar. Kitabının bir kısmını açık, bir kısmını da müşkil (anlaşılması zor) şekilde yazar ve topluluk için bir yer bırakır. Çünkü varlığı, bulunması önemsiz ve basit olan bir şeyin güzelliği de az olur. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

9- Kur'ân Muhkemiyle Müteşâbihiyle Allah'tandır:

"Hepsi Rabbimizin katındandır" âyetinde, muhkemiyle müteşâbihiyle yüce Allah'ın Kitabına ait olan bir zamir vardır. İfadenin takdiri ise; onun tümü Rabbimizin katındandır, şeklindedir.

"Hepsi" kelimesi zamire delalet ettiğinden dolayı hazfedilmiştir. Çünkü bu kelime izafeti gerektiren bir sözdür.

Daha sonra yüce Allah:

"Ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alır" diye buyurmaktadır. Yani böyle bir sözü söyleyen îman eden, bilgisinin ulaştığı noktada duran ve müteşâbihin arkasından gitmeyi terkeden, ancak akıl sahibi olan bir kimsedir. Herşeyin "lübb"ü onun özü demektir. İşte bundan dolayı akla "lübb" ismi verilmiştir. Sahipleri" kelimesi ise kelimesinin çoğuludur.

7 ﴿