14Kadınlara, oğullara, kantar kantar altın ve gümüşe, salma atlara, develere ve ekinlere aşırı düşkünlük insanlara süslenip hoş gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimidir. Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir. Bu âyete dair açıklamalarımızı onbir başlık halinde sunacağız: 1- İnsanlara Güzel Gösterilen Şeyler: Yüce Allah'ın: "... süslenip hoş gösterildi" âyeti ile ilgili olarak ilim adamları süsleyip hoş gösterenin kim olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptir. Bir kesim der ki: Bunu süsleyip hoş gösteren Allah'tır. Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)'ın sözünün zahiri de budur. Bu sözü Buhârî nakletmektedir. Kur'ân-ı Kerîm'de de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz yeryüzünde ne varsa ona bir zinet kıldık." (el-Kehf, 18/7) Hazret-i Ömer: Şimdi ey Rabb, onu bize süslü gösterdiğin zaman (biz ne yapabiliriz)? deyince yüce Allah'ın: "De ki: Size bunlardan daha hayırlısını haber vereyim mi?" (bir sonraki âyet) âyeti nazil oldu. Bir diğer kesim ise; burada süslü gösteren şeytandır, demektedir. el-Hasen'in sözünün zahirinden anlaşılan budur. O: Bunu kim süslü gösterdi? Dünyayı onu yaratandan daha çok zemmeden kimse yoktur, demiştir. Yüce Allah'ın süslü göstermesi, ancak faydalanmak için varetmek, gerçek şekilde hazırlamak ve insanın mayasında bu gibi şeylere eğilimi yaratmak şeklinde olur. Şeytanın süslü göstermesi ise vesvese, aldatma, uygun olmayan yollardan dünyalık elde etmeyi güzel gösterme şeklindedir. Âyet-i kerîme her iki halde de bütün insanlara yeni bir öğüdün ifadesidir, demektir. Bunun muhtevasında da Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın çağdaşı olan yahudilere ve diğerlerine bir azar vardır. Cumhûr, meçhul fiil olarak: " Süslü gösterildi" şeklinde ve Aşırı düşkünlük" kelimesini merfu olarak okumuşlardır. ed-Dahhâk ve Mücâhid ise malum fiil şeklinde: " Süsledi" ve: Sevgisini" şeklinde mansub olarak okumuştur. kelimesindeki "he" harfinin fetha ile harekelenmesi, isim ve sıfattan ayırdetmek içindir. Şehevât; "şehvet" kelimesinin çoğuludur. Anlamı bilinen bir kelimedir. Arzulara uyup gitmek, insanı aşağılatır. Onlara itaat, bir helâk demektir. Müslim'in Sahih'inde: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır, ateş de arzu ve şehvetlerle kuşatılmıştır" denilmektedir. Bunu Enes, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan rivâyet etmiştir. Hadîs-i şerîfteki bu temsilin faydası şudur: Cennet ancak hoşa gitmeyen yollan aşmak ve bunlara katlanıp sabretmekle elde edilir. Cehenemden kurtulmak ise ancak arzu ve şehvetleri terkedip insanın bunlara karşı kendisini dizginlemesi ile mümkün olur. Yine Hazret-i Peygamber'den şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Cennetin yolu oldukça zordur ve yüksektir. Cehenneme giden yol ise son derece kolaydır ve toprağı yumuşaktır. " İşte Hazret-i Peygamber'in: "Cennet hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem de arzularla kuşatılmıştır" hadisinin manası da budur. Yani cennetin yolu zordur ve tepelerden daha yüksek olan zorlu yerleri vardır. Cehenneme giden yol ise kolaydır. Zorluğu yoktur. Bunda herhangi bir tehlike ve sıkıntıya sebep olacak birşey yoktur. Hazret-i Peygamber'in: "Toprağı yumuşaktır" âyetinin anlamı da budur: Yüce Allah: "Kadınlara" âyetinde, insanların nefisleri onlara çokça arzu duyduğundan önce kadınları sözkonusu ederek başladı. Çünkü kadınlar, şeytanın attığı kementler ve erkeklerin fitneye düşmelerine sebeptir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Benden sonra erkekler için kadınlardan daha çetin bir fitne terketmiş değilim." Hadisi Buhârî ve Müslim rivâyet etmiştir. Kadın fitnesi herşeyden daha çetin ve zorlu bir fitnedir. Denilir ki: Kadınlarda iki fitne vardır. Çocuklarda ise tek bir fitne vardır. Kadınlardaki fitnenin birisi, akrabalık bağlarını kesmeye götürür. Çünkü kadın kocasına annelerle, kızkardeşlerle bağı kesmeyi emreder. İkinci fitne ise helâl, harama bakmaksızın mal toplama fitnesidir. Oğullara gelince onlardaki fitne bir tanedir. O da onlar için mal toplama tutkusudur. Abdullah b. Mes'ûd'un rivâyetine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kadınlarınızı yüksek odalarda iskân etmeyiniz ve onlara yazı yazmayı öğretmeyiniz." Bu şekilde Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) erkekleri bundan sakındırmış olmaktadır. Çünkü onların yüksek yerlerde iskân ettirilmeleri dolayısıyla erkekleri görmeleri sözkonusudur. Bu ise onları himaye etmek ve onları setretmek değildir. Çünkü kimi zaman erkekleri görüp de bundan dolayı fitne ve bela sözkonusu olabilir. Diğer taraftan kadınlar erkekten yaratılmışlardır. O bakımdan kadının bütün derdi, erkektir. Erkek ise şehvet ile birlikte yaratılmıştır. Kadın da erkeğin sükûn bulduğu bir varlık kılınmıştır. Bu sebeble onlardan birine öteki hakkında güven duyulamaz. Onlara yazı yazmayı öğretmekte de böyle bir fitne, daha da ileri derecede sözkonusudur. eş-Şihâb'ın Kitabında Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın: "Kadınlara (gereğinden çok) elbise almayınız ki, evlerinden dışarıya çıkmasınlar." diye buyurmaktadır. İşte bundan dolayı insan bu dönemlerde eğer (evlenmeden) duramıyor ise dininin zarar görmemesi için dindar kadını araştırmalıdır. Nitekim Hazret-i Peygamber de: "Elleri toprakla dolasıca, sen dindar olan kadını seç" diye buyurmaktadır. Bu hadisi Müslim Ebû Hüreyre'den rivâyet etmiştir. İbn Mâce'nin Sünne'inde de Abdullah b. Ömer'in şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Güzellikleri dolayısıyla kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü onların güzellikleri onları aşağılatabilir. Malları dolayısıyla da kadınlarla evlenmeyiniz. Çünkü malları onları azdırabilir. Fakat dinleri dolayısıyla onlarla evleniniz. Şüphesiz burnu delik, siyah fakat dindar bir cariye daha faziletlidir. " Yüce Allah'ın: "Oğullara" âyeti önceki âyete atfedilmiştir. Oğullar (anlamına gelen: el-benin) kelimesinin tekili: "ibn"dir. Yüce Allah, Hazret-i Nûh'tan haber vererek: "Şüphesiz benim oğlum benim aile halkımdandır" (Hud, 11/45) diye niyaz ettiğini bildirmektedir. Küçültme ismi de -Hazret-i Lukman'ın söylediği gibi- "büney" şeklindedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın Eş'as b. Kays'a şöyle dediği nakledilmektedir: "Hamza'nın kızından bir oğlun var mı?" O: Evet ondan bir oğlum var; fakat onun yerine Cebeleoğullarından geri kalanlara yedirebileceğim bir tencere yemeğim olmasını tercih ederdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Sen böyle desen dahi şüphesiz ki onlar, kalbin meyvesidir. Gözün aydınlığıdır. Bununla birlikte onlar (ölüm tehlikesine atılmaya karşı) insanı korkutur, cimriliğe iter, üzüntü ve kedere sebep olurlar. " el-Kenâtîr kelimesi "kıntâr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim yüce Allah: "Ve öbürüne kıntârla (mehir) vermiş olsanız..." (en-Nisâ, 4/20) diye buyurmaktadır. Kıntar ise oldukça büyük ölçüde bağlanıp düğümlenmiş mal demektir. Rıtıl ve rubu' gibi ağırlık ölçüsü olarak kullanılan şeyin ismi olduğu da söylenmiştir. Bu kadar ağırlığa ulaşan şeye de bu bir kıntardır, yani bir kıntara denk ağırlıktadır, denilir. Araplar bir kişinin malı kıntar ağırlığını bulduğu takdirde: derler. ez-Zeccâc der ki: Kıntar kelimesi, birşeyin bağlanıp düğümlenmesinden ve sağlam hale getirilmesinden alınmıştır. Araplar birşeyi sağlam olarak yapan kimseye: O şeyi sağlam yaptın, derler. İşte köprüye "el-kantara" denilmesinin sebebi de bu şekilde sağlam yapılışından dolayıdır. Tarafe der ki: (Devem) Rumlardan birinin muhkem yapmak ve her tarafını Tuğlalarla pekiştirmek üzere yemin ettiği bir köprü (kantara) gibidir." Kantara üstüne düğüm atılmış demektir. Âdeta kantar düğümlenmiş bir mal gibi kabul edilir. İlim adamları kıntâr'ın miktarını tesbit etmekte çok farklı görüşlere sahiptirler. Ubey b. Ka'b, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: "Bir kıntar binikiyüz ukıyyedir." Muaz b. Cebel, Abdullah b. Ömer, Ebû Hüreyre ve ilim adamlarından birçok grup da bu görüştedir. İbn Atiyye der ki: Bu konudaki görüşlerin en sahih olanı budur. Fakat Kıntar, buna göre ukıyye'nin miktarının bölgelerdeki farklılığına göre farklılık gösterir. Kıntâr'ın on iki bin ukıyye olduğu da söylenmiştir. Bunu senediyle el-Büstî, Sahih Müsned'inde Ebû Hüreyre'den rivâyetle kaydetmektedir. Buna göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Kıntar onikibin ukiyyedir. Bir ukıyye ise sema ile arz arasındakilerden hayırlıdır." Ebû Hüreyre bu görüşü de benimsemiştir. Ebû Muhammed ed-Dârimî'nin Müsned'inde Ebû Said el-Hudrî'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: "Her kim bir gecede on âyet okursa o zikredenlerden diye yazılır. Her kim yüz âyet okursa kânitlerden yazılır, her kim beşyüz ile bin âyet okursa bir kıntar ecir almış olarak sabahı eder." Kıntar nedir? diye sorulunca: "Bir öküzün derisini dolduracak kadar altındır" diye cevap verdi. Bu hadis mevkuftur. Ebû'n-Nadra el-Abdi de bu görüştedir. İbn Sîde, Süryanicede de böyle söylendiğini zikretmektedir. en-Nekkaş, İbnu'l-Kelbî'den, bu kelimenin Rumcada böyle söylendiğini nakletmekdedir. İbn Abbâs, ed-Dahhak ve el-Hasen der ki: (Kıntar) bin ikiyüz miskal gümüştür. el-Hasen bunu merfu' olarak zikreder. İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre kıntar onikibin dirhem gümüştür. Altın olarak ise bin dinardır. Yani müslüman bir erkeğin diyeti kadardır. el-Hasen ve ed-Dahhâk'tan da bu görüş rivâyet edilmiştir. Said b. el-Müseyyeb, bir kıntar seksenbin (dirhem)dir, derken; Katâde kıntar yüz rıtıl altın yahut seksenbin dirhem gümüştür. Ebû Hamza es-Sumâlî ise der ki: Kıntar, Afrika ve Endülüs'te altın veya gümüşten sekiz bin miskaldır. es-Süddî, dörtbin miskaldir, derken; Mücâhid yetmişbin miskaldir, demektedir. Bu görüş, İbn Ömer'den de rivâyet edilmiştir. Mekkî'nin naklettiği bir görüşe göre kıntar, altın veya gümüş olsun kırk bin ukıyyedir. İbn Side, el-Muhkem adlı eserinde de bunu belirtmektedir. Devamla der ki: Kıntar berberîcede bin miskal demektir. er-Rabi' b. Enes ise der ki: Kıntar üstüste yığılmış pek çok mal demektir. Araplarca bilinen anlamı da budur. Yüce Allah'ın: "Ve onlardan birisine bir kıntar vermiş olsanız dahi" (en-Nisâ, 4/20) âyeti de böyledir. Yani ona pek çok mal verdiyseniz, demektir. Hadîs-i şerîfteki kıntar da bu anlamdadır: "Şüphesiz Safvan b. Umeyye cahiliyye döneminde kantar kantar mal biriktirdi. Babası da öylece kantar kantar biriktirdi." Yani onu kantar kadar malı oldu demektir. el-Hakem'den nakledildiğine göre kıntar yer ile gök arasıdır. "el-Mukantara" kelimesinin anlamı hakkında da ilim adamlarının farklı görüşleri vardır Taberî ve başkaları der ki: Bu kat kat katlanmış demektir. Âdeta kantarlar üç, mukantara da dokuz kantar ifade ediyor gibidir. el-Ferrâ''dan şöyle dediği rivâyet edilmektedir: el-Kanâtîr kelimesi kıntar'ın çoğuludur. el-Mukantara ise çoğulun da çoğuludur. O takdirde el-Mukantara dokuz kanâtîra eşit olur. es-Süddî der ki: el-Mukantara dinar yahut dirhem oluncaya kadar sikke haline getirilmiş olan maldır. Mekkî de el-Mukantara tamamlanmış anlamındadır der. Bunu el-Herevî de nakletmiştir. Nitekim: da denilmektedir. Kimi (dilciler) der ki: İşte yapının üstüste gelmesi dolayısıyla binalara "el-kantara" denilmesi bundandır. İbn Keysan ve el-Ferrâ' der ki: Mukantara, dokuz kıntardan daha aşağı olamaz. Yine denildiğine göre; mukantara malın hazır olduğuna ve mevcud olduğuna bir işarettir. el-Büstî'nin Sahih'inde Abdullah b. Ömer'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmektedir: "Her kim on âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa gafillerden yazılmaz. Her kim yüz âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa kanitlerden yazılır. Her kim bin âyet-i kerîme okuyarak namaz kılarsa mukantirlerden (yani kantar kantar sevaba nail olanlardan) diye yazılır. " Yüce Allah'ın: "Altın ve gümüşe" âyetindeki "altın" kelimesi (ez-zeheb) müennestir. O bakımdan: Güzel altın" denilir. Çoğulu ise; ...diye gelir. Bunun kelimesinin çoğulu olması da mümkündür. O vakit bu diye çoğul yapılır. Filan kişi güzel bir yolda gitti, demektir. Yine "zeheb" kelimesi Yemen halkı için bir ölçektir. Bir kişi altın madenini görüp dehşete kapıldığı vakit: denilir. Gümüş (fıdda)ün ne demek olduğu da bilinen birşeydir. Çoğulu şeklinde gelir. Buna göre (altın anlamına gelen) zeheb kelimesi gitmek anlamına gelen dan alınmadır. (Gümüş anlamına gelen); fıdda kelimesi ise dağılan birşey hakkında kullanılan dan alınmadır. Ben topluluğu dağıttım, onlar da dağıldılar, tabiri de buradan gelmektedir. İşte bu iki kelimenin türedikleri köklerin bunlar olması, bunların geçici oldukları ve sabit olmadıkları hissini vermektedir. Nitekim görülen de budur. Bu anlamı ifade etmek üzere söylenen sözlerin en güzeli bir şairin şu beyitleridir: "Son söylediğin dinar işte ateştir Şu geçip giden dirhemin sonu ise kederdir İkisi arasında kişi evet, takva sahibi olursa Keder ile ateş arasında kalbi muazzebdir." Yüce Allah'ın: "Atlara" âyeti müennestir. İbn Keysân der ki: Bana Ebû Ubeyde'den şöyle dediği nakledildi: "el-Hayl: Atlar" kelimesinin tekili "hâil" şeklindedir. " (Kuş anlamına gelen) tâir ve tayr" ile "(koyun anlamına gelen) dâin ve dayn" kelimeleri gibi. Bir diğer ismi "el-feres" olan "el-hayl"e bu adın veriliş sebebi, yürüyüşünde böbürlenmesidir (böbürlenmek demek olan ihtiyâl ile aynı kökten). Başkaları ise şöyle demektedir: Bu aynı kökten tekili olmayan çoğul isimdir. Tekili ise "feres"tir. Nitekim kavm, raht, nisa, ibil ve benzeri kelimeler de böyledir. Hazret-i Ali'den nakledilen haberde Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu belirtilmektedir: "Şüphesiz Allah atı rüzgardan yarattı. Bundan dolayı onu kanatsız olduğu halde uçucu kıldı." Vehb b. Münebbih der ki: Allah, atı güney rüzgarından yarattı. Yine Vehb der ki: Sahibinin getirdiği ne kadar teşbih, tekbir ve tehlil varsa mutlaka o at onu işitir ve onun gibisini söyleyerek ona cevap verir. Atlara ve onların nitelikleri el-Enfâl Sûresi'nde (8/60. âyette) gelecektir. Haberde nakledildiğine göre Allah, Âdem'e bütün hayvanları arzetti. Ona bunlardan tek bir tanesini seç denildi, o da atı seçti. Ona; kendin için güç kaynağı olan bir şeyi seçtin, denildi. Bu bakımdan ata "el-hayr: hayır" ismi verilmiş oldu. Diğer taraftan ata "hayl" adının veriliş sebebi ise, onda aziz olma alametinin bulunuşudur. Atâ binen bir kimse, Allahü teâlâ'nın bunu kendisine bağışlaması sebebi ile azizlik duygusunu duyar, yüce Allah'ın düşmanlarına karşı da böbürlenir. Atâ "feras" adının veriliş sebebi, aslanın avının üzerine atılması gibi, ileri atılarak mesafeleri katetmesidir. O bu uzaklıkları âdeta birşeyi elleriyle yakalayıp tüketircesine katetmektedir. Atâ "arabî" adının veriliş sebebi, Hazret-i Âdem'den sonra Hazret-i İsmail'e Beytullah'ın temellerini yükseltmesine mükâfat olarak verilmiş olmasıdır. Hazret-i İsmail de araptır. Böylelikle bu Hazret-i İsmail'e yüce Allah tarafından verilmiş bir nimet ve bağış oldu. Ondan dolayı da ata "arabî" ismi verildi. Hadîs-i şerîfte de Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğu rivâyet edilmiştir: "İçinde atîk bir atın bulunduğu eve şeytan girmez." Ona "atîk" deniliş sebebi ise, dişi aygırdan ve Arap attan doğmamış olması (yani erkeği de dişisi de Arap at olmasıdır). Hazret-i Peygamber de şöyle buyurmuştur: "Atların hayırlısı siyah, alnında beyazlık, burnu ve üst dudağı beyaz olandır. Bundan sonra ise yine alnında beyazlık olup da dört ayağı da bileklerine kadar beyaz olandır. Sonra üç ayağı beyaz olup ön sağ ayağı vücudunun renginden olandır. Şayet siyah olmazsa siyah ile kırmızı arası rengi olup da bu şekilde benekleri olan at gelir." Bu hadisi Tirmizî, Ebû Katâde'den rivâyet etmiştir. Dârimî'nin Müsned'inde yine Ebû Katâde'den rivâyete göre adamın birisi: Ey Allah'ın Rasûlü demiş, ben bir at almak istiyorum, hangisini alayım. Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Sen siyah renkli, alnında beyazlık bulunan, üç ayağı bileklerine kadar beyaz olup sağ (ön) ayağı beyaz olmayan veya bu şekilde rengi siyah ile kırmızı arası olan bir at al ki, hem ganimet elde edersin, hem de esenliğe kavuşursun." Nesâî de Enes'ten şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) kadınlardan sonra atlardan fazla birşeyi sevmezdi. Hadis İmâmları Ebû Hüreyre'den Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "At üç türlüdür. Bir adam için ecre sebeptir, bir adam için örtüdür, bir adam için de vebaldir." Hadis uzuncadır. Hadisin yaygınlığı onun tamamını zikretmeye ihtiyaç bırakmamaktadır.' İleride Enfâl Sûresi (8/60) ile Nahl Sûresi (16/8. âyet)de yüce Allah'ın izniyle atlara dair hükümlerden yeteri kadar söz edilecektir. Yüce Allah'ın: "Nişanlı atlar" âyetinden kasıt, Saîd b. Cübeyr'e göre otlak ve meralarda yayılan atlar demektir. Çünkü bu şekilde yayılan hayvan ve koyunlara "sâime" denilir. (Nişanlı atlar diye meali verilen: el-müsevveme ile aynı kökten). Yine bu maksatla salınan hayvan hakkında denilir. salıverilen hayvanı anlatmak için kullanılır. İbn Mâce'nin Sünen'inde Hazret-i Ali'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) güneşin doğuşundan önce hayvanların (develerin) otlaklara salınmasını (sevm) ve süt veren hayvanların kesilmesini yasaklamıştır. Burada "es-sevm" kelimesi otlamak üzere salmak anlamındadır. Yüce Allah da: "Ve içinde (hayvanlarınızı) yaymakta olduğunuz (ot ve) ağaç(lar) bundandır" (en-Nahl, 16/10) diye buyurmaktadır. el-Ahtal der ki: "İbn Bez'a'nın (Husayn ez-Zühlî'nin kardeşi Şeddâd b. el-Münzir) yahut da onun gibi diğerinin (bununla da Havşeb b. Rüeym'i kastediyor) misali; Senin için daha uygundur! Ey develeri otlatan (deve çobanın)ın oğlu!" Otlayan her bir davara da: "es-sevâm" denilir. Bir görüşe göre burada "nişanlı atlar"dan kasıt, cihâd için hazırlanmış olan atlardır. Bu açıklamayı İbn Zeyd yapmıştır. Mücâhid der ki: Salma atlar demek, semiz ve güzel atlar demektir. İkrime der ki: Salma atlar'dan kasıt, güzelliğin gözkamaştırıcı hale getirdiği atlar demektir. en-Nehhâs da bu açıklamayı tercih etmiştir ki; bu da Gözalıcı adam, ifadesinden alınmadır. İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmektedir. el-Müsevveme, alamet demek olan sîmâ kelimesinden gelmekte olup atların yüzlerine alamet vurmak demektir. el-Kisâî ve Ebû Ubeyde'nin görüşü budur. Derim ki: Lâfzın bütün bu anlamlara gelmesi muhtemeldir. O halde "salma atlar"dan kasıt otlaklarda yayılan, diğerlerinden ayırdedilmeleri için nişanlanmış, güzel ve (cihad için) hazırlanmış atlar demektir. Ebû Zeyd der ki: Bunun aslı atın üzerinde vücudunun diğer bölgelerinden farklı olacak şekilde bir yün parçası veya bir alamet koymaktır. Bu da o atların meralarda diğerlerinden ayrılması için yapılır. Dilci İbn Faris, Mücmel adlı eserinde der ki: el-Müsevveme, eyer takımları üzerinde olduğu halde salınan atlar demektir. el-Muerric (Ebû Feyd Amr b. el-Haris es-Sedusî Basralı nahiv bilgini) der ki: Müsevveme'den kasıt, dağlanarak nişanlanmış atlar demektir. el-Muberred ise her tarafta bulunup tanınan anlamındadır der. İbn Keysan ise, ablak atlar demektir, der. Hepsinin de "sima" kelimesine yakın bir anlamı vardır. er-Rabia der ki: "Ve eğiltilerek zayıflatılmış, ok gibi alâmetti (müsevvemât) atlar ki; Üzerlerinde cinleri andıran bir topluluk vardır." Yüce Allah'ın: "Davarlara" âyeti ile ilgili olarak İbn Keysân der ki: Eğer "neam" denilecek olursa, bununla yalnızca develer kastedilir. Şayet "en'âm" denilecek olursa, hem deve hem de otlayan bütün davarlar buna girer. el-Ferrâ' der ki: Bu kelime müzekker olup bunun müennesi yoktur. O bakımdan Araplar: "(.......): İşte bu, suya giden bir davardır" derler. Çoğulu ise en'âm şeklinde gelir. el-Herevî der ki: "en-neam" kelimesinin müzekkeri de gelir, müennesi de gelir, "el-en'âm" kelimesi deve, sığır ve koyun türünden davarları ifade etmek için kullanılır. Şayet "en-neam" denilecek olursa o takdirde özellikle deve kastedilir. Şair Hassan der ki: "Eskiden de böyleydi, halen de böyledir, orada bir tanıdık vardır Onun otlakları arasında alâmetti develeri var." İbn Mâce'nin Sünen'inde Urve el-Bârikî'den merfu olarak (Hazret-i Peygamber'den) şöyle dediği nakledilmektedir: "Develer sahipleri için bir güç kaynağıdır, koyunlar berekettir, hayır ise kıyâmet gününe kadar atların perçemlerinde düğümlenmiştir." Yine İbn Mâce'nin Sünen'inde İbn Ömer'den şöyle dediği rivâyet edilmektedir. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Koyun cennetin hayvanlarındandır." Yine orada Ebû Hüreyre'den şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) zenginlere koyun edinmelerini, fakirlere de tavuk edinmelerini emretti. Devamla buyurdu ki: "Eğer zenginler tavuk edinecek olurlarsa o takdirde Allah kasabaların helâk edilmelerine izin verir." Yine orada Um Hani'den rivâyete göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) kendisine şöyle demiştir: "Koyun edininiz, çünkü onda bereket vardır." Bu hadisi Ebû Bekr b. Ebî Şeybe'den, o Veki'den o Hişam b. Urve'den, o babasından o Um Hani'den rivâyet etmiştir ki, isnadı sahihtir. Yüce Allah'ın: "Ekinlere" âyetinde geçen "el-hars" kelimesi sürülen herşeyin adıdır. Bu kelime masdar olup ekine bu ad verilmiştir. Ekin kastı ile toprağı altüst eden kimse hakkında: denilir. O bakımdan "hirâse" ismi tahıl ekimi, bostan yapımı ve buna benzer diğer ziraat işleri hakkında kullanılır. Hadîs-i şerîfte: "Ebediyyen yaşayacakmış gibi dünyan için ekin ek" denilmektedir. Ekin ektim manasına denilir. Abdullah b. Mesud'dan gelen Hadîs-i şerîfte de: "Bu Kur'ân-ı Kerîm'i harsediniz" denilmektedir. Onu iyice tetkik ediniz, demektir. İbn Arabî der ki: Hars etmek, tetkik etmek, teftiş etmek demektir. Hadîs-i şerîfte: "En doğru isim ise el-Hâris'tir" denilmektedir. Çünkü haris kazanan demektir. Malın "ihtiras (peltek se ile) edilmesi" kazanılması demektir. "Milıras" ateş yakan "el-harâs" ise yayın kirişlerinin bağlandığı yerdir. Çoğulu da "ahrise"dir. Kişi dişi devesini zayıflattığı takdirde "ahrese" tabiri kullanılır. Hazret-i Muâviye yoluyla gelen hadiste şöyle sorduğu bildirilmektedir: "Su taşıyan develeriniz ne yaptı?" Onlar da: Bedir günü biz de onları biçtik, dediler. Ebû Ubeyd der ki: Bununla biz onları o günü zayıf ve güçsüz düşürdük, demek istemişlerdir. Buhârî'nin Sahih'inde Ebû Umâme el-Bâhilî'den -toprağı sürmek için bir demir ve yine toprak sürmek için bazı aletler gördüğünde- şöyle dediği nakledilmektedir: Ben Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ı şöyle buyururken dinledim: "Bu bir topluluğun evine girdimi, mutlaka o eve zillet girer." Denildiğine göre buradaki zillet'ten kasıt, yöneticilerin ve sultanların toprakla uğraşan kimselerden istedikleri arazideki haklardır. el-Mühelleb der ki: Hazret-i Peygamber'in bu Hadîs-i şerîfteki âyetinin anlamı -doğrusunu en iyi bilen Allah'tır- üstün hallere teşvik ve rızkı en şerefli sanatlar yoluyla talep etmektir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ümmetinin ziraatle uğraşarak Allah yolunda atlara binip cihad etmeyi zayi etmelerinden korkmuştur. Zira, çiftçilik ile uğraşacak olurlarsa, atların sırtına binmekle geçimlerini kazanan ve atlara binen diğer ümmetler onlara galip gelir. Böylelikle Hazret-i Peygamber onları araziyi imar etmek ve bu gibi yorucu mihnetlere meyledip onlarla uğraşmak suretiyle değil de cihad ile geçimlerini sağlamaya teşvik etmiştir. Nitekim Hazret-i Ömer'in şu sözlerine bakalım: "Zorlu ve haşin yaşayışa alışın. Yüklerinizi develerin sırtına vurun, atlara da bindikçe binin. Sakın deve çobanları bu konuda sizi mağlub etmesin." Bu sözleriyle atlardan uzaklaşmamalarını ve atlara binerek bedenleri eğitmelerini emretmektedir. Buhârî ve Müslim'de de Enes b. Mâlik'ten şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Bir müslüman bir ağaç diker yahut bir ekin eker de ondan bir kuş, bir insan veya bir hayvan yiyecek olursa mutlaka bu, onun için bir sadaka olur." İlim adamları der ki: Yüce Allah burada dört tür malı zikretmektedir. Bunların her birini bir sınıf insan mal edinir. Altın ve gümüşü ticaret erbabı kimseler mal edinir. Otlaklara salınan atları hükümdarlar mal edinir. Davarları, çölde yaşayanlar mal edinir. Ekini ise köy ve kasabalarda yaşayanlar mal edinirler. Böylelikle her bir sınıfın fitnesi mal edindiği bu tür ile olur. Kadın ve çocuklar ise herkes için fitne sebebidir. "Bunlar dünya hayatının geçimidir." Yani dünya hayatında kendileriyle yararlanılan sonra da geçip giden, kalıcılığı olmayan şeylerdir. Bu âyetle yüce Allah dünyaya karşı zâhid olmayı teşvik etmekte; âhirete de rağbeti artırmaktadır. İbn Mâce ve başkalarının Abdullah b. Ömer'den rivâyetlerine göre Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Dünya bir metadır. Dünya metaı arasında ise salih bir kadından daha üstün hiçbir şey yoktur. " Yine Hadîs-i şerîfte: "Dünyada zahid ol (dünyaya rağbetin olmasın) Allah seni sever." Yani dünya metaından olan ve zorunlu ihtiyaç fazlası olan mal ve makama rağbet etme. Hazret-i Peygamber bir diğer Hadîs-i şerîfte şöyle buyurmaktadır: "Âdemoğlunun şu hususlar dışında kalanlarda bir hakkı yoktur: Mesken olarak kullanacağı bir ev, avretini örtecek bir elbise ve kuru bir ekmek ile su." Bu hadisi Tirmizî el-Mikdam b. Madi Kerib'den rivâyet etmektedir. Sehl b. Abdullah'a soruldu: Kul dünyayı ve bütün arzularını kolaylıkla nasıl terkedebilir? O: Kendisine emrolunanlarla meşgul olarak, diye cevap verdi. 11- Güzel Akıbet Allah Nezdindedir: Yüce Allah'ın: "Oysa güzel dönüş yeri Allah nezdindedir" âyeti mübtedâ ve haberdir. Meâb; dönüş yeri demektir. Dönmeyi ifade etmek üzere denilir. İmruu’l-Kays der ki: "Her uzak yerde dolaştırılıp durdum, o kadar ki; Sonunda ganimet olarak dönüşe razı oldum." Bir diğer şair de şöyle demektedir: "Ayrılıp giden herkes geri döner Fakat ölüm ile ayrılan geri gelemez." kelimesinin aslı şeklindedir. Burada "vav"ın harekesi hemzeye kalbedilip, ibdal ile "vav" yerine "elif" getirilmiştir. "Mekaal" kelimesi gibi. . Âyet-i kerîme dünyalığın azlığını vurgulamak, onun önemsizliğini belirtmek, buna karşılık âhirette yüce Allah'a güzel bir şekilde dönmeye teşvik etmek anlamındadır. |
﴾ 14 ﴿