44Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir. Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye kâlemlerini atarlarken sen yanlarında değildin. Çekişirlerken de sen yanlarında bulunmadın. Bu âyete dair açıklamalarımızı dört başlık halinde sunacağız: Yüce Allah'ın: "Bunlar sana vahyetmekte olduğumuz gayb haberlerindendir" âyetinden kasıt şudur: Yani Zekeriyya, Yahya ve Meryem (hepsine selam olsun)'ın durumlarına dair sözünü ettiğimiz bu hususlar gayba dair haberlerdendir. "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyetinde de Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın peygamberliğine açık bir delil vardır. Çünkü Hazret-i Peygamber geçmişlerin kitaplarını okumamış olduğu halde, Hazret-i Zekeriyya ile Hazret-i Meryem'in kıssalarını indirdiği gibi; bunlara dair haberler vermiştir ve bu konuda kitap ehli de onu tasdik etmişlerdir. Yüce Allah'ın: "Sana vahyetmekte olduğumuz" âyeti ile "Bunlar" âyetine işarette bulunmuştur. İşte bu kelimenin müzekker gelmesinin sebebi de budur. Burada "vahyetmek"ten kasıt ise, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a risalet vermek demektir. Vahiy ise, ilham ile de olabilir, işaretle de olabilir, başka şekillerde de olabilir. Sözlükte bunun asıl anlamı birşeyi gizlice bildirmek demektir. İşte bundan dolayı ilham da vahiy diye adlandırılır olmuştur. Yüce Allah'ın şu âyetleri de bu kabildendir: "Hani Ben Havarilere vahyetmiş idim." (el-Maide, 5/111); "Ve Rabbin arıya vahyetti ki.." (en-Nahl, 16/68). "Havarilere vahyettim" âyetinin onlara emrettim, anlamına olduğu da söylenmiştir, ile aynı anlamda olup, "vahyetti" demektir, el-Accac der ki: "Ve ona karar bulmasını vahyetti, o da karar buldu.! Yani Allah arza karar bulmasını emretti, o da karar buldu. Hadîs-i şerîfte de "Sür'atlice, sür'atlice" denilmektedir. Bu kelimeden fiil ise; şeklinde gelir. İbn Faris der ki: Vahiy, işaret, yazmak ve haber göndermek (risalet) demektir. Senden başkasına bilmek üzere bıraktığın herşeye (vahy) denir. Nasıl olursa olsun. Vahiy aynı zamanda hızlı demektir. Sese de 'el-Vahâ' denilir. Onlara bağırdık, çağırdık anlamında (vahiy kökünden olmak üzere) “.....” denilir. 2- Hazret-i Meryem'in Himayesi: Yüce Allah'ın: ".... sen yanlarında değildin" yani ya Muhammed, sen onların bulundukları yerde, huzurlarında bulunmuyordun, demektir. "Kâlemlerini atarlarken." Kalem kelimesi birşeyi kesmek anlamına gelen; (........)'dan gelmektedir. Bunun fal için kullandıkları oklar anlamına olduğu söylenmiştir. Kendileriyle Tevrat'ı yazdıkları kâlemleri olduğu da söylenmiştir, daha uygun açıklama şekli budur. Çünkü yüce Allah fal oklarını kullanmayı yasaklayarak: "Bu, bir fısktır" (el-Maide, 5/3) diye buyurmuştur. Şu kadar var ki, onların bu işi cahiliyye döneminde yaptıkları şekilden başka türlü ve başka maksatla yapmış olmaları da düşünülebilir. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye.." Hangisi onu büyütecek diye. Zekeriyya (aleyhisselâm): "Onu almaya en çok hak sahibi benim. Çünkü teyzesi benim yanımdadır" demişti. Meryem'in annesi olan Fâkûd kızı Hanne'nin kızkardeşi Fakud kızı Eşyi' onun hanımı idi. Sair İsrailoğulları ise: Hayır biz onu almaya daha hak sahibiyiz. Çünkü o bizim büyük ilim adamımızın kızıdır, demişlerdi. Bunun üzerine onu himayelerine almak üzere kur'a çektiler. Herkes kendi kalemini getirdi ve kâlemlerini akan suya atmaları, kimin kalemi durup da su onu akıntısıyla sürükleyerek götürmezse, o kimsenin Meryem'i yanına alacağı üzerinde ittifak ettiler. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Sair kâlemler suyun akıntısına kapılıp gitti, fakat Zekeriyya'nın kalemi üstte kaldı." Bu da Hazret-i Zekeriyya için bir mucize idi. Çünkü o bir peygamberdi ve onun eliyle mucizeler ortaya çıkardı. Başka açıklamalar da yapılmıştır. "Meryem'in bakımını hangisi üzerine alacak diye" âyeti mübtedâ ve haber olup sözün delâlet ettiği gizli fiil ile nasb mahallinde mübteda ve haberdir. İfadenin takdiri ise şöyledir: Meryem'i hangisi himayesine alacak diye bakıyorlardı. Burada fiilin: "Hangisi" kelimesinde amel etmeyişinin sebebi, istifham (soru) için oluşudur. 3- Kur'a Çekmenin Hukukî Değeri: Kimi ilim adamımız bu âyet-i kerimeyi Kur'ânın kabul edileceğine delil göstermiştir. Kur'a bizim şeriatimizde paylaştırmada adaleti isteyen herkes için aslî bir ilkedir. Fukahânın Cumhûruna göre delilleri eşit seviyede olan kimselere göre kur'a sünnettir. Böylelikle taraflar arasında adalet sağlansın, kalpleri mutmain olsun ve onların arasında hakları paylaştıran kimse hakkında zanda bulunma ihtimalleri ortadan kalksın ve eğer paylaştırılan tek bir cinsten ise, hak sahiplerinden birisi ötekinden daha fazla hak almasın. Kitap ve Sünnete uymak, bunun böyle olmasını gerektirir. Ebû Hanîfe ve arkadaşları kur'a gereğince uygulamada bulunmayı kabul etmezler. Bu konuda vârid olmuş Hadîs-i şerîfleri red ederek, bunların hüküm bakımından bir anlam ifade etmediklerini ve yüce Allah'ın yasaklamış olduğu fal oklarına benzediğini söylemişlerdir. İbnu'l-Münzir ise Ebû Hanîfe'den kurayı câiz kabul ettiğini ve şöyle dediğini nakletmektedir: Kur'a, kıyasa göre uygun bir yol değildir. Fakat bizler bu konuda kıyası terkedip ilgili rivâyetleri ve sünnetteki delilleri alıp kabul ettik. Ebû Ubeyd der ki: Üç peygamber kur'a ile amel etmişlerdir. Bunlar Yûnus, Zekeriya ve peygamberimiz Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'dır. İbnu'l-Münzir der ki: Kur'a ile uygulama yapılacağı hususu, ortak kimseler arasında paylaştırılan şeyler hakkında ilim adamları tarafından âdeta icma ile kabul edilmiş gibidir. O bakımdan kurayı reddedenin sözünün bir anlamı yoktur. Buhârî "Kitabu'ş-Şehâde"nin sonlarında: "İçinden çıkılmaz işlerde kur'a ve yüce Allah'ın: "Kâlemlerini atarlarken" âyetini" açtıktan sonra en-Nu'man b. Beşir'in şu Hadîs-i şerîfini nakleder: "Allah'ın sınırları üzerinde duran ve onlar hakkında riyakârlık yapan kimsenin misali, bir geminin (yerlerini) paylaştırmak üzere kur'a çekenlerin durumuna benzer...." İnşaallah el-Enfal Sûresi (8/25. âyet 1. başlıkta) ile Zuhruf Sûresi'nde (43/34. âyet 5. başlıkta) buna dair açıklamalar gelecektir. Ayrıca Um-el-Ala'nın Ensar, Muhacirlerin nerede kalacaklarına dair kura çektikleri vakit paylarına Osman b. Maz'ûn'un düştüğüne dair rivâyeti; Hazret-i Âişe'nin de: "Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir yolculuğa çıkmak istediğinde hanımları arasında kur'a çekerdi. Hangisinin payı çıkarsa onunla birlikte yolculuğa çıkardı" anlamındaki hadisi de (Buhârî) orada zikretmektedir. Bu hususta (yolculukta hanımlardan birisi ile çıkma) İmâm Mâlik'ten farklı rivâyet gelmiştir. Bir seferinde bu Hadîs-i şerîf dolayısıyla kur'a çeker derken, bir diğer seferinde yolculukta kendisine hangisini daha uygun buluyorsa onunla yola çıkar, demiştir. Ebû Hüreyre yoluyla gelen Hadîs-i şerîfe göre de Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Şayet insanlar ezan okumakta ve birinci safta ne gibi hayırların bulunduğunu bilip de sonra da bunu yapmak için kur'a çekmekten başka bir yol bulamayacak olsalardı elbette kur'a çekerlerdi." B¥u anlamda Hadîs-i şerîfler pek çoktur. Kur'ânın ne şekilde çekileceği ve konu ile ilgili görüş ayrılıkları fıkıh kitaplarında sözkonusu edilmiştir. Ebû Hanîfe şu sözleriyle delilini açıklar: Hazret-i Zekeriyya ile Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın hanımları arasında kur'a çekmesi şayet kur'asız olarak aralarında razı olup anlaşabilselerdi câiz olacak şeyler kabilindendi. İbnu'l-Arabî ise der ki: Böyle bir gerekçe zayıftır. Çünkü Kur'ânın faydası ancak taraflardan her birisinin o hakkın kendisinin olmasını istediği hallerdeki gizli hükmü ortaya çıkarmaktır. Karşılıklı rıza ile ortaya çıkacak olan birşey ise başka bir konudur. Herhangi bir kimse: Kur'a, karşılıklı rızanın sözkonusu olmasıyla birlikte yapılır, diyecek olursa şunu belirtelim ki kur'a karşılıklı rıza ile birlikte hiçbir zaman yapılmaz. Kur'a ancak tarafların karşılıklı olarak cimrilik gösterdiği ve başkasına vermeyi kendiliğinden razı olmadığı şeyler hakkında olur. Şâfiî'ye ve kur'ayı kabul edenlere göre de Kur'ânın şekli şöyle olur: Birbirine eşit küçük parçalar kesilir. Her bir parçanın üzerine pay sahibinin ismi yazılır. Bundan sonra yine aralarında fark olmayacak şekilde çamurdan birbirine eşit parçalar arasına yerleştirilir. Sonra bu çamurlar azıcık kurutulup arkasından bu işlemlerde hazır bulunmayan bir adamın elbisesine bırakılıp elbisesi üzerine örtülür, sonra bu adam elini uzatır ve bir yuvarlak çamur parçası çıkarır. Bir adamın ismi çıktı mı, kendisi için kur'a çekilen pay, o kişiye verilir. Âyet-i kerîme aynı şekilde teyzenin hadâne (annesi ölmüş küçük çocuğun bakımını üstlenme) hakkının nine dışında diğer akrabalardan daha öncelikli olduğunu göstermektedir. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da -Emetullah adındaki- Hazret-i Hamza'nın kızını, teyzesi nikâhı altında bulunan Ca'fer'e verilmesi hükmünü vermiş ve: "Teyze anne makamındadır" demiştir. Bu mesele daha önce Bakara Sûresi'nde (2/233- âyette 9. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır. Ebû Dâvûd, Hazret-i Ali'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Zeyd b. Harise Mekke'ye gitti ve Hamza'nın kızını getirdi. Ca'fer: Ben onu yanıma alacağım. Çünkü onu almaya daha çok ben hak sahibiyim. Hem amcamın kızıdır, hem de teyzesi benim yanımdadır ve teyze de anne demektir, dedi. Hazret-i Ali de: Hayır, onu almaya ben daha bir hak sahibiyim. Hem benim amcamın kızıdır, hem benim yanımda Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kızı vardır. O bu kızı almaya daha bir hak sahibidir, dedi. Zeyd de: Onu almaya ben daha çok hak sahibiyim. Çünkü onun için ben yolculuk yaptım, yola koyuldum ve onu ben getirdim. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) yanlarına çıktı ve bazı şeylerden söz ederek dedi ki: "Bu kız çocuğuna gelince; ben onun Cafer'e verilmesini hükme bağlıyorum. Teyzesiyle birlikte olacak ve zaten teyze bir annedir." İbn Ebî Hayseme'nin naklettiğine göre Zeyd b. Harise Hazret-i Hamza'nın vasisi idi. Buna göre teyze, vasiden daha bir hak sahibi olur. Amcaoğlu ise, eğer teyzenin kocası ise, hadane hususunda -her ne kadar- teyze kızı için mahrem olmasa dahi- hadaneyi kesen bir engel değildir. |
﴾ 44 ﴿