97

Orada apaçık alâmetlerle İbrahim'in Makamı vardır. Kim oraya girerse emin olur. Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Artık kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir.

4. Apaçık Alâmetlere Sahip Bir Ev:

Yüce Allah'ın:

"Orada apaçık alâmetler... vardır" âyeti, müptedâ ya da sıfat olarak merfu’dur. Mekkeliler, İbn Abbâs, Mücâhid ve Saîd b. Cübeyr ise

"apaçık âyetler" anlamındaki âyeti tekil olarak Apaçık bir âyet" diye okumuşlardır ki, bununla sadece Makam-ı İbrahim kast edilir, Bunlar derler ki: İbrahim'in Makamdaki ayak izi, apaçık bir âyettir.

Mücâhid ise, Makam-ı İbrahim'i, Haremin tamamı diye açıklamıştır. O, bu görüşü ile Safa, Merve, Rükün ve Makam'ın, Haremin âyetlerinden olduğu görüşünü benimsemiş olmaktadır

Diğer kıraatlerde ise,

"Apaçık alâmetler" anlamında çoğuldur. Bunlar ise bu alâmetlerle Makam-ı İbrahimi, Hacer-i Esvedi, Hatîmi, Zemzemi ve bütün Meşairi kast ederler.

Ebû Cafer en-Nehhâs der ki: Bunu çoğul olarak

"apaçık alâmetler" anlamında okuyanların kıraati daha açık ve anlaşılırdır. Çünkü, Safa ile Merve de bu alâmetlerdendir. Diğer taraftan, sağlıklı olarak kuşun Beytin üzerine çıkamayacağı, aynı şekilde avlayıcı hayvanlar avlarının peşinden koşuklarında av hayvanı Harem sınırına girdi mi onu bırakması, eğer yağmur Rüknü Yemani tarafından gelirse Yemende bolluk olacağı, eğer Rüknü Şami tarafından gelirse Şam bölgesinde bolluk olacağı, Beyt'in tamamım kuşatacak olursa her tarafta bolluk olacağı, taş atılan Cemrelere sürekli taş atılmakla birlikte aynı miktarda görünmeye devam etmesi de bu alâmetler arasındadır

"Makam" kelimesi ise, Arapların; Ben bir yerde (makamda) kaldım, ifadelerinden alınmıştır. Makam, ayakta kalkılan yer demektir. Yine makam kelimesi, "mukam : kalkış" kelimesinden de alınmış olabilir. Buna dair açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/125'nci âyet, 3- başlıkta) geçtiği gibi, yine makama dair görüş ayrılıkları ve bunların hangisinin sahih olduğuna dair açıklamalar da geçmişti.

"Makam" anlamındaki kelimenin merfu’ gelmesi de mübtedâ oluşundan dolayıdır. Haberi ise hazfedilmiştir. İfadenin takdiri: Onlardan birisi de Makam-ı İbrahim'dir" şeklindedir ki, bu açıklamayı el-Ahfeş yapmıştır.

Muhammed b. Yezid'den, "makam" kelimesinin "alâmetler" anlamındaki kelimeden bedel olduğunu söylediği de nakledilmiştir. Bu hususta ikinci bir görüş daha vardır ki, bu görüşe göre âyetin anlamı: O alâmet (ler) Makam-ı İbrahim.,.dir" anlamındadır. el-Ahfeş'in açıklaması Arap dilinde bilinen bir husustur. Nitekim şair Züheyr şöyle demiştir:

"O, dişi devenin üzerinde su taşımak için gerekli eşyası ve diğer malzemeleri vardır ki,

bütün bunlar o deveyle beraber gitmiştir.

Yine o devenin, su kaplarının üzerinde asılması gereken yerleri ve ipleri de vardır.

Ayrıca bir yük ve bir su kovası da- Bu kova boşaltıldı mı, suyu uzak yerlere kadar akar gider."

Ebû'l-Abbas’ın görüşüne göre de (tekil olarak) "makam" kelimesi, "makamlar" anlamındadır. Çünkü mastardır. Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Allah kalplerine de, kulaklarına da mühür vurmuştur." (el-Bakara, 2/7)

Şair de (bu kabilden olmak üzere) şöyle demektedir:

"Şüphesiz ki kapağında hastalık bulunan gözler,.."

Burada şair ("kapak" anlamına kullanılan ve mastar kipinde bulunan tarf kelimesini çoğul olarak) göz kapakları anlamında kullanmıştır. Bunu da: "Hac bütünüyle (her tarafı) Makam-ı İbrahim'dir" anlamında rivâyet edilen hadis pekiştirmektedir.

5. Beyt-i Haram'ın Güvenliği:

Yüce Allah'ın:

"Kim oraya girerse emin olur" âyeti ile ilgili olarak Katâde şunları söylemektedir: Bu da aynı zamanda Harem'in alâmetlerindendir. en-Nehhâs der ki: Bu, güzel bir görüştür. Çünkü insanlar gerçekten onun çevresinden kapılıp alınıyorlardı. Kendisine ise, hiçbir zorba ulaşamıyordu. Oysa Beytu'l-Makdis'e ulaşılmış, tahrib edilmiştir. Ama Harem'e ulaşılamamıştır. Nitekim Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinin Fil sahiplerine ne yaptığım görmedin mi ?" (el-Fîl, 105/1)

Meânî âlimlerinden (yani Meani'l-Kur'ân'a dair eser yazanlardan) birisi şöyle demektedir: Âyet-i kerîme şeklen haber kipinde olmakla birlikte, anlamı emirdir. Bu da: Oraya giren kimseye eman veriniz, takdirindedir. Yüce Allah'ın şu âyetinde olduğu gibi:

"Artık hacda refes (kadına yaklaşmak) fasıklık ve kötü söz yoktur." (el-Bakara, 2/197) Bu ise, refes yapmayın, fasiklık etmeyin, kötü söz söyleyip tartışmayın demektir. İşte bu hususta ileri geçen İmâm Nu'man b. Sabit (Ebû Hanîfe) şöyle demiştir: Her kim kendisine had uygulanmasını gerektiren bir günah işleyip sonra da Harem'e sığınacak olursa, bu onu koruma altına alır- Çünkü yüce Allah:

"Kim oraya girerse emin olur" diye buyurmakta, böylelikle Şanı yüce Allah oraya giren kimseye eman verilmesini gerekli kılmaktadır. Bu husus aralarında İbn Abbâs'ın ve başkalarının da bulunduğu seleften bir topluluktan rivâyet edilmiştir.

İbnü'l-Arabî der ki:"Bu görüşü ileri süren herkes, iki cihetten yanılmıştır. Birincisi, bu görüşe sahip olan kimse, âyet-i kerimenin geçmişe dair haber verdiğini ve bu âyet-i kerimeyle gelecekte de böyle bir hüküm teshil etme kastı güdülmediğini anlayamamıştır. İkincisi ise, burada sözü geçen eman ve güvenliğin önceden olup bittiğini, bundan sonra da Harem bölgesindeöîdürmeve çarpışmanın vukua geldiğini, Şanı Yüce Allah'ın verdiği haberin ise, verdiği habere hilafen vaki olmayacağını bilmemektedir. İşte bütün bu hususlar, bunun geçmişte böyle olduğunun delilidir. Ebû Hanîfe, diğer taraftan çelişkiye düşerek şöyle demektedir; Eğer Hareme sığınacak olursa, ona yemek verilmez, su içirilmez, onunla herhangi bir muameleye girilmez ve konuşulmaz. Tâ ki oradan çıkıncaya kadar. Onun bu şekilde çıkmaya mecbur bırakılması hiç bir şekilde güvenlik ve emanı söz konusu etmemektedir. Diğer taraftan ondan şöyle dediği de rivâyet edilmiştir: Harem bölgesinde azalarda (öldürme dışında) kısas uygulanır. Fakat bu durumda da yine güvenlik altında olmak sözkonusu değildir"

İlim adamlarının Cumhûru Haremde hadlerin uygulanacağını kabul etmişlerdir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'da Kâ'be'nin örtülerine asılı olarak bulunmuş olsa dahi Abdullah b. Hatal'ın ve başkalarının öldürülmesini de emretmiş idi.

Derim ki; es-Sevrî, Mansur'dan o, Mücâhid'den, o, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Her kim Harem bölgesinde haddi gerektiren bir iş işleyecek olursa, orada ona had uygulanır. Eğer, Harem dışındaki bir yerde öyle bir suç işleyip de Hareme sığınacak olursa, onunta konuşulmaz. Onunla alış veriş yapılmaz. Tâ ki, Harem bölgesinden çıkıp ona had uygulanıncaya kadar. Bu, en-Nehaî"nin de görüşüdür. İşle Kûfelilerin delili budur. İbn Abbâs bunu, âyetin İfade ettiği manadan anlamıştır. O ise, bu ümmetin en büyük bilgini ve alimidir.

Doğru olan ise yüce Allah'ın bu âyetle Araplar arasından bunları bilmeyen ve kabul etmeyen herkese bu nimetleri sayıp dökmektir. Nitekim Yüce Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Onların çevresinde bulunan insanlar kapılıp alınırken, Bizim kendilerine emin bir Harem (belde) kıldığımızı görmediler mi?." (el-Ankebût, 29/67) Cahiliyye döneminde Harem bölgesine girip, ona sığınan herhangi bir kimse, artık baskın ve öldürülmeden, -ileride Yüce Allah'ın izniyle Mâide Sûresi'nde (5/97. âyet 2. başlıkta.) geleceği üzere- emin olup güvenlik altına girerdi,

Katâde der ki: Oraya cahiliyye döneminde giren emin olurdu. Bu da güzel bir görüştür

Rivâyet olunduğuna göre, inkarcılardan birisi bir ilim adamına şöyle sormuş: Kur'ân'da; "Kim oraya girerse emin olur" denilmiyor mu?. Biz oraya girdik, şunu şunu yaptık, bununla birlikte orada bulunan kimse emin olmadı. İlim adamı ona; Sen Araplardan değil misin diye sormuş. Benim evime giren emniyet altındadır diyen bir kimse bu sözüyle neyi demek ister? O, kendi sözüne itaat eden kimselere; Bundan vazgeç, ona ilişme. Ben ona eman verdim ve ona İlişmekten kendimi uzak tuttum, demiş olmuyor mu?. İnkarcı: Evet deyince, ilim adamı şu cevabı vermiş; İşte Yüce Allah'ın:

"Kim oraya girerse emin olur" âyeti de böyledir.

Yahya b. Ca'de der ki: "Kim oraya girerse emin olur" âyeti, ateşten emin olur anlamındadır.

Derim ki: Yahya b. Ca'de'nin bu sözü, umumî anlamıyla ele alınmamalıdır. Çünkü Müslim'in Sahih'inde Ebû Said el-Hudrî'den rivâyet olunan Şefaat hadisinde şöyle denilmektedir: "Nefsim elinde olana yemin olsun ki, Kıyâmet gününde mü’minlerin cehennemde bulunan kardeşleri lehine Allah'tan haklarını sonuna kadar vermesini istemek için yalvardı ki arından daha çok, simden hiçbir kimse Allah'a yalvaramaz. Şöyle diyeceklerdir: Rabbimiz, onlar bizimle birlikte oruç tutuyor, namaz kılıyor, haccediyorlardı. Bu sefer onlara: Haydi tanıdığınız kimseleri çıkartın, denilir,.."

Oraya girenin ateşten emin olması hac ibadetlerini yapmak ve yüce Allaha yakınlaşmak üzere oranın hakkını, hukukunu bilen ve onu ta'zim etmek üzere girmesi halinde sözkonusu olur.

Cafer es-Sadık der ki: Kim peygamberlerin ve Allah'ın dostlarının girdiği şekilde temiz ve iyi niyetiyle oraya girecek olursa, Allah'ın azabından emin olur. İşte Hazret-i Peygamber'in: "Kim hac eder de, çirkin söz söylemez iş yapmaz ve fasıklık etmez ise o, annesinin kendisini doğurduğu günkü gibi günahlarından sıyrılır. Hacc-ı Mebrûr'un cennetten başka bir mükâfatı da yoktur."

el-Hasen: Hacc-ı Mebrur, kişinin hacdan dünyaya karşı zahid, ahirete karşı rağbeti artmış olarak dönmesidir demekte ve şu beyitleri zikretmektedir:

"Ey Allah'ın Kâbesi, muhtaç olduğunun şuuruna vararak Rabbine sığınanın duası!

O kimse ki, arkadaşlarından ve meskeninden vedalaştı da;

Korku ve ümit arasında geldi.

Eğer Allah lütfedip sa'yini kabul ederse,

Kurtulur, aksi takdirde kurtulamaz o.

Ve sen şefaati umulan kimselerdensin

Artık Vâfid b. Haccâc (kinaye yoluyla kendisini kastediyor)a sen de merhamet eyle!"

Âyetin anlamının: Kim Umretul-Kazâ esnasında Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) ile birlikte oraya girerse emin olur, şeklinde olduğu da söylenmiştir. Buna delil ise Yüce Allah'ın:

"Yemin olsun Mescidi Haram'a -inşaallah- korkusuzca ve emin olarak... gireceksinizdir" (el-Feth, 48/27) âyetidir.

Burada "kim" lâfzı ile akıl sahibi olmayan varlıklar kastedildiği ve âyet-i kerimenin av hayvanlarının güvenlik altında olması hakkında olduğu da söylenmiştir ki, bu şaz bir görüştür, Bununla birlikte "kim" anlamına gelen "men" ismi mevsûlunun aklı ermeyen cansız varlıklar hakkında kullanıldığına şu âyet delil gösterilebilir:

"Onlardan kimisi de karnı üzere yürür (sürünür)." (en-Nûr, 24/45.)

Yüce Allah'ın:

"Ona yol bulabilen herkesin Beyti haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır. Kim inkâr ederse, bilsin ki, muhakkak Allah âlemlere muhtaç değildir." Âyetine dair açıklamalarımızı da dokuz başlık halinde sunacağız:

1. Allah'ın İnsanlar Üzerindeki Hakkı: Beyt'inin Haccedilmesi:

Yüce Allah'ın Allah'ın..." âyetindeki "lâm" harfi, vacib kılma ve bağlayıcı emir verme kastıyla getirilen "lâm" harfidir. Daha sonra Yüce Allah bunu, Araplar tarafından vücubu en güçlü ifadelerle anlatan Üzerinde" âyeti ile te'kid etmiştir. Çünkü, Arap olan bir kimse; Filanın üzerimde şu hakkı vardır, diyecek olursa o, o filanın bu hakkını te'kid etmiş ve üzerine vacib kılmış olur. İşte Yüce Allah, hakkını, daha bir te'kid, hürmetini daha bir ta'zim kastıyla vücub ifade eden lâfızların en beliği ile sözkonusu etmektedir,

Haccın farziyeti hususunda görüş ayrılığı yoktur. O, İslâm'ın temellerinden birisidir. Hac, yalnız ömürde bir defa farzdır.

Kimileri ise şöyle demiştir: Hac her beş yılda bir farzdır. Onlar bu hususta Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a kadar senedini ulaştırdıkları bir hadis de rivâyet ederler. Ancak bu hadis batıldır, sahih değildir. Diğer taraftan icma onların yüzlerine karşı böyle bir kapıyı kapatmaktadır.

Derim ki: Abdurrezzak dedi ki: Bize Süfyan es-Sevrî anlattı, o, el-Âlâ b-el-Müseyyeb'den, O, babasından, Or Ebû Said el-Hudrî rivâyetine göre Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Aziz ve celil olan Rab buyuruyor ki: Ben, eğer bir kula rızkında bolluk vermiş isem, o da bana her dört yılda bir dönmeyecek olursa, şüphesiz ki mahrumdur. " Bu ise el-Âlâ b. el-Müseyyeb b. RafT el-Kâhilî el-Kûfî diye bilinen, muhaddislerin çocuklarından birisinin rivâyeti yoluyla meşhurdur. Bu kişiden, birden çok kişi hadis rivâyet etmiştir.

Onlardan kimisi "her beş yılda bir" derken, kimisi de şöyle rivâyet etmektedir: el-Âlâ b. Yûnus b. Habbab'dan, O, Ebû Said'den demektedir. Hadis buna benzer daha farklı rivâyetlerle gelmiştir.

İnkarcılar haccı kabul etmez ve şöyle derler: Hacda elbiselerin çıkartılması vardır. Bu hayaya aykırıdır. Say vardır. Bu da vekara aykırıdır. Taş atılan kimse bulunmaksızın Cemrelere taş atılır. Bu ise akla aykırıdır. Onlar bu kanaatleriyle bütün bu fiillerin batıl olduğu sonucuna varmışlardır. Çünkü onlar, bu fiillerin herhangi bir hikmet ve illetini bilememektedirler. Ayrıca bunlar yüce Mevlâ'nın mutlaka kuluna vermiş olduğu bütün emirlerin maksadını bileceğini ve her bir teklifinin faydasına muttali olacağını taahhüd etmediğini bilmemektedirler. Yine onlar, kula düşenin yalnızca ilâhî emirlere uymak olduğunu, bunun faydasını aramaksızın ve bundan maksadın ne olduğunu soruşturmaksızın bu emre itaat etmekle yükümlü olduğunu bilmemektedirler. İşte bu husus dolayısıyla Hazret-i Peygamber telbiye getirdiğinde: Buyû' r, Senin emrin haktır, haktır- Ben de emrine uyuyorum. Sana ibadet ederek ve Sana köleliğimi arz ederek. Buyû' r ey hak olan ilâh-

Hadis İmâmları da Ebû Hüreyre'den şöyle dediğini rivâyet ederler: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize bir hutbe irad edip şöyle buyurdu: Ey insanlar, Allah size haccı farz kıldı. O sebepten haccediniz". Bir adam: Her sene mi Ey Allah'ın Rasûlü? diye sorunca, Hazret-i Peygamber sustu. Nihayet adam sorusunu üç defa tekrarlayınca, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Eğer evet desem, şüphesiz bu vacip olur ve sizin de buna gücünüz yetmezdi". Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben size ilişmedikçe siz de beni bırakınız. Çünkü sizden öncekiler çokça soru sormaları ve peygamberlerine muhalefet etmeleri dolayısıyla helâk oldular. Ben size herhangi bir şeyi emredecek olursam ondan gücünüz yettiği kadarını ifa ediniz. Ve size bir şeyi yasaklayacak olursam, onu da terkediniz". Hadisin lâfzı Müslim'e aittir.

Böylelikle bu hadis şunu açıklamaktadır: Hitab, mükelleflere bir farzı emrederek yöneltilecek olursa, o emrin bir defa yapılması yeterlidir ve bu hitap tekrarı gerektirmemektedir. Bu ise, üstad Ebû İshak el-İsferâyinî ve diğerlerinin kanaatlerine hilaf en böyledir.

Rivâyette sabit olduğuna göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a ashabı: Ey Allah'ın Rasûlü, bizim bu haccımız, içinde bulunduğumuz bu yıl için midir? Yoksa ebediyyen mi bu hüküm böyledir? diye sormuşlar. Hazret-i Peygamber de: "Hayır, ebediyyen bu böyle olacaktır" diye buyurmuştur.

İşte bu âyet: Hac, her beş yılda bir defa farzdır diyenlerin görüşlerini açıkça reddeden bir nasdır.

Hac, Araplarca bilinen ve meşhur bir ameldir. Hac mevsiminde kurulan pazarlar (panayırlar), yapılan itaatler ve Hamilikten kalma ameller, haccı teşvik eden sebeplerdendi. İslam gelince onlar bildikleri şeyle muhatap oldular ve yakından tanıdıkları bir isi yerine getirmekle mükellef kılındılar. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), tarz hacdan önce de hac etmiştir. Arefede vakfe yapmış ve onların yaptıkları değişiklikler gibi, o da Hazret-i İbrahim'in şeriatında değişiklik yapmaksızın Arafat'ta vakfede bulunmuştur. Oysa o zamanda Kureyşliler Meş'a-r-i Haramda vakfe yapıyor ve: Biz harem ehliyiz, o bakımdan onun dışına çıkmayız, biz el-Hums'uz diyorlardı. Nitekim bu türden açıklamalar daha önce Bakara Sûresi'nde (2/189. âyet, 11. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Derim ki: (Bu hususta) rastladığını en garip açıklamalardan birisine göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) hicretten önce iki defa haccetmiş ve böylelikle de farz olan hac üzerinden sakıt olmuş. Çünkü Hazret-i Peygamber bununla Hazret-i İbrahim'in sözü geçen, şu nidasına cevap vermiş bulunuyordu:

"Ve insanlar arasında hacca çağır..." (el-Hac, 22/27).

el-Kiyâ et-Taberî de der ki: Ancak böyle bir şey uzak bir ihtimaldir. Çünkü Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın şeriatinde: "Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti varid olduğuna göre, şeriatindeki hitab gereği, haccın onun için de vacib kılınması kaçınılmaz bir şeydir. Eğer bununla: Haccetmeyenler muhatap alınmıştır, denilecek olursa, bu iddia bir tahakküm olur ve delilsiz bir tahsis olur. Diğer taraftan; bu hitap ile -bu İddiaya göre- Hazret-i İbrahim'in dini üzere hacceden kimselere haccın da vacib olmaması gerekir ki, böyle bir ihtimal alabildiğine uzaktır.

2. Hac Fevri midir (İmkân Bulunulan İlk Fırsatta mı Haccetmelidir)?

Kitap ve Sünnet, haccın fevrî (derhal) değil de terâhî (ertelenebilir) üzere farz olduğuna delildir. İbn Huveyzimendâd'ın naklettiğine göre, Mâlik’in mezhebinden (görüşlerinden) çıkartılan sonuç da budur. Aynı zamanda bu, Şâfiî, Muhammed b. el-Hasen ve kendisinden nakledilen bir rivâyete göre Ebû Yûsuf’un da görüşüdür. Maliki mezhebine mensub müteahhir Bağdad’lı âlimler arasında, haccın fevrî olarak farz olduğu kanaatinde olanlar da vardır. Bunlara göre güç yetirmekle birlikte haccın tehiri câiz değildir. Bu, aynı zamanda Dâvûd (ez-Zâhirî)'nin de görüşüdür. Ancak sahih olan birincisidir. Çünkü şanı yüce Allah, Hac Sûresi'nde:

"Ve insanlar arasında hacca çağır. Hem piyade, kem de develer üzerinde her uzak bir yoldan sana gelsinter" (el-Hac, 22/27) diye buyurmaktadır. Hac Sûresi ise Mekke'de inmiştir. Burada da yüce Allah:

"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi, İnsanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır. Bu sûre ise, Medine'de hicretin üçüncü yılında, Uhud gazvesinin gerçekleştiği sene nazil olmuştur. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, hicretin onuncu yılına kadar haccetmedi.

Bu hususta sünnetten delile gelince: Sa'd b. Bekr oğullarından Dimâm b. Sa'lebe es-Sa'dî'nin Hazret-i Peygamberin huzuruna gelişini anlatan Hadîs-i şerîftir. Dimâm, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın huzuruna gelerek ona İslâm'a dair sormuş, Hazret-i Peygamber de şehadeti, namazı, zekâtı, oruç ve haccı zikretmişti. Bu hadisi İbn Abbâs, Ebû Hüreyre ve Enes rivâyet etmişlerdir. Hepsinde de hacc'dan söz edilmekte ve haccın o vakit farz olduğunu belirtmektedir. Bunlar arasında anlatımı en güzel ve tam olan rivâyet ise Enes yoluyla gelendir.

Bununla birlikte Dimâm'ın Hazret-i Peygamberin huzuruna geliş zamanı konuşanda farklı görüşler vardır. Beşinci yılda geldiği söylendiği gibi, yedinci yılda ve dokuzuncu yılda geldiği de söylenmiştir. Bunun İbn Hişam, Ebû Ubeyde el-Vakidî'den Ahzâb'ın geri dönüp gitmesinden sonra Hendek gazvesinin meydana geldiği yıl olduğunu da nakletmektedir.

İbn Abdi’l-Berr der ki: Hacc’ın fevri değil de terâhî ile farz olduğunun delillerinden birisi de, ilim adamlarının haccetmeye gücü yeten kimsenin bir, İki yıl ve buna benzer bir süre, haccetmeyi erteleyecek olursa, ona fasık demeyi terk etmek ve eğer güç yetirebildiği zamandan itibaren birkaç yıl sonra haccedecek olursa, üzerinde farz olan haccı vaktinde eda etmiş olacağını icma ile kabul etmiş olmalarıdır.

Diğer taraftan hac, bütün ilim adamlarına göre, namaz vakti çıkıncaya kadar namazını geçiren ve vakti çıktıktan sonra namazını kaza eden gibi de değildir, hastalık ya da yolculuk sebebiyle ramazan orucunu geçirip de sonradan kaza eden kimse gibi de değildir. Haccıni ifsad edip de sonradan haccını kaza eden kimse gibi de değildir. İlim adamları güç yetirebildiği vakitten itibaren birkaç yıl sonra hacceden kimseye; sen üzerinde vacip olan farzı artık kaza etmiş oldun, dememeyi icma ile kabul etmiş olduklarına göre, haccm edâ vaktinde bir genişlik (muvassaun fihi) bulunduğunu ve haccin fevrî değil de terâhî üzere farz olduğunu anlamış oluruz.

Ebû Ömer der ki: Haccin terâhî ile farz olduğunu söyleyen herkes de bu hususta herhangi bir sınır tesbit etmemektedir. Ancak Suhnûn'dan şöyle bir rivâyet gelmiştir: Haccedebilme imkanı bulup da buna güç yetirebilmekle birlikte pekçok yıl tehir eden kimseye haccı tehiri dolayısıyla fasık kabul edilir mi? Ve şahidliği reddedilir mi? diye kendisine sorulmuş, o da şu cevabı vermiştir: Hayır, velevki ömründen altmış yıl geçmiş olsun. Şayet yaşı altmış yılı ağacak olursa, bu sefer onun fasık olduğu kabul edilir ve şahidliği de reddedilir.

Bu ise bir vakit ve sınır belirlemedir. Şeriatte ise, bu gibi sınırlandırmalar ancak teşrî' etmek hakkına sahip olan kimseden öğrenilebilir.

Derim ki: Bu görüşü, İbn Huveyzimendâd da İbnü'l-Kasım'dan rivâyet etmektedir. İbnü'l-Kasım ve başkaları derler ki: Eğer haccı altmış yıl erteleyecek olursa, böyle bir kimsenin vebal altında olduğu söylenmez. Şayet altmış yıldan sonrasına erteleyecek olursa günahkâr olduğu söylenir. Çünkü Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ümmetimin ömürleri altmış ile yetmiş arasıdır. Bunu aşan azdır" Sanki bu son on yıllık süre İçerisinde (hacc ile mükellef olan kimse için) hitabın edâ edileceği süre daralmış gibi görülür

Ebû Ömer der ki: Suhmûn gibi kimileri, Hazret-i Peygamber'in: "Ümmetimin ölümlerinin çokça yaklaştığı zaman altmış ile yetmiş yaş arasıdır. Bunları aşanlar da pek azdır" âyetini delil gösterir iseler de; bunda delil olacak bir taraf yoktur Çünkü bu ifade, eğer hadîs sahih ise, Hazret-i Peygamber'in ümmetinin çoğunlukla ömrünü ifade etmektedir. Bununla birlikte bunda yetmiş yıla kadar da zamanın genişletilebileceğine delil vardır. Çünkü yetmiş yaşı da ümmetin çoğunlukla rastlanılan yaşları arasındadır. Böyle zayıf bir te'vile dayanılarak, adaleti ve emaneti sahih olarak sabit olmuş bir kimsenin fasıklığına kafi olarak hükmetmemek gerekir. Başarı Allah'tandır.

3. Hac Bütün İnsanlara Farzdır:

İlim adamları yüce Allah'ın:

"Beyt’i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinde, hitabın onların hepsi hakkında umumî bir hitab olduğunu İcma ile kabul etmişlerdir. İbnü'l-Arabî der ki: "Her ne kadar insanlar umum lâfızların mutlaklığı hususunda farklı görüşlere sahip iseler de, bu âyet-i kerimenin, erkekleriyle, dişileriyle bütün insanlar hakkında kabul edilmesi gerektiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bundan tek istisna küçük çocuklardır. Çünkü küçük çocuk da îcma ile teklifin esasları dışındadır. Köle de bu hitabın kapsamına girmez. Çünkü köleyi, yüce Allah'ın, mutlak umum ifade eden bu âyetinin dışına çıkartan, yine âyeti kerimenin sonunda yer alan: "Ona yol bulabilen" kaydıdır. Köle ise oraya yol bulabilen birisi değildir. Zira efendi, sahip olduğu hakları dolayısıyla kölesini böyle bir ibadetten engeller. Şanı Yüce Allah ise, kullara olan merhameti ve kullarının maslahatı için efendinin hakkını kendi hakkından öncelemîştir. Bu hususta ümmet arasında da, İmâmlar arasında da görüş ayrılığı yoktur. Biz bilmediğimiz şeyleri sayıklayamayız. Buna da icmadan başka bir delil yoktur."

İbnül-Münzir der ki: Muhalif kanaat belirtmesi, muhalefet sayılmayan istisnalar dışında, bütün ilim adamlarının kanaatine göre, küçük çocuğun küçükken, kölenin de köleliği sırasında haccetmeleri halinde, eğer küçük baliğ olur, köle de azad olursa, yine haccedebilmek için imkân buldukları takdirde islâm'ın farz olan haccını yerine getirmekle yükümlüdürler.

Ebû Ömer (İbn Abdî’l-Ben) der ki: Dâvûd (ez-Zâhirî) köle hususunda ve kölenin hacc farzı ile muhatap olduğu konusunda bütün bölgelerdeki fukahâ topluluğuna ve rivâyet İmâmlarına muhalefet etmiştir. Halbuki ilim adamlarının Cumhûruna göre köle, yüce Allah'ın:

"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetindeki umumî hitabın dışında kabul edilmiştir. Buna delil ise, kölenin tasarrufta bulunma yetkisinin bulunmayışı ve efendisinin izni olmaksızın hac yapamıyacağıdır. Tıpkı cumayı emreden yüce Allah'ın şu âyetindeki hitabının dışında kaldığı gibi:

"Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığınızda Allah'ı anmaya koşun..." (el-Cumua, 62/9). İstisnalar hariç, genel olarak bütün ilim adamları bu kanaattedir. Aynı şekilde köle, şahadette bulunma mükellefiyetini getiren hitabın da kapsamı dışındadır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şahidler de (şahidlik etmeye) çağrıldıkları zaman kaçınmasınlar" (el-Bakara, 2/282). Köle ise bu hitabın kapsamına girmemektedir.

Yine küçük çocuk da "insanlar"dan olmakla birlikte Kalem'in (sorumluluğun) ürerinden kaldırılmış olması deliline dayanarak yüce Allah'ın:

"...Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetinin kapsamı dışına çıkması mümkündür. Nitekim kadın da yüce Allah'ın:

"Ey îman edenler, cuma günü namaz için çağrıldığında. " âyetinin kapsamına girmez. Halbuki kadın da îman edenler kapsamına girenlerdendir, İşte kölenin de sözü geçen hitabın kapsamı dışına çıkması bu kabildendir. Ayrıca bu; Hicaz, Irak, Şam ve Mağrip fukahasının da görüşüdür. Bütün bunların herhangi bir şekilde Kitabın te'vilini tahrif ettiklerini kabul etmeye imkân yoktur.

Denilse ki: Eğer köle, Mescid-i Haram'ın yakınında bulunur da efendisi de ona izin verecek olursa, ne diye hacc ile mükellef olmasın? Böyle sorana, şöyle cevap verilir: Bu, İcma'a karşı sorulan bir sorudur. Belki de bunun İlleti (sebebi, gerekçesi) gösterilemez. Şu kadar var ki bu hüküm, icma ile sabit olduğuna göre, biz de bunu köle bir kimsenin köle iken yapmış olduğu haccın, daha sonra hürriyetine kavuşması ve güç yetirmesi halinde İslâm haccı (farz, haccı) bakımından herhangi bir önem taşımadığına delil gösterdik.

Diğer taraftan İbn Abbâs'tan rivâyet edildiğine göre o, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)’in şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Herhangi bir küçük çocuk hac eder de sonra buluğa ererse, onun bir defa daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir bedevi, bedevi iken hacceder de, sonra hicret edecek olursa, onun bir daha haccetmesi gerekir. Herhangi bir köle hac eder de sonra azad edilirse, onun bir daha haccetmesi gerekir."

İbnü'l-Arabi der ki: Kimi ilim adamımız işi nısbeten gevşek tutarak şöyle demektedir: Hac, köle üzerinde -efendisi ona haccetmek için izin verecek olsa dahi- farâyeti itibariyle sabit değildir. Çünkü (köle) aslında kalır idi. Kâfirin haccı ise sayılmaz. Ancak daha sonra köleleştiril İne e, bu sefer de hac emrine muhatap olmaz. Böyle bir görüş ise, üç bakımdan tutarsızdır. Bunları bilmek gerekir:

1) Bize göre kâfirler, şeriatin rer'î emirlerine de muhataptırlar. Mâlik'in görüşüne göre bunun böyle olduğu hususunda görüş ayrılığı yoktur.

2) Köle olmakla birlikte namaz, ve oruç gibi diğer ibadetleri yerine getirmekle mükelleftir. Bununla birlikte kâfirken bu mükellefiyetleri yapacak olursa, bunlar hiçbir önem taşımaz. O bakımdan haccın da böyle olması İcabeder.

3) Küfür, İslâm'a girmekle kalkmış olur. Dolayısıyla küfrün, hükmünün de kalkması icabeder. Böylelikle bizim daha önce sözünü ettiğimin efendinin haklarının öncelikli olduğu görüşünün sağlam görüş olduğu ortaya çıkmaktadır.

Başarıya ileten Allah'tır.

4- Güç Yetirebilme (Istitâ'a):

Yüce Allah'ın:

"Ona yol bulabilen herkesin" âyetinde yer alan "herkes anlamındaki kelimesi, bedeiu’l-ba'd minel küll (bölümün bütünden bedeli) olarak (ki, kü! "İnsanlar" kelimesidir) cer mahallindedir. Çoğu nahivcilerin görüşü budur. el-Kisâî ise, bu edatın "hicc: hacc etmek" kelimesi ile ref mahallinde olmasını câiz kabul eder. Buna göre ifadenin takdiri: Gücü yeten kimsenin Beyt'i haccetmesi,,." şeklindedir. Bunun şart olduğu, bulabilen"in de cezm mahallinde oluduğu, cevabının da hazf edilmiş olduğu da söylenmiştir. Yani: Ona yol bulabilenin haccetmesi üzerinde bir borçtur, takdirindedir.

Dârakutnî, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eden Ey Allah'ın Rasûlü hac her yıl mıdır? diye soruldu. O da: "Hayır, (tarz olarak) gereken bir defa hac etmektir." Hazret-i Peygambere; "yol bulabilmek" nedir diye sorulunca, O da: "Azık ve binektir" diye cevap vermiştir. O, bu hadisi ayrıca Enes, İbn Mes'ûd, İbn Ömer, Cabir, Âişe ile Amr b. Şuayb'dan, O, babasından, O da dedesi yoluyla da rivâyet etmiştir.

Ali b. Ebî Tâlib (radıyallahü anh)'dan: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'dan buyurdu ki:

"Ona yol bulabilen herkesin Beyt'i haccetmesi insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyeti ile ilgili olarak, Ona soru sorulunca şöyle buyurdu: "Bineceğin bir deve sırtı bulabilmendir."

İbn Ömer'in rivâyet ettiği hadisi, İbn Mâce de Sünen'inde Ebû Îsa et-Tirmizî de Cami'inde rivâyet etmiştir. Tirmizî daha sonra şunları söylemektedir: "Bu hasen bir hadistir. İlim ehline göre de uygulama bu hadis mucibincedir. Buna göre bir kimse, azık ve bineğe sahip olursa, ona haccetmek farzdır. (Senette ismi geçen) İbrahim b. Yezid ise, el-Hûzî el-Mekkî'dir. Kimi hadis ehli, hıfzı bakımından onun hakkında eleştiride bulunmuşlardır.

İbn Mâce ile Tirmizî bunu, Veki' yoluyla rivâyet etmekle birlikte, Dârakutnî bunu, Süfyan b. Said yoluyla rivâyet etmiş olup, (müştereken) şöyle demişlerdir: Bize İbrahim b. Yezid anlattı. O, Muhammed b. Abbâd'dan, O, İbn Ömer'den dedi ki: Bir adam kalkıp Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'e şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasûlü, hac ne ile (hangi şartlarla) vacip olur? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Azık ve binek (ile)." Adam: Ey Allah'ın Rasûlü, peki hacı kime derler? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de şöyle buyurdu: "(Taramamaktan dolayı) saçı keçeleşmiş ve koku kullanmayı da terketmiş kişiye" diye buyurdu. Bir başkası kalkarak: Ey Allah'ın Rasûlü, ya hac nedir? diye sorunca, Hazret-i Peygamber de: "(Hac), acc ve secc'dir". Vekî' der ki: Acc ile telbîye getirmek sureliyle, sesi yükseltmeyi, secc ile de kurbanlıkları kesmek demektir. Bu, İbn Mâce'nin lâfzıdır.

Haccın vacib olması için azık ve bineğin şart olduğunu kabul edenler arasında, Ömer b. el-Hattâb, oğlu Abdullah, Abdullah b. Abbas, Hasan-ı Basrî, Saîd b. Cübeyr, Atâ ve Mücâhid de vardır. Şâfiî, es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, Ahmed, İshak, Abdulaziz b. Ebi Seleme ve İbn Habib de bu görüştedirler. Abdûs da bunun bir benzerini Suhnûn'dan nakletmektedir.

Şâfiî derki: Güç yetirebilmek iki türlüdür. Birincisi, insanın kendi bedeniyle haccedebilecek durumda olup, kendisini hacca ulaştırabilecek kadar da mala sahip olması şeklindedir. İkincisi ise, kendisi bedenen hareket edemeyecek şekilde kötürüm, binek üzerinde duramayacak halde olmakla birlikte, kendisi adına ücretli ya da ücretsiz olarak, birisine haccetmesini emredecek olursa, -ileride açıklaması geleceği üzere- kendisine itaat edecek bir kimse bulabilmesidir. Bedenen kendisi haccedebilen kişinin Kur'ân-ı Kerîm hükmü gereği haccetmesi farzdır. Çünkü Yüce Allah:

"Ona yol bulabilen herkesin" âyeti bunu gerektirmektedir. Malıyla buna güç yetirene gelince, böyle bir kimsenin de haccetmesinin farz oluşu -ileride geleceği üzere-Has'am'lı kadın dolayısıyla varid olan Hadîs-i şerîftir, Bizatihi haccedebilecek kimse -kit o da bineği üzerinde binmekte katlanılamıyacak kadar çok sıkıntı çekmeyen, gücü yeten kimsedir- eğer azık ve bineğe sahip olursa, hac farzını bizatihi yerine getirmek zorundadır. Eğer, azık ve binek bulamayacak, yahut bunlardan birisine sahip olamayacak olursa, hac farizası üzerinden kalkar. Şayet yürüyerek haccedebilme gücü varsa, bununla birlikte azığım da bulur, yahut da yolda, mesela, ayakkabı dikmek, hacamat yapmak veya buna benzer bir meslek İcra etmek suretiyle azığını kazanabilme gücü varsa, böyle birisi için müstehap olan, erkek veya kadın olsun, yürüyerek haccetmesidir. Şâfiî der ki: Kadına nisbetle erkeğin mazur görülmesi daha azdır. Çünkü, erkek daha güçlüdür. Bu şekilde haccetmek onlara göre vacib değil, müstehabtır. Ancak, insanlardan yolda dilencilik yapmak suretiyle azık elde edebilecekser böyle bir kimsenin hacca gitmesi mekruhtur. Çünkü bu durumda o kişi, diğer insanların sırtına yük olur.

Mâlik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: Eğer, yürümeye güç yetirip azık da buluyor ise, onun farz hacctnı eda etmesi gerekir. Eğer binek bulamamakla birlikte yürümeye gücü yetiyorsa, durumuna bakılır. Şayet azığa sahip ise, onun farz olan haccı eda etmesi gerekir. Eğer azığa sahip olmamakla birlikte yolda ihtiyaç duyacağı miktarım kazanabilme gücüne sahipse, yine durumuna bakılır. Eğer bizatihi çalışarak kazanmayan ve bu şekilde davranması uygun görülmeyen kimselerden ise, farz haccı bu yolla eda etmek onun için vacip değildir. Şayet kendisi için yeterli olan miktarı, ticaret ya da bir sanat icra ederek kazanan bir kimse ise, o takdirde farz haccını ifa etmesi gerekir. Aynı şekilde eğer böyle bir kimsenin, adet ve alışkanlığı insanlardan dilencilik yapmak ise, onun da farz olan haccı (bu yolla) eda etmesi gerekir. Mâlik, gücü yeten kimsenin haccetmesinin de farz olduğu görüşündedir, İsterse beraberinde azık ve binek bulunmasın. Aynı zamanda bu, Abdullah b. ez-Zübeyr, en-Nehaî ve İkrime'nin de görüşüdür. ed-Dahhak da der ki: Eğer güçlü ve sağlıklı, genç birisi olup malı da yoksa, haccını eda edip bitirinceye kadar karın tokluğuna işçi olarak çalışması gerekir. Mukâtil ona: Allah insanları Beytine yürüyerek gitmekle mükellef tutmuş mudur? diye sorunca, Dahhak şu cevabı verir: Onlardan herhangi birisinin, Mekke'de bir mirası bulunsa, onu bırakır mı? Hayır, emekleyerek dahi olsa o mirasını almaya gider. Aynı şekilde hac da onun için vacibtir.

Bu görüşü benimsiyenler, Yüce Allah'ın:

"Ve insanlar arasında hacca çağır ki, hem piyade ve hem de develer üzerinde, her uzak yoldan sana gelsinler" (el-Hac, 22/27) âyetini delil göstererek şöyle derler: Çünkü hac, farz-ı ayn olup bedenî ibadetlerdendir. O bakımdan tıpkı namaz ve oruçta olduğu gibi, azık bulmanın da, binek bulmanın da haccın vücup şartlarından olmaması gerekir. Yine derler ki: Eğer el-Huzt yoluyla gelen ve azık ile bineği öngören hadis sahih ise, biz bu hadisi insanların uzak bölgelerde bulunanların çoğunun durumuna ve umumî şekildeki hacc edişlerine hamlederek yorumlarız. Nitekim şeriatte olsun, Arapçada olsun, Arap şiirlerinde olsun, sözün mutlak olarak çoğunlukla görülen hale uygun kullanılması çokça görüten bir durumdur.

İbn Vehb, İbnü'l-Kasım ve Eşheb'in Malikten rivâyetlerine göre, ona bu âyeti kerimeye dair soru sorulunca şöyle demiş: Bu hususta insanlar, kendi takatlerine kolaylıklarına ve tahammül güçlerine göre mükelleftirler. Eşheb, Mâlik'e; Burada kasıt azık ve binek midir? diye sorunca şu cevabı verir: Hayır, Allah'a yemin ederim ki değil. Bu yükümlülük, ancak insanların takati oranındadır. Kişi kimi zaman azık ve binek bulmakla birlikte yolculuğa dayanamaz. Bir başkası ise, ayakları üzerinde yürüyerek gidecek gücü bulabilir.

5. Haccı Engelleyen Sebepler:

Hacca gidecek güç bulunmakla ve hac farz olmakla birlikte; kimi zaman -alacaklının kişiyi borcunu ödemeyinceye kadar yola çıkmaktan engellemesi gibi- bazı engeller ortaya çıkabilir. -Alacaklının bu engellemeyi yapabileceği hususunda görüş ayrılığı yoktur.- Yahut kişinin nafakalarını karşılamakla yükümlü bulunduğu çoluk çocuğu da olabilir. Böyle bir durumda, gidip dönünceye kadar yanlarında bulunmayacağı süre içerisinde nafakalarını sağlamadıkça haccetme mükellefiyeti yoktur. Çünkü bu şekildeki bir nafakayı hazırlamak, fevren (derhal) farzdır. Hac ise terâhî üzere (ertelenebilen türden) farzdır. O bakımdan, nafakaları sağlanması gereken çoluk çocuğa öncelik tanımak gerekir. Nitekim Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da şöyle buyurmuştur: "Kişinin nafakalarını sağlamakla yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter. " Aynı şekilde anne-babanın zayi olmasından korkmak, onun yerine onlara güzel bir şekilde bakacak kimselerin bulunmaması halinde de kişi için hacca yol bulabilme sözkonusu otmaz. Şayet ona duyacakları özlem ve kendisi olmadan yalnızlık çekecekleri gerekçesiyle onu engellemek isterlerse, buna önem verilmez.

Koca, hanımını hacca gitmekten alıkoyabilir. Alıkoyamayacağı da söylenmiştir. Sahih olan ise onu alıkoyabileceğidir. Özellikle de haccın fevren olmadığı görüşünü kabul edecek olursak.

Şayet -daha önce Bakara Sûresi'nde (2/164. âyet, 5. başlıkta) açıklanmış olduğu gibi- çoğunlukla yolculuklar esenlikle sonuçlanıyor ve kendisini denizin tutmayacağını biliyor ise, deniz yolculuğu engel değildir. Eğer deniz yolculuğunda çoğunlukla yerinden kalkamayacak hale geliyor yahutu namazı kılamayacak kadar başı dönüyor, midesi bulanıyor ise, o takdirde vacip olmaz. Yolcuların çokluğu ve yerin darlığı dolayısıyla secde etmek için yer bulamayacak olursa; Mâlik der ki: Eğer, ancak yolcu kardeşinin sırtı üzerinde rükû ve secde yapabilecek kadar izdiham oluyor ise, böyle bir yolculuğa çıkmasın. Daha sonra da: Hiç namaz kılamayacağı bir yerde yolculuk yapar mı?. Namazı terkeden kimsenin vay haline! diye İlavede bulunur.

Yolda cana kıymak istiyen yahut da belli bir sının tesbit edilemeyen, yada oldukça fazla bir miktar ile sınırlandırılabilecek kadar mal isteğinde bulunan düşman bulunuyor ise, hac sakıt olur. Ancak, fazla miktarda istekte bulunmaması halinde haccın sakıt olacağı hususunda görüş ayrılığı vardır. Şâfiî der ki: Bir cane dahi vermez ve böyle bir durumda hac farzı sakut olur.

Dilenci bir kimsenin eğer adeti dilencilik yapmak olup, zannı galibi ile kendisine birşeyler verecek kişi bulunacağı kanaatini taşıyor ise, haccetmesi vaciptir. Daha önce sözü geçen güç yetirebilme hususunu gözönünde bulundurmaya dair açıklamalara göre ise, vacip olmayacağı da söylenmiştir.

6. Serveti Bulunmakla Birlikte Yeterli Nakit Bulamayan Kimse:

Engeller ortadan kalkıp da kişi haccedecek kadar nakit bulamamakla birlikte, ticaret malları (emtiası) varsa, borçlu olması halinde borcunu ödemek için malından satmasına hükmedilen malları hac için satması, (böylelikle nakit ihtiyacını sağlaması) gerekir. İbnü'l-Kasım'a: Bir adamın mal olarak sadece bir kırbası bulunuyor, başka bir şeyi de yoksa, farz olan İslâm haccmı eda etmek için onu satıp da çoluk çocuğunun geçimlerini sağlayacak hiçbir şeye sahip olmaksızın bırakabilir mi? diye sorulunca şu cevabı vermiş: Evet, bunu yapmalı, çoluk çocuğunu da sadaka alacak durumda bırakmalıdır.

Ancak, sahih olan birinci görüştür. Çünkü Hazret-i Peygamber: "Kişinin geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri zayi etmesi, ona günah olarak yeter" diye buyurmuştur. Şâfiî'nin görüşü de budur.

Şâfiî'nin mezhebinde zahir (kuvvetli) olan görüş şudur: Hac ancak, gidip dönecek kadar masrafını karşılıyacak yeterli miktarda malı bulunan kimseler için farzdır. -Bunu el-îmlâ adlı eserinde ifade etmiştir.- Velevki bu kimsenin çoluk çocuğu bulunmasın.

Kimi fukaha da şöyle demiştir: Geri dönüş nazarı itibara alınmaz. Çünkü böyle bir kimsenin kendi beldesinde ikâmeti terk etmesinde fazlaca zorluk çekmesi sözkonusu değildin Çünkü onun, kendi beldesinde ne ailesi, ne çoluk çocuğu vardır. Böyle birisi için her belde bir vatandır. Ancak birinci görüş daha doğrudur. Çünkü kişi, meskeninden ayrıldığı için yalnızlık çektiği gibi, vatanından ayrılığından dolayı da yalnızlık çeker. Nitekim, evlenmemiş bir kimse zina edecek olursa, ona celde vurulmakla birlikte, şehrinden de sürgüne gönderilir. Şehrinde aile halkı olsun, olmasın farketmez.

Diğer taraftan Şâfiî, el-Üm adlı eserinde de şöyle demektedir: Eğer kişinin bir meskeni ve bir hizmetçisi bulunup da, hac dolayısıyla yanlarında bulunmayacağı bir sürede aile halkının nafakasını sağlayacak kadar malı varsa haccetmesi gerekir.

Bu ifadenin zahirinden anlaşıldığına göre o, kişinin, mesken ve hizmetçiden ayrı olarak fazladan haccedebilecek kadar bir malının bulunmasını nazarı itibara atmış bulunmaktadır. Çünkü o, hizmetçi ve meskene sahip olmayı, aile halkının nafakasından öne atmış görünmektedir. Sanki o, bütün bunlardan sonra (yeteri kadar malı varsa) demiş gibidir.

Arkadaşları (Şâfiî mezhebinin âlimleri) ise şöyle derler: Böyle bir durumda, meskenini ve hizmetçisini (kölesini) satması, bunun yerine aile halkı için de bir mesken kiralaması ve ücretle hizmet edecek birisini tutması gerekir.

Şayet ticaret yaptığı malı bulunup, ondan sağladığı kâr, kendisine ve çoluk çocuğuna yeterli gelebiliyor ve bu sürekli böylece devam ediyor ise, sermayesinden herhangi bir miktar harcadığı takdirde, sağladığı kârı azalacak ve böylelikle yetecek kadar kâr elde edemeyecek duruma düşecek olursa, sermayesinden harcayarak haccetmesi gerekir mi, gerekmez mi? hususunda iki görüş vardır.

Birinci görüş, (gerekir görüşü) Cumhûrun görüşüdür, sahih ve meşhur olan görüş budur. Çünkü, bir kimsenin eğer, geliri kendisine yetecek kadar bir akarı bulunuyor ise, hac etmek maksadıyla akarın aslım satması gerektiği hususunda görüş ayrılığı yoktur. Ticaret malı da aynen böyledir.

İbn Şureyh de der ki: Böyle bir durumda haccetmesi gerekmez, malını olduğu gibi bırakır ve sermayeden alarak hacca gitmez. Çünkü hac, o kimse hakkında yeteri kadar ihtiyacından sonra arta kalan malında vaciptir.

İşte bunlar, kişinin bedenen ve mali bakımdan yol bulabilmesi, güç yetirebilmesine dair açıklamalardır.

7. Hasta ve Kötürümün Durumu:

Hasta ve bineği üzerinde duramayacak kadar kötürümleşen ve âdeta hiçbir şeye güç yetiremediği için azaları tamamıyla takattan kesilmiş kimselerin, hacca yürüyerek gitme yükümlülüklerinin olmadığı hususunda icma bulunmakla birlikte, (diğer) hükümleri hususunda ilim adamlarının farklı görüşleri vardır. Çünkü, şanı yüce Allah'ın haccı gücü yetene farz kıldığı icma ile kabul edilmiştir. Hasta ve kötürümün ise, güç yetirmeleri sözkonusu değildir.

Mâlik der ki: Bir kişi kötürüm düşecek olursa, hac farziyeti üzerinden kesinlikle düşer. Masrafını karşılayarak yahut bedelsiz olarak haccedecek kimse bulabilse dahi farz haccı yerine getirmekle yükümlü değildir. Şayet, kendisine haccetmek farz olduktan sonra kötürümleşir ve yatalak düşerse, hac farziyeti de üzerinden kalkar. Hayatta kaldığı sürece herhangi bir kimsenin onun yerine hacca gitmesi câiz değildir.

Ancak, ölümündün sonra yerine haccedilmesini vasiyet edecek olursa, malının üçte birinden hesap edilmek üzere, onun yerine birisi hacca gönderilir ve bu yapılan hac da tatavvu olur. Delil olarak da Yüce Allah'ın:

"Kişi için çalıştığından başkası yoktur" (en-Necm, 53/39) âyetini göstermektedir. Böylelikle yüce Allah, kişi için çalışıp çabaladığından başka bir şeyin sözkonusu olmadığını haber vermektedir. Her kim: Kişi için başkasının çalışıp çabaladığı da vardır, diyecek olursa, âyetin zahirine muhalefet eder. Ayrıca yüce Allah'ın:

"Beyt'i haccetmesi üısanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" âyetini, da delil göstermektedir. Böyle bir kimse ise, gücü yeten bir kimse değildir. Çünkü haccetmek, mükellefin bizzat Beyt'e gitmeyi kast etmesi demektir.

Diğer taraftan hac bir ibadettir. Namazda olduğu gibi, bu ibadeti yerine getirmekten aciz olunması halinde, bunun hakkında nâiblik (vekâlet), bedel sözkonusu olmaz. Ancak, Muhammed b. el- Münkedir Cabir'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Yüce Allah, bir tek hac sebebiyle üç kişiyi cennete girdirir: Ölen kimseyi, yerine hac edilen kişiyi ve bu emri yerine getireni," Bunu Taberânî, Ebû’l-Kasım, Süleyman b. Ahmed şöylece rivâyet etmektedir: Bize, Amr b. Husayn es-Sedûsî anlattı, dedi ki: Bize Ebû Ma'şer anlattı, o, Muhammed b. el-Munkedir'den... deyip hadisin geri kalan bölümünü zikretmektedir.

Derim ki: Ebû Ma'şer'in ismi Necîh'dir. Ve bu, hadis âlimlerine göre zayıf bir ravidir.

Yerine hac etmesini emrettiği takdirde, emrini yerine getirecek bir kimse bulabilen müzmin hasta, kötürüm ve oldukça yaşlanmış ihtiyar hakkında Şâfiî, böyle bir kişi bir bakıma güç yetirebilen, yol bulabilen bir kimsedir, demektedir. Bu da iki türlü olur:

Birincisi; kendisinin yerine haccedecek kişiyi ücretle tutabilecek bir mal bulabilen birisinin farz haccı yerine getirmesi gerekir, Bu, Ali b. Ebi Tâlib (radıyallahü anh)'in görüşüdür. Ondan rivâyet edildiğine göre, o, henüz hacca gitmemiş, oldukça yaşlı birisine, bir adamın ihtiyacını karşıla, o senin yerine haccetsin, dediği rivâyet edilmiştir. es-Sevrî, Ebû Hanîfe, onun arkadaşları, İbnü’l-Mübârek, Ahmed ve İshak da bu görüştedirler.

İkinci durum ise, kişinin bedelsiz olarak kendisine itaat edecek ve onun. yerine haccedebilecek bir kimseyi bulabilme halidir. Böyle birisinin de Şâfiî, Ahmed ve İbn Rahaveyh'e göre, yerine haccedecek kimseyi göndermesi gerekir. Ebû Hanîfe ise, bu şekilde karşılıksız olarak haccedecek kimsenin bulunmasıyla -hiçbir şekilde- hac gerekmez, der.

Şâfiî görüşüne, İbn Abbâs’ın rivâyet ettiği şu hadisi delil göstermektedir: Has'amlılardan bir kadın, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a şöyle sordu: Ey Allah'ın Rasûlü, Allah'ın kullarına haccı farz kılma emri, babama binek üzerinde duramayacak kadar kocamış bir ihtiyar iken ulaştı. Onun yerine haccedeyim mi? Hazret-i Peygamber; "Evet" diye buyurdu. Bu husus ise. Veda harcında olmuştu,

Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: O, bineğinin sırtı üzerinde doğru dürüst duramıyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Onun yerine haccet. Ne dersin, eğer babanın üzerinde bir borç bulunsaydı, sen onu ödeyecek miydin?" Kadın; Evet deyince, Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha uygundur."

Böylelikle Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem), kızının kendisine itaat etmesi ve kendiliğinden onun yerine haccetmesi sebebiyle kişinin haccetmesini farz kılmıştır. Bu husus, kızın babasına itaati sebebiyle vacib olduğuna göre, ücretle birisini tutabilecek kadar mal bulabilmesi halinde, haccın ona vacib olması öncelikle sozkonusudur Eğer böyle bir kimseye haccının masrafları verilmekle birlikte, bu kişi, gönderenin emirlerine itaat etmeyecek olursa, sahih olan, böyle bir kimseyi ve onun kendisi yerine haccetmesini kabul etmekle yükümlü olmadığadır ve böyle birisine mal vermekle de kişinin hac edebilecek hale gelmeyeceğidir.

İlim adamlarımız derler ki: Has'amlı kadının hadisinden maksat, böyle birisi yerine haccetmenin tarz olduğunu ifade etmek değildir. Bundan maksat, sadece anne-babaya İyilik yapmayı, onların hem dünyevi, hem uhrevî maslahatlarına dikkat etmeyi, hem tabiat itibariyle, hem de şer'î yönden onlara menfaat sağlamayı kastetmektedir. Hazret-i Peygamber, kadının olumlu bir tepki gösterdiğini, babasına iyilik yapmak noktasında açıkça görülen samimi bir arzusunun bulunduğunu, ona hayır ve sevap ulaştırma isteğini görüp, haccın bereketinden mahrum kalmasından üzüldüğünü tesbit edince, ona bu şekilde karşılık vermiştir. Nitekim Hazret-i Peygamber: Benim annem haccetmeyi adadı, fakat ölünceye kadar hac edemedi. Onun yerine hac edeyim mi? diye soran kadına da: "Sen onun yerine haccet. Çünkü annenin üzerinde bir borç olsaydı, ne dersin onun borcunu öder miydin?" diye sorunca, kadın da: Evet diye cevap vermişti.

İşte bunda bü gibi hususların nafileler ve Ölülere iyilik ve hayırlar ulaştırmak kabilinden olduğuna delâlet eden ifadeler vardır. Çünkü, gördüğünüz gibi, Hazret-i. Peygamber onlar yerine haccetmeyi borç ödemeye benzetmiştir. İcma ile kabul edilen görüşe göre ise, bir kimse borçlu olarak ölür ise, onun velisinin o borcu, kendi öz malından ödemesi icab etmez. Eğer tatavvu olarak bunu ödeyecek olursa, onun yerine bu borç da ödenmiş olur. Hadiste sözü geçen haccetmenin, kadının babası üzerine Tarz olmadığının delillerinden birisi de, kadının açıkça belirttiği "güç yetiremiyor" ifadesidir. Güç yetiremeyene de hac zaten farz değildir, İşte bu da böyle bir şeyin vacip olmayacağını ve farz olmadığını açıkça ortaya koyar O bakımdan hadisin baş tarafından kat'i olarak nefyolunan (farziyet) hususunun, sonunda zannî olarak sabit olması mümkün değildir. Zaten Hazret-i Peygamber'in: "Allah'ın borcunun ödenmesi daha bir lâyıktır" ifadesi de bunu ortaya koymaktadır. Çünkü bu hadisin zahiri üzere olmadığı icma ile kabul edilmiştir. Zira, kulun borcunun ödenmesinin önceliği vardır. Ve öncelikle kulların borçlarının ödenmeye başlanacağı icma ile kabul edilmiştir. Çünkü Âdemoğlu muhtaçtır, Yüce Allah'ın ise ihtiyacı yoktur. Bu açıklamaları İbnü'l-Arabî yapmıştır.

Ebû Ömer İbn Abdi'l-Berr'in naklettiğine göre ise, Mâlik ve arkadaşlarının görüşüne göre, Has'amlı kadın ile ilgili hadis, ona has bir hükmü ifade eder. Başkaları da şöyle demektedir: Bu hadiste bir ızdırap vardır. İbn Vehb ile Ebû Mus'ab şöyle demişlerdir: Bu, özel olarak baba hakkında böyledir. İbn Habib ise şöyle demektedir: Kendisini tutup kaldırabilecek kimsesi bulunmayan ve hac edemeyen yaşlı kimse ile, haccetmeksîzin ölen kimse hakkında vasiyet etmeyecek olsa dahi, evladının onun yerine haccedebileceği hususunda ruhsal varid olmuştur. Ve böyle bir hac, o kimse için yüce Allah’ın izniyle yeterli olur. Bu açıklamalar ise, kötürüm ve benzeri kimseler hakkında sözkonusudur.

Has'amlı kadının durumu ile ilgili hadisi, hadis İmâmları rivâyet etmiş olup, bu, el-Hasen'in: "Kadının, erkeğin yerine haccetmesi câiz değildir" şeklindeki görüşünü de reddetmektedir.

8- Yol Azığı Bulamayan Kimse, Yapılan Bağışı Kabul Edebilir mi?

İlim adamları, icrnâ' ile şunu kabul etmişlerdir: Şayet mükellefin yol azığı bulunmuyor ise, onun haccetmesi i'arz değildir. Eğer, yabancı bir kimse kendisine haccedeceği bir malı hibe olarak verecek olursa, bu konuda minnet alımda kalacağından dolayı icmâ' ile bunu kabul etmekle mükellef değildir.

Bir kişi, babasına bir mal hibe edecek olursa, Şâfiî şöyle demiştir: Böyle bir hibeyi kabul etmesi gerekir, Çünkü evlat, kişinin kendi kazanandandır. Ve bu hususta babaya minnet sözkonusu edilmez. Mâlik ve Ebû Hanîfe ise, böyle bir hibeyi kabul etmekle mükellef değildir, derler. Çünkü, böyle bir durumda baba oluşun saygısı ortadan kalkar. Zira bu durumda o, babasını mükâfatlandırmış, babasının hakkını ödemiştir, denilebilir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır

9. Haccetme İmkânı Olmakta Birlekte Haccetmemenin Hükmü ve Cezası:

Yüce Allah'ın:

"Kim inkâr ederse, bilsin ki doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti ile ilgili olarak, İbn Abbâs ve başkaları şöyle demişlerdir: Yani, kim haccın farz olduğunu inkâr eder ve onun yerine getirilmesi gerekli olmadığı görüşüne sahip olursa,,, demektir. Hasan-ı Basrî ve başkaları da derler ki: Şüphesiz, haccedebilecek gücü olmakla birlikte haccı terkeden bir kimse kâfirdin Tirmizî de el-Hâris yoluyla Ali (radıyallahü anh)'dan şöyle dediğini rivâyet eder: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Her kim kendisini Allah'ın Evine ulaştıracak bineğe ve azığa sahip olur da haccetmeyecek olursa, artık o kimse, ister yahu di, isler hıristiyan ölsün. Çünkü, Allah, Kitabında: "Ona yol bulabilen herkesin, Beyt'i haccetmesi, insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır" diye buyurmaktadır." Ebû Îsa (et-Tirmizî) der ki; "Bu, garip bir hadistir. Biz bunu ancak bu yoldan biliyoruz. İsnadı hakkında tenkidlerde bulunulmuştur. Hilal b. Abdullah ise, meçhul bir ravidir- Haris de zayıf kabul edilmektedir."

Buna yakın bir rivâyet de Ebû Umame ile Ömer b. el-Hattâb (r. anhuma)’dan nakledilmektedir.

Abdu Hayr b. Yezid'den, o, Ali b. Ebî Talib (radıyallahü anh)'dan rivâyet edildiğine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) irad ettiği bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Ey insanlar, muhakkak Allah size, ona yol bulabilen kimselere haccetmeyi farz kılmıştır. Kim bunu yapmayacak olursa, hangi halde dilerse öylece ölsün. İster yahudi, ister hıristiyan, isterse de mecusî olarak (ölsün). Ancak hastalık, yahut zalim bir yönetici gibi bir özrü bulunması hali müstesna. Şunu bilin ki, bu şekilde (özrü bulunmayan) olan kimsenin şefaatimden de bir payı yoktur, Havz'ıma da gelmeyecektir."

İbn Abbâs da dedi ki; Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Her kimin yanında kendisini hacca ulaştıracak kadar bir mal bulunup da haccetmez veya zekât düşen bir malı bulunup da onun zekâtını vermezse, ölüm esnasında geri döndürülmeyi isteyecektir." Ey İbn Abbâs, biz bu cezanın kâfirler hakkında sözkonusu olduğu görüşüne sahiptik, dediler. Bunun üzerine İbn Abbâs şöyle dedi: Bu hususta ben de size Kur'ân-ı Kerîm'den bir bölüm okuyayım:

"Ey îman edenler, mallarınız da, evlatlarınız da sizi Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Kim bunu yaparsa, işte onlar zarara uğrayanların tâ kendileridir. Her hangi birinize ölüm gelip de: Rabbim beni yakın bir zamana kadar geciktirseydin de sadaka verseydim ve salihlerden olsaydım, diyeceği vakit gelmeden evvel, Bizim size verdiğimiz rızıktan infak edin."

el-Hasen b. Salih, Tefsir'inde der ki: "(Beni döndürün) ki, zekât vereyim, hac edebileyim (diyecektir, anlamındadır)".

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'den rivâyet edildiğine göre, bir adam kendisine bu âyet-i kerîme hakkında soru sormuş, o da şöyle buyurmuştur: "Her kim, hac eder de bundan bir sevap ummaz, yahut (haccetmeyip) oturur da bir ceza alacağından korkmazsa, onu inkâr etmiş olur."

Katâde, el-Hasen'den şöyle dediğini rivâyet etmektedir: Ömer (radıyallahü anh) dedi ki: Ben, belli başlı şehirlere bir takım kimseler göndermek istedim. Bunlar, malı bulunduğu halde haccetmeyenleri tesbit etsinler ve onu cizyeye bağlasınlar.

İşte yüce Allah'ın:

"Kim inkâr ederse bilsin ki, doğrusu Allah, âlemlere muhtaç değildir" âyeti bunu anlatmaktadır.

Derim ki: Bu âyet, haccı terketmenin ağır bir vebal olduğunu ifade etmek sadedindedîr. Bundan dolayı ilim adamlarımız şöyle demişlerdir: Bu âyet-i kerîme şunu ihtiva etmektedir: iler kim gücü yettiği halde haccetmeksizin ölecek olursa, onun hakkında tehdit sözkonusu olur ve başkasının onun yerine haccetmesi yeterli olmaz. Çünkü, başkasmın haccetmesi, üzerinden farzı kaldırmış olsaydı, elbetteki tehdit de sözkonusu olmazdı. Doğrusunu en iyi bilen Allahtır.

Saîd b. Cübeyr de der ki: Gücü yettiği halde haccetmeyen bir komşum ölecek olsa, gidîp onun cenaze namazını kılmam.

97 ﴿