11

Hani O, kendi katından bir emniyet olmak üzere sizi hafif bir uykuya büründürüyordu. Sizi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklara sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiriyordu.

Yüce Allah'ın:

"Hani O... sizi hafif bir uykuya büründürüyordu" âyetinde iki mef'ûl vardır. Bu da Medinelilerin kıraati olup fiilin yüce Allah'a izafe edilmesi dolayısıyla güzel bir kıraattir. Çünkü daha önce yüce Allah'ın ism-i şerifi: "Yardım yalnız Allah katındandır" âyetinde geçmiş bulunmaktadır. Ayrıca bundan sonra da; "Üstünüze... indiriyordu" âyeti geçmektedir. Burada da fiil yüce Allah'a izafe edilmektedir. Aynı şekilde uykuya büründürmek de ifadeler arasında uygunluk (müşâkelet) ortaya çıkması için yüce Allah'a izafe edilir.

İbn Kesîr ve Ebû Amr ise, fiili hafif uykuya izafe ederek; "O hafif uyku sizi bürüyordu," şeklinde okumuşlardır. Bu kıraatin delili ise,

"Bir emniyet ve bir uyuklama indirdi ki, içinizden bir kısmını örtüp bürüyordu" (Âl-i İmrân, 3/154) âyetidir.

Bu âyette

"bürümek" anlamını veren fiil, hem "ye" ile, hem de "te" ile okunmuştur. Bu okuyuşlara göre de fiil, ya uykuya veya güvenliğe izafe edilmiştir. Burada geçen güvenlik, bizzat hafif uykunun (ya da uyuklamanın) kendisidir. Yüce Allah, bu uyuklamanın müslümanları bürüyen şey olduğunu haber vermektedir. Diğerleri ise;

"Sizi... büründürüyordu" şeklinde "ğayn" harfini üstün, "şin" harfini de şeddeli okumuşlar,

"Hafif bir uykuya" kelimesini de nasb ile okumuşlardır. Bu da Nâfi'in kıraatinin manasına göre böyle okunur. Bu iki okuyuş; "Bürüdü ve büründürdü" anlamında iki ayrı söyleyiştir. Nitekim yüce Allah (bu iki söyleyişin her birine örnek olmak üzere) şöyle buyurmaktadır:

"Onları(n gözlerini) örttük (bağladık)" (Yasin, 36/9);

"Onu örttüğü şeyler ile örttü." (en-Necm, 53/54) Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Sanki yüzleri... büründürülmüş gibidir." (Yûnus, 10/27) Mekkî de der ki: Burada tercih edilen görüş, "ya" harfinin ötreli ve şeddeli okunuşu, buna karşılık; Hafif bir uyku" kelimesinin nasb ile okunmasidır. Çünkü ondan sonra gelen ifade: "Kendi katından bir emniyet olmak üzere" şeklinde olup, Kendi kâtından" lâfzındaki zamir, Allah'a racidir. Hafif uykuyu onlara büründüren O'dur. Diğer taraftan çoğunluk da bu şekilde okumuştur. Bunun: Düşmandan yana size güvenlik olmak üzere; anlamına geldiği de söylenmiştir.

"Bir emniyet olmak üzere" âyeti mef'ûlün leh yahut mastardır. şeklindeki mastarların hepsinin anlamı (güvenlik, emniyet demek olup) aynıdır.

"Hafif uyku (veya uyuklama)", korkmayan ve güvenlik içerisinde bulunanın halidir, İşte bu hafif uyku da ertesi gün Savaşın yapılacağı gecede olmuştu. Önlerinde oldukça önemli bir husus bulunmakla birlikte uyumaları hayret verici birşeydi. Fakat Allah onların korkularını dindirmişti. Ali (radıyallahü anh)'dan, dedi ki: Bedir günü aramızda süvari olarak yalnızca el-Mikdad vardı. Onun da siyah beyaz bir atı vardı. Ben o Savaşta bulunan bizlerden, kimi gördümse hep uyuyorduk. Ancak Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bir ağacın altında sabaha kadar namaz kıldı ve ağladı. Bunu el-Beyhakî zikretmiştir. İbn Kesîr, II, 562'de Hafız EM Ya'lâ ta rafından kaydedildiğini bildirmektedir. el-Heysemî, Mecmau'z-Zevaid, VI, 69'dîi İbn Abbâs'tan gelen rivâyete göre su taşımak için kullanılan yüz deveden başka, iki atın bulunduğu ve bunlara sıra ile binildiği kaydedilmektedir.

el-Maverdî der ki: Bu gecede yüce Allah'ın onlara gelen uykuyu hatırlatarak minnette bulunması iki bakımdandır: Birisi onların ertesi gün Savaşın yapılacağı gecede dinlenmelerini sağlayarak onları güçlendirmesi, diğeri ise kalplerinden korkunun izale edilmesiyle onlara güvenlik sağlamasıdır. Nitekim şöyle denmektedir: Güvenlik, uyku getirir, korku ise uyutmaz.

Safların karşı karşıya geldiği sırada onları uykuya büründürdüğü de söylenmiştir. Buna benzer bir hususun, Uhud gününde sözkonusu olduğu Âl-i İmrân Sûresi'nde (Bk. 3/154. âyetin tefsiri) açıklanmıştı.

Yüce Allah'ın:

"Sîzi onunla tertemiz yapmak, sizden şeytanın pisliğini gidermek, kalplerinizi pekiştirmek ve onunla ayaklarınıza sebat vermek için de üstünüze gökten bir su indiriyordu" âyetinin zahirinden anlaşıldığına göre; Kur'ân-ı Kerîm bununla uyumanın yağmurdan önce olduğuna delâlet etmektedir.

İbn Ebi Necih ise der ki: Yağmur, uykudan önce olmuştu. ez-Zeccâc'ın naklettiğine göre, kâfirler Bedir günü mü’minlerden önce Bedir suyunun başına varmışlar ve orada konaklamışlardı. Mü’minler susuz kalmışlardı. Bu sefer korkuya kapıldılar, susuzluk çekmeye başladılar, cünüp oldular ve hatta bu şekilde namaz kıldılar. Kimileri kendi içinden şeytanın vesvesesinin etkisiyle şöyle demişti: Biz Allah'ın dostları olduğumuzu iddia ediyoruz. Resûlüllah da aramızda bulunmaktadır. Halbuki biz bu durumda, müşrikler ise suyun başında bulunuyorlar. Bunun üzerine yüce Allah, Bedir gecesi, Ramazanın onyedinci günü, vadiler sel olup taşıncaya kadar yağmur yağdırdı. Böylelikle hem su içtiler, hem temizlendiler, hem bineklerine de su verdiler. Kendileri ile müşrikler arasında bulunan kıraç ve kaypak arazi sertleşti ve bunun sonucunda müslümanların ayakları orada Savaş sırasında sağlam bastı.

Şöyle de denilmiştir: Bu haller, müslümanların Bedir'e ulaşmalarından önce olmuştu. Bu görüş daha sahihtir. İbn İshâk'ın Siret'inde ve başkalarının zikrettiği de budur. Kısaca olay şöyle olmuştu: İbn Abbâs der ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'a Ebû Süfyan'ın Şam'dan dönmekte olduğu haberi ulaşınca, müslümanları onlara karşı çıkmaya teşvik edip şöyle dedi: "İşte beraberinde mallar bulunan Kureyş'in kervanı. Haydi onların önüne çıkınız. Olur ki Allah bu kervanın mallarını size nafile (ganimet) olarak İhsan eder." Bunun üzerine elini çabuk tutup hazırlanabilenler Hazret-i Peygamber ile yola koyuldu. Kimisi işi ağırdan tuttu ve onunla çıkmaktan hoşlanmadı. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) ise, kendisinin mazeretli olduğunu ortaya koyan hiçbir kimseye iltifat etmeksizin çabucak yola koyuldu. Bineği bulunmayanı da beklemedi. Böylelikle o, Muhacir ve Ensar'dan oluşan ashâbından üçyüz onüç kişi ile yola koyuldu.

Buhârî'de ise el-Berâ b. Âzib'den şöyle dediği kaydedilmektedir: Muhacirler Bedir günü seksen küsur kişi, Ensar ise ikiyüzkırk küsur kişi idiler. Buhârî, Meğâzî 6.

Yine Buhârî, el-Bera'dan şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, kendi aramızda Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbının Talut ile birlikte nehri aşan adamlarının sayısınca, üçyüz on küsur kişi olduğunu söylerdik. Ki onunla birlikte mü’min olmayan kişi nehri geçmemişti. Buhârî, Meğâzî 6.

Beyhakî de Ebû Eyyub el-Ensarî'den şöyle dediğini kaydetmektedir: Biz, "Bedir'e" çıktık. Bir ya da iki gün yol aldıktan sonra Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bize sayımızı tesbit etmemizi emretti. Biz de onun emrini yerine getirdik, üçyüz onüç kişi olduğumuzu gördük. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sayımızı haber verince, o bundan dolayı sevindi, yüce Allah'a hamd edip: "Talut'un adamları sayısıncasınız" diye buyurdu. Bu anlamdaki birkaç rivâyeti Buhârî, Meğnzîö'da zikretmektedir.

İbn İshâk der ki: Herkes hep birlikte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın herhangi bir Savaş hali ile karşılaşmayacağını sanmıştı. O bakımdan bu işe hazırlananlar çok olmadı. Ebû Süfyan ise Hicaz bölgesine yaklaşınca, haberleri araştırmak üzere casuslar gönderir, karşılaştığı kafilelere insanların mallarına zarar gelir korkusuyla durumu soruştururdu. Nihayet kafilelerden birisinden: Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) insanları size karşı çıkmak üzere sefere davet etti, diye bir haber aldı.

Bunun üzerine tedbir aldı ve Gıfarlı Damdam b. Amr'ı ücretle tutarak Mekke'ye gönderdi, Ona, Kureyşlilere gidip mallarını korumak üzere sefere çıkmalarını ve Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın ashâbı ile birlikte kervanın karşısına çıkmak istediğini bildirmesini istedi. Damdam, Ebû Süfyan'ın dediklerini yaptı. Mekkeliler de bin kişi veya o civarda Savaşçı ile yola çıktılar.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) da ashâbı ile çıktı ve kendisine Kureyşlilerin kervanlarını korumak üzere Mekke'den çıktıklarına dair haber ulaştı. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) beraberindekilerle istişarede bulundu. Ebû Bekir kalktı, konuştu ve güzel konuştu. Daha sonra Ömer kalktı, o da konuştu, güzel şeyler söyledi.

Daha sonra el-Mikdad b. Amr ayağa kalkıp şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın sana emrettiği ne ise onun doğrultusunda yürü. Biz de seninle beraberiz. Allah'a yemin ederiz, İsrailoğullarının:

"Sen ve Rabbin gidiniz de ikiniz onlarla Savaşın. Biz de burada oturanlarız" (el-Mâide, 5/24) dedikleri gibi demeyiz. Şunu söyleriz: Sen ve Rabbin gidiniz, Savaşınız. Biz de sizinle birlikte Savaşacağız. Seni hak ile gönderen hakkı için eğer sen Berk el-Ğimâd'a -Habeşistan'daki bir şehiri kastediyor- yürüyecek olsan, şüphesiz biz de orada seninle birlikte çarpışırız.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bundan dolayı sevindi ve ona hayırla duada bulundu, sonra da şöyle buyurdu: "Ey insanlar bana görüşlerinizi belirtiniz." Bununla Ensar'ı kastediyordu. Çünkü-Ensar hazır bulunanların sayıca çoğunluğunu teşkil ediyordu ve Akabe'de Hazret-i Peygamberle bey'ati eştikleri sırada, Ey Allah'ın Rasulü demişlerdi. Şüphesiz bizler sen yurdumuza ulaşıncaya kadar başına geleceklerden kendimizi sorumlu tutmayız. Ama bize ulaştın mı, artık sen bizim himayemizdesin. Kendimizi, çoluk çocuğumuzu ve hanımlarımızı nasıl ve neden koruyor isek, seni de öylece koruyacağız.

İşte Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Ensar'ın Medine dışında kendisine yardım etmekle yükümlü olmadıkları görüşüne sahip olmalarından ve kendisinin de onları şehirleri dışında bir düşmana karşı götürme hakkına sahip olmadığı kanaatini taşıyacaklarından korkuyordu.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) bu sözlerini söyleyince, Sa'd b. Muaz -Sa'd b. Ubade de denilmektedir, o gün her ikisinin de konuşmuş olmaları da mümkündür- şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, sanki sen bu sözlerinle biz Ensar topluluğunu kastediyor gibisin. Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) "evet" diye buyurunca, Sa'd şunları söyledi:

Şüphesiz biz sana îman ettik. Sana uyduk. Allah sana neyi emrettiyse o yolda yürü. Seni hak ile gönderene yemin ederiz ki, eğer sen bizimle birlikte şu denize dalacak olursan ve sen de dalarsan şüphesiz seninle birlikte biz de ona dalarız.

Bunun üzerine Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurdu: "Allah'ın bereketi üzere yola koyulunuz. Ben sanki ölü yıkılacak olanların yıkılacakları yerleri görür gibiyim."

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) yola koyuldu ve Kureyşlilerden önce Bedir suyuna vardı. Allah'ın, Kureyşlilerin üzerine indirmiş olduğu büyük bir yağmur, onların daha önce Bedir suyuna varmalarını engelledi. Buna karşılık o yağmurdan müslümanlara ayakların gömüleceği kadar yumuşak olan vadinin kumlarını sadece sertleştiren ve böylelikle yürümelerini kolaylaştıran miktarı isabet etmişti.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir sulan arasında Medine'ye en yakın olan suyun yanı başında konakladı.

el-Hubab İbnü'l-Münzir b. Amr b. el-Cemuh, Hazret-i Peygamber'e bu hususta başka bir görüş sunarak ona şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, acaba bu Allah'ın sana konaklamanı emrettiği ve bizim daha ilerisine de geçemeyeceğimiz, yahut gerisinde de kalamayacağımız bir yer midir, yoksa bu konudaki görüşünüz Savaş ve Savaş taktiği gereği midir? Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Hayır, bu husustaki görüşümüz, Savaş ve taktik gereği burada konakladık" deyince, el-Hubab şöyle dedi: Ey Allah'ın Rasulü, bu senin için uygun bir konaklama yeri değildir. Haydi bizi onlara en yakın suyun başına götür, oraya konaklayalım ve onun gerisinde kalan diğer kuyulan ise kapatalım. Sonra bizler bu suyun çevresinde bir havuz yapalım, o havuzu su ile dolduralım. Biz bu sudan içerken, onlar içecek su bulamasınlar.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) onun bu görüşünü güzef buldu ve dediği şekilde hareket etti. Daha sonra müslümanlarla Kureyşliler karşı karşıya geldiler, Allah Peygamberine ve müslümanlara zafer verdi. Müşriklerden yetmiş kişi öldürüldü, yetmiş kişi de ashâb alındı. Mü’minlerin onlardan intikamını aldı. Allah, hem Rasulünün göğsüne, hem de ashâbının göğsüne onlara karşı duydukları öfkeden dolayı su serpmiş oldu. İşte bu hususu dile getirmek üzere Hassan b. Sabit şu şiiri söylemiştir:

"Kum tepesi üzerindeki Zeynep yurdunu bilip tanıdım

Yeni, taze yaprak üzerindeki yazı hattı gibi;

Rüzgârlar onu evirip çeviriyor ve baharın

Bol bol yağmur yağdıran her bir bulutu

Artık orası yıkılıp döküldü ve o sevgili orada sakinken,

Şimdi orası harabeye döndü

Artık bırak hergün hatırlamayı da

O kederli kalbe hararetini geri ver

O kusuru bulunmayanı haber ver bana

Doğrulukla; yalancının haberi gibi olmasın

Bedir sabahı yüce Allah'ın yaptıklarını

Bizim için o müşriklerdeki hezimet payını

O sabah vakti ki, âdeta onların toplulukları

Batı tarafında temelleri ortaya çıkmış (binayı) andırıyordu

Biz de onları bizden bir toplulukla karşıladık

Orman arslanları gibi gencimizle, yaşlımızla

Muhammed'in önünde ona karşı destek verdiler

Düşmana karşı Savaşın kızgınlığında

Ellerinde ince keskin kılıçlar olup

Güçlü, şerefli ve deneyimli herkesle beraber

O şerefli ve asil Evsoğulları ile onları destekleyen

O sapasağlam dinde Neccar oğulları da

Ebû Cehl'in yanından yere yıkılmışken geçtik

Utbe'nin yanından da; onları toprak üzerinde bırakarak

Şeybe'yi de nesebleri sorulacak olursa,

Hatırı sayılır neseblere yiğitler arasında terkettik

Resûlüllah seslendi onlara, onları yığınlar halinde kuyuya attığımız vakit

Benim söylediğim sözün hak olduğunu görmediniz mi

Ve Allah'ın emri ta kalplere işler

Konuşamadılar, konuşsalardı diyeceklerdi ki:

İsabet ettin, sen gerçekten isabetli görüşün sahibiydin."

Burada açıklamamız gereken üç husus vardır:

1. Mahlukatın Şerefinin Kaynağı:

Mâlik der ki: Bana ulaştığına göre Cebrâîl (aleyhisselâm), Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a sormuş: Aranızda Bedir'e katılanların durumu nedir? Hazret-i Peygamber: "Onlar bizim hayırlılarımızdır" diye cevap verince Cebrâîl: "Bizim aramızda da onlar böyledir" demiş. Buhârî, Meğâzî 12.

İşte bu, mahlukatın şerefinin bizzat kişilerin şahsı ile ilgili olmadığını, yapılan işlerle ilgili olduğunu göstermektedir. Meleklerin sürekli teşbihe devam etmek gibi şerefli davranışları vardır. Bizim de İtaatte ihlaslı davranmak suretiyle yaptığımız işlerimiz vardır.

İtaatlerin fazileti şeriatın onları faziletli diye cesbit etmesiyle ortaya çıkar. Bu itaatlerin en faziletlisi ise cihaddır. Cihadın en faziletlisi ise Bedir günüdür. Çünkü İslâm'ın yapısı onun üzerinde yükselmiştir.

2. Ganimet Elde Etmek Üzere Savaş Çağrısı:

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın kervanı karşılamak üzere çağrıda bulunması, ganimet elde etmek kastıyla Savaşa çağırmanın câiz oluşuna delildir. Çünkü ganimet helal bir kazançtır. Bu da Mâlik'in, böyle bir şeyi mekruh görmesi şeklindeki kanaatini reddetmektedir. Çünkü Mâlik şöyle der: Bu maksatla yapılacak Savaş, dünyalık için bir Savaştır. Ayrıca, -ganimet için Savaşanınki değil de-Allah'ın ismi en üstün olsun diye Savaşanın Savaşı, Allah'ın yolundadır, şeklindeki Peygamberi âyet ile kastedilen şudur: Eğer böyle bir kimsenin maksadı yalnızca ganimet elde etmek olup dini hiçbir maksadı yoksa o ganimet için Savaşmış olur.

İkrime, İbn Abbâs'tan şöyle dediğini rivâyet eder: Bedir Savaşı sona erdikten sonra Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'a, haydi artık kervana gidelim. Çünkü onu koruyacak birşey kalmadı, dediler. Bu sefer esirler arasında bulunan el-Abbas ona şöyle seslendi: Bu uygun birşey olmaz. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ona: "Neden"? diye sorunca, şöyle dedi: Çünkü Allah sana iki taifeden birisini vadetmişti. İşte Allah sana vadettiğini vermiş bulunuyor. Bunun üzerine Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Doğru söyledin" diye buyurdu. Hazret-i Abbas ise bu bilgiyi Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın konuşmalarından ve Bedir ile ilgili açıklamalardan öğrenmiş, konuşma esnasında bu hususu da işitmişti.

3. Ölümün Mahiyeti:

Müslim'in, Enes b. Mâlik yoluyla gelen rivâyetine göre, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) Bedir'de (müşriklerden) öldürülenleri üç gün terkettikten sonra onların bulundukları yerde ayakta olduğu halde onlara seslenip şöyle dedi: "Ey Ebû Cehil b. Hişam, Ey Ümeyye b. Halef, Ey Utbe b. Rabia, Ey Şeybe b. Rabia, Rabbinizin size va'dettiğini gerçek olarak buldunuz değil mi? Şüphesiz ki ben, Rabbimin bana vadettiğinin gerçek olduğunu gördüm."

Hazret-i Ömer Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)'ın sözünü işitince, Ey Allah'ın Rasulü dedi. Onlar nasıl işitebilirler ve onlar kokmuş leşler haline geldikten sonra nasıl cevap verebilirler?

Hazret-i Peygamber şöyle buyurdu: "Nefsim elinde olana yemin ederim, sizler benim sözlerimi onlardan daha iyi işitiyor değilsiniz. Şu kadar var ki onlar cevap veremiyorlar."

Daha sonra Hazret-i Peygamberin emir vermesi üzerine sürüklendiler ve Bedir'deki kuyuya atıldılar. Müslim, Cennet 77; Nesâî, Cenâiz 117; Müsned, IH, 104, 219-220, 263.

Hazret-i Ömer'in "nasıl işitirler?" sözü, adet gereği böyle bir şeyi uzak gördüğünü ifade eder. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de ona, onların da tıpkı canlılar gibi işittiklerini söyledi. İşte bu, ölümün katıksız bir yokluk ve bir fena oluştan ibaret olmadığını, aksine ölümün sadece ruhun beden ile ilişkisinin kesilip ondan ayrılması ve ikisi arasına bir engel girerek bir hal değişikliği ve bir dünyadan öbür yurda geçiş olduğunu göstermektedir. Nitekim Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz ki, ölü kabrine konulup, sahipleri onu bırakıp geriye döndüklerinde muhakkak o, onların ayak seslerini dahi işitir." Buhârî, Cenâiz 68, 87; Müslim, Cennet 70; Ebû Dâvûd, Cenâiz 74, Sürene 24; Nesâî, Cenâiz 108-110; Müsned, III, 126. Bu hadisi de Sahih(i Buhârî) rivâyet etmiştir.

Yüce Allah'ın:

"Onunla ayaklara sebat vermek" âyetindeki "o" zamiri, önceden de geçtiği üzere, ayakların gömüldüğü yumuşak kumlu vadinin sertleşmesini sağlayan suya attir. Bu zamirin, kalplerin pekiştirilmesine ait olduğu da söylenmiştir. Buna göre, ayaklara sebat verilmesi, Savaş mahallinde ilahi yardım ve zafer verilmesinden ibaret olur.

11 ﴿