77

Yine gittiler. Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar. Ora halkından yiyecek İstediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar buldular. O bu duvarı doğrultuverdİ. Dedi ki: "Dileseydin, elbet buna karşılık bir ücret alırdım."

Bu âyetlere dair açıklamalarımızı onüç başlık halinde sunacağız;

1- Misafir Kabul Etmeyen Kasaba Halkı:

"Nihayet bir kasaba ahalisinin yanına vardılar." Müslim'in, Sahih'inde Uheyy b. Ka'b'dan, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan (şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Adi ve bayağı kimselere uğradılar. Bunlar meclisleri dolaştılar da "ora halkından yiyecek istediler. Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler. Orada yıkılmaya yüz tutmuş" -meyletmiş, yan yatmış demek istiyor- "bir duvar buldular da" Hızır eliyle "bu duvarı doğrultuverdi." Mûsa ona dedi ki: Biz bunların yanına bizi misafir etmeleri için geldik, onlar bize yiyecek dahi vermediler. "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın. O da dedi ki: İşte bu benimle senin ayrılışımızdır. Dayanamadığın şeylerin İç yüzünü sana haber vereyim." Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki: "Allah, Mûsa'ya rahmet buyursun. İsterdim ki sabretmiş olsun- tâ ki Allah bize onların haberlerini anlatsın." Müslim, Fedâil 170; Buhârî, İlm 44

2- Misafir Etmeyen Kasabanın Kimliği:

İlim adamları bu kasabanın hangisi olduğu hususunda farklı görüşlere sahiptirler. Katâde'nin dediğine göre bu Ubulle'dir. Muhammed b. Şîrîn de böyle demiştir. Bu en cimri ve semadan (ilahi rahmetten) en uzak bir kasabadır. Buranın Antakya olduğu söylendiği gibi, Endülüs'te bir adadaki bir kasaba olduğu da söylenmiştir. Bu da Ebû Hüreyre ve başkalarından rivâyet edilmiştir. Bunun el-Cezîreıu’l-Hadra (yeşil ada) olduğu söylenir.

Bir kesim de burasının Azerbaycan taraflarında Bacervan diye bilinen bir yerdir. Süheylî de buranın Berkâ olduğunu nakletmektedir, es-Sa'lebî der ki: Bu, Nasıra diye bilinen ve hristiyanların da kendilerine nisbet edildiği, Bizans şehirlerinden bir şehirdir.

Bütün bu görüş ayrılıkları Mûsa (aleyhisselâm)ın kıssasının yeryüzünün hangi tarafında cereyan ettiği ile ilgili görüş ayrılıklarına binaendir. Bunun hangisinin gerçek olduğunu en iyi bilen Allah'tır.

3- Benzer Hallerde Farklı Tutumlar:

Mûsa (aleyhisselâm), Şuayb'ın kızlarının koyunlarını suladığı vakitteki yemeğe olan ihtiyacı Hızır ile birlikte kasabaya geldikleri vakittekinden daha fazlaydı. O, Şuayb'ın kızlarından yiyecek istemeksizin ilk iş olarak koyunlarını suladı. Kasabada ise Hızır'la birlikte yiyecek istediler. Bu hususta ilim adamlarının değişik, etraflı açıklamaları vardır. Bunlardan birisi şudur: Mûsa, Medyen'deki olayda tek başına idi. Hızır kıssasında ise başkasına tabi idi.

Derim ki: Bu kıssanın baş. taraflarında beraberindeki delikanlıya söylediği:

"Kuşluk yemeğimizi getir. Bu yolculuğumuzdan gerçekten yorgun düştük."(Kehf, 18/62) sözleri de bu manayı ihtiva etmektedir. Arkadaşı Yûşa ile birlikte oluşuna uygun bir şekilde açlığını hissetmiş oldu. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Şöyle de açıklanmıştır: Mûsa'nın bu yolculuğu bir te'dib yolculuğu olduğundan dolayı, zorlukları karşılamak işi ona bırakıldı. Ancak öbür yolculuğu bir hicret yolculuğu idi. O bakımdan ilahi yardım ve gıdasını kolaylıkla sağlamak gibi lütuflara mazhar oldu.

4- Aç Kimsenin Yiyecek İstemesi:

Bu âyet-i kerîme'de yiyecek istenebileceğine ve acıkan kimsenin -cahil mutasallallahü aleyhi ve sellemvıfların aksine- açlığını giderecek miktardaki şeyleri istemesinin vacip olduğuna delil vardır. Çünkü "istifam" yemek yedirmeyi istemek demektir. Burada kasıt kendilerinin misafir edilmesini istemektir. Buna delil yüce Allah'ın:

"Fakat kendilerini misafir etmeyi kabul etmediler" âyetidir. İşte bundan dolayı o kasaba halkı yerilmeyi hak ettiler. Peygamberimiz'in (salât ve selam ona) kendilerini nitelendirdiği şekilde bayağılık ve cimrilik ile nitelendirilmeye lâyık görüldüler.

Bu âyet-i kerîme ile ilgili olarak Katade der ki: En kötü kasaba misafir kabul etmeyen, yolcunun hakkını vermeyen kasabadır.

Bundan da anlaşıldığına göre onları misafir edip ağırlamak, kasaba halkı için vacip idi. Hızır ve Mûsa (ikisine de selam olsun) kendileri için bir hak olan misafirliği istediler. Peygamberlere, faziletli kimselere ve evliyaya daha yakışan da budur. Ziyafete dair gerekli açıklamalar -yüce Allah'a hamd olsun ki- daha önce Hud Sûresi'nde (11/69-71. âyetlerin tefsiri 3. başlıkta) geçmiş bulunmaktadır.

Allah, Harirî'ye merhamet buyursun. Çünkü o bu âyet-i kerîme'yi hafife almış, edep sınırlarının dışına çıkmış, doğru olmayan ifadeler kullanmış ve ayağı kaymıştır. O bu âyet-i kerîme'yi dilenciliğe ve dilenirken de ısrar etmeye delil göstermiş, bunu yapanın da ayıplanmayacağını ve bunun bir eksiklik olmadığını belirtmiş ve şöyle demiştir:

"Eğer redd olunursan, reddolunmakta bir eksiklik yoktur,

Senin için; çünkü senden önce Mûsa da redd olundu, Hızır da."

Derim ki: Bu din ile oynamaktır. Peygamberlere gereken saygıyı göstermekten sıyrılmaktır. Bu edebî bir tekerleme ve bayağı bir yanılmadır. Allah, Selef-i Salih'e rahmet eylesin. Onlar üstün akıl sahibi herkese vasiyette bulunmakta oldukça üstün gayret göstermiş ve şöyle demişlerdir: Her ne ile oynarsan oyna, ama sakın dininle oynama.

5- "Cidar: Duvar" Kelimesi;

Yüce Allah'ın: " Bir duvar" âyeti ile söyleyişi aynı anlamdadır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) de: " Tâ ki su bahçenin etrafında yükselttiğin yerlere (duvar diplerine) ulaşıncaya kadar sulamaya devam et" Yakın lâfızlarla: Buhârî, Tefsir 4. sûre 12, Sulh 12, Müsâkaat 6-8; Müslim, Fedâil 129; Ebû. Dâvûd, Akdiye 31; Tirmizî, Ahkâm 26, Tefsir 4 sûre 13, İbn Mâce, Mukaddime 2; Wâî, Kudât 19, 27; Müsned, I, 166. diye buyurmuştur.

"Etrafında bir duvar yapılmış yer" demektir. Asıl anlamı yüksekliktir, "Ağaç yerden yükseldi" demektir. "el-Cuderî: Çiçek hastalığı" da buradan gelmektedir.

6- Kur’ân-ı Kerîm'de Mecaz:

Yüce Allah'ın:

"Yıkılmak isteyen (mealde yıkılmaya yüz tutmuş)" yıkılmaya yakın demektir. Bu bir mecaz ve kelimenin anlamını genişletmedir. Hadiste, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "meyletmiş, yan yatmış" diye açıklamıştır. İşte bu Kur'ân-ı Kerîm'de mecazın varlığına bir delil teşkil etmektedir. Cumhûr'un görüşü de budur. Konuşan ve canlı tarafından yerine getirilmesi uygun olan bütün fiiller eğer bir cansıza yahut bir hayvana nisbet edilecek olursa bu bir istiaredir. Yani bunların yerine bir insan olsaydı, bu fiili yerine getirecekti, Böyle bir anlatım üslûbu, Arapların konuşmalarında, şiirlerinde pek çoktur. Bunlardan birisi el-A'şâ'nın şu beyitidir

"Vazgeçer misiniz? Zalimlik edeni vazgeçiremez hiçbir şey,

Yağı da, fitilleri de karnın içine geçiren bir mızrak yarası gibi."

Burada görüldüğü gibi vazgeçirmeyi mızrak yarasına izafe etmiş bulunmaktadır.

Bir diğer şairin şu beyiti de bu kabildendir:

"Mızrak, Ebû Berâ'nın göğsüne saplanmak ister,

Ama Akîloğullarının kanından yüz çevirir,"

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Şüphesiz develer(in)le beni bir araya getiren bir zaman,

Elbetteki iyiliği dokunacak bir zamandır."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Kurak ve uzak bir yerde onların kafaları koparıldı,

Tıpkı çapaların yeri yarması gibi -kılıçların keskin taraflarına doğru gelmek istediklerinde-"

Burada şair kılıçların tepelerine inişini, çapaların yere saplanmasına benzetmektedir. Çapalar yere saplanır ve âdeta çıkmamacasına derine iner.

Hassan b. Sabit de der ki:

"Eğer adiliğin nesebi olsaydı o hiç şüphesiz çirkin yüzlü,

Sakiflilere mensub, bir gözü kör köle olurdu."

Antere de der ki:

"Göğsüne saplanan mızrak yaralarından (atım) yana meyletti,

Ve bana gözyaşları ile göğsündeki hırıltılarla şikâyet etti."

Sonra da bu manayı şu sözleriyle açıkladığını görüyoruz:

"Eğer karşılıklı konuşmanın ne olduğunu bilmiş olsaydı, şüphesiz şikâyet ederdi."

Bu kabilden sözler gerçeklen çoktur. İnsanların konuşma esnasında benim evim filanın evine bakar demeleri, Hadîs-i şerîfte geçen "ateş Rabbine şikâyette bulundu" Buhâri, Bed'ul-Halk 10, Mcvâkitu's-Salât 9; Tirmizî, Cehennem 9, İbn Mâce, Zühtl 38; Muvatta’', Vukıil 27, 2H; Müsned, II, 23«, 277. 462, 503 ifadesi de bu kabildendir.

Bazıları da Kur'ân'da mecaz olduğunu kabul etmezler. Ebû İshak el-İsferâyînî, Ebû Bekr Muhammed b. Davûd el-Asbaham ve başkaları bunlardandır. Çünkü yüce Allah'ın ve Rasûlünün sözlerini, fazilet ve din sahibi kimseler için hakikate hamledip, yorumlamak daha uygundur. Çünkü yüce Allah Kitabında haber verdiği üzere bize hakkı anlatır. Bu konuda getirdikleri delillerden birisi de şudur: Eğer yüce Allah bize mecazi ifadelerle hitap etse idi; -aynı şekside, Kur'ân-ı Kerîm'in mecazi ifadeler taşıyan bir kitap olmakla da nitelendirmesi gerekirdi. Hakikati bırakıp mecaza yönelmek, ifade etmekten acizliği gerektirir. Bu ise yüce Allah hakkında imkânsız bir şeydir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O gün onların 'dilleri, elleri ve ayakları yaptıkları herşeyi söyleyerek aleyhlerine şehadet edeceklerdir." (en-Nûr, 24/24);

"O gün de Biz cehenneme doldun mu? diye soracağız . O da: Daha var mı? diyecek." (Kâf, 50/30);

"O ateş onları uzaktan görünce onun büyük bir öfke ile çıkaracağı şiddetli uğultusunu işiteceklerdir." (el-Furkan, 25/12);

"O (ateş) yüz çeviren ve arkasına donen kimseyi çağırır." (el-Meâric, 70/17); "Ateş (cehennem) Rabbine şikâyette bulundu" Bir önceki nota bakiniz. "Ateş ile cennet birbirleriyle tartıştılar." Buhârî, Tefsir 50. sike 1; Müslim, Cennet 34-36; Tirmizî, Sıfatu'L-Cenne 22; Müsned, II, 276, 314, 450, III, 79. Bu ve benzeri ifadeler hakikattir. Bunları yarattp herşeyi konuşturan bunları da konuşturacaktır.

Müslim'in, Sahih'inde Enes (radıyallahü anh) yoluyla gelen hadise göre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: "Ağzına mühür vurulur, baldırına: Konuş denilir. Baldırı, eti, kemikleri konuşmaya başlar ve yaptıklarını söylerler. Bu şekilde kendi nefsinden şahitler getirilerek ileri sürebilecek bir mazeretinin bırakılmaması içindir. Bu (şekilde muamele görecek kişi) münafıktır. İşte, Allah'ın kendisine gazaplanacağı kimse de budur. " Müslim, Zühd 16

Bunlar âhirette olacaktır. Dünyaya gelince, Tirmizî de Ebû Said el-Hudrî'nin şöyle dediği rivâyet edilmektedir: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) buyurdu ki; "Nefsim elinde olana yemin olsun ki; yırtıcı hayvanlar insanlarla konuşmadıkça, kamçısının ucu ve ayakkabısının bağı kişi ile konuşarak, baldırı kendisinden sonra aile halkının neler yaptıklarını ona haber vermedikçe kıyâmet kopma -yacaktır." Ebû Îsa dedi ki: Bu hususta, Ebû Hüreyre'den de gelmiş bir rivâyet vardır ve bu hasen, garib bir hadistir. Tirmizî, Fiten 19, Müsned, 111, 84.

7- Hızır'ın Yıkılmaya Yüz Tutmuş Duvarı Düzeltmesi:

Yüce Allah'ın:

"O bu duvarı doğrultuverdi" âyeti ile ilgili olarak denildiğine göre duvarı yıktıktan sonra onu tekrar bina etmeye koyuldu. Bunun üzerine Mûsa (aleyhisselâm): "Dlleseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" dedi. Çünkü bu, ücrete hak kazandıran bir iştir.

Ebû Bekr el-Enbârî'nin İbn Abbâs'tan naklettiğine göre; Ebû Bekr, Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ı bu âyeti: "Orada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. (Hızır) onu yıktı, sonra onu yeniden bina etmeye koyuldu" diye okumuştur. Ebû Bekr (el-Enbârî) dedi ki: Eğer hadisin senedi sahih ise; bu Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın Kur'ân-ı Kerîm'i tefsiri kabilindendır. Bazı nakikiler de Kur'ân-ı Kerîm'in tefsiri olan ifadeleri bir yere yerleştirmişler ve bu böylelikle -bir takım kastî dil uzatanların söyledikleri gibi- Osman'ın Mushaf'ından, Kur'ân'dan eksilmiş bölümleri olarak nakledilmiştir.

Saîd b. Cübeyr der ki: Eliyle duvarı sıvazladı ve onu doğrultunca o da doğruluverdi, Sahth olan görüş ve peygamberlerin, hatta velilerin fiillerine daha çok benzeyen tavır bu olmalıdır.

Kimi haberlerde şöyle denilmektedir; Bu duvarın kalınlığı o dönemin arşını ile otuz arşın idi. Yeryüzündeki uzunluğu beşyüz arşın, eni elli arşın idi. Hızır (aleyhisselâm) eliyle onu düzeltti, o da düzeliverdi. Bunu da es-Sa'lebi "el-Arâis" adlı eserinde zikretmiştir.

Bunun üzerine Mûsa, Hızır'a: "Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" yani yiyeceğin bir yemek alırdın, dedi.

İşte bu, evliyanın kerametine bir delildir. Aynı şekilde bu hususta Hızır (aleyhisselâm)ın halleriyle ilgili olarak anlatılan bütün hususlar olağanüstü işlerdendir. El betteki bunları keramet kabul edişimiz, onun bir peygamber değil bir veli olduğunu kabul etmemiz halinde söz konusu olur.

Yüce Allah'ın:

"Ben bunları kendiliğimden yapmadım" (82. âyet) âyeti onun nebi olduğuna ve ona diğer peygamberlere vahyolunduğu gibi teklif ve ahkâm vahyedildiğine delil teşkil etmektedir. Şu kadar var ki o bir rasûl değildi. Doğruyu en iyi bilen Allah'tır.

8- Yıkılmaya Yüz Tutmuş Yerlerden Geçmek:

İnsana düşen yıkılmasından korkulan, yana doğru kaymış herhangi bir duvarın akında oturmamaktır. Aksine böyle bir yerden geçecek olursa çabucak geçmelidir, Çünkü, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın hadisinde şöyle buyurulmuştur: "Sizden herhangi bir kimse yıkılmaya yüz tutmuş bir tırbâlîn yanından geçecek olursa oradan hızlı yürüyüp geçsin." İbnu’l-Esîr, en-Nihâye, 111, 117.

Ebû Ubeyd el-Kâsım b. Sellâm der ki; Ebû Ubeyde şöyle derdi: Tırbâi manastıra ve yüksekçe binaya benzeyen, Acemlerin gözetleme yerlerini andıran benzer bir yerdir (kule) Cerir der ki:

"Zayıflıktan damarları görünen, onu kapıp istediği yere götürdü,

Sanki o bir tırbal üzerinde oturdu."

"es-Sıkah"da şöyle denilmektedir; Tırbâi, duvarın yüksekçe bölümü, dağın uçurum kenarlarındaki büyükçe kaya demektir. Şam bölgesinin tarabîlî (tırb'alîn çoğulu) oranın manastırları demektir. Küçük abdest bozarken belini yukarı doğru yükseltmesini anlatmak üzere de; denilir.

9- Evliyanın Kerametleri:

Sabit haberlerin ve mütevâtir âyetlerin delâleti üzere evliyanın kerametleri sabittir. Kerametleri ya inkarcı bir bidatçı yahut haktan sapmış bir fasıktan başkası inkâr etmez. Yüce Allah'ın -bundan önce geçtiği üzere- Meryem ile ilgili olarak haber vermiş olduğu yaz ayındaki kış meyveleri, kış ayında yaz meyvelerinin yanında bulunması, kendisinin emir vermesi üzere kurumuş olan hurma ağacının meyve verivermesi gibi -ki Meryem konu ile ilgili görüş ayrılıkları bulunmakla birlikte peygamber değildir.- Yine Hızır (aleyhisselâm) vasıtası ile meydana gelen geminin delinmesi, çocuğun öldürülmesi, duvarın onanlıp düzeltilmesi de kerametlere delildir.

Kimi ilim adamı der ki: Hızır hakkında peygamberdir demek câiz değildir. Çünkü ahad haberlere dayanarak birisinin peygamber olduğunu söylemek câiz değildir. Bilhassa te'vil edilme ihtimali olmayacak şekilde tevatür ile, ümmetin icma'ı ile, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın: "Benden sonra peygamber yoktur" Meselâ: Buhârî, Meğâzî 78; Tirmizî, Menâkıb 20; Müsned, I, 177, 179, 182, 184, III, 32, ÜS, VI, 369, 43». hadisi rivâyet edilmiş bulunmaktadır. Yüce Allah da:

"Ve peygamberlerin sonuncusudur" (el-Ahzab, 33/40) diye buyurmaktadır. Hızır ve İlyas ise bu keramet ile birlikte hayattadırlar. O bakımdan ikisinin de peygamber olmamaları gerekir. Çünkü peygamber olsalardı, bizim peygamberimizden sonra bir peygamber olması gerekirdi. Ancak Îsa aslın ondan sonra ineceğine dair hadislerde delilin ortada olması dolayısıyla o, bundan müstesnadır.

Derim ki: Hızır da -önceden geçtiği üzere- bir nebi idi. Bizim peygamberimizden sonra elbette bir nebi gelmeyecektir. Bu da ondan sonra hiçbir kimse nübüvvet İddiasında (doğru olarak) bulunmayacaktır, demektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

10- Veli, Veli Olduğunu Bilebilir mi?

Veli olan bir kimsenin kendisinin veli olup olmadığını bilmesinin mümkün olup olmadığı hususunda görüş ayrılığı vardır. Bir görüşe göre kendisinin veli olduğunu bilemez. Onun vasıtasıyla meydana gelecek olağanüstü olayları, korku ve dininde fitneye düşüp ayağının kayma ihtimali bulunan bir husus olarak değerlendirmesi gerekir. Çünkü bunun ayağını kaydıracak bir husus yahut onun için bir istidrâc olup olmadığından emin olamaz.

es-Serrî (es-Sakatî)den şöyle dediği nakledilmektedir: Bir kimse bir bahçeye girse, her bir ağacın tepesinden bir kuş gayet anlaşılır bir lisanla onunla konuşarak: Ey Allah'ın velisi selam olsun sana, dese bu işin ayağının kaydırılacağı bir husus olduğundan korkmayacak olursa, hiç şüphesiz bu husus sebebiyle onun ayağı kaymış olur. Çünkü kendisinin bir veli olduğunu bilecek olsaydı, korkmasına gerek kalmaz ve kendisini emniyette hissederdi. Halbuki velinin şartlarından birisi ise (ölüm halinde) meleklerin onun üzerine ineceği vakte kadar havf (korku) halini sürdürmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"... Melekler üzerlerine: Korkmayın, üzülmeyin ve size vaad olunan cennetle sevinin, diye inerler." (Fussilet, 41/30)

Diğer taraftan veli dünyadan saadet ile ayrılacağı takdir edilmiş olan kimsedir. Akıbetler ise örtülüdür. Hiçbir kimse ecelinin bu şekilde bitip bitmeyeceğini bilemez. İşte bundan dolayı Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem): "Ameller ancak hatimelerle (dünyadan son ayrılış haliyle)dir" Buhârî, Kader 5, Rikaak 33; Müsned, V, 335- diye buyurmuştur.

İkinci görüşe göre velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkündür. Nitekim, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)in veli olduğunu bilmesi mümkündür. O halde başkasının kendisinin Allah'ın velisi olduğunu bilmesinin mümkün olacağında görüş ayrılığı da yoktur. Bundan dolayı velinin kendisinin veli olduğunu bilmesi mümkün kabul edilmelidir.

Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ashabı arasından Aşere-i Mübeşşere'nin durumlarını haber vererek cennetliklerden olduklarını bildirmiştir. Ancak bu onların havf (korku)larını ortadan kaldırmamıştır. Aksine yüce Allah'ı daha bir ta'zim ediyorlar, daha çok korkuyorlar ve heybet duyuyorlardı. Aşere-i Mübeşşere için bu mümkün olduğuna, bunu bilmeleri de kendilerini havfın sınırlarının dışına çıkarmadığına göre başkaları da böyledir.

Şîblî şöyle derdi: Ben bu cihetin emanıyım. O vefat edip de defnedildikten sonra aynı gün Deylemliler, Dicle'yi aştılar, karşı tarafa geçtiler, Bağdat'ı istila ettiler. İnsanlar: Birisi Şiblî'nin ölümü, diğeri ise; Deylemlilerin Dicle'nin karşı kıyısına geçmeleri karşı karşıya kaldığımız iki musibettir, derlerdi.

Bunun bir istidrâc olma ihtimali vardır, denilemez. Çünkü böyle bir şey câiz olsa peygamberin kendisinin nebt olduğunu ve Allah'ın velisi olduğunu da bilmemesi mümkün kabul edilmelidir. Çünkü bu bir istidrâc olabilir. Böyle bir şey -mucizeleri iptal anlamına geleceğinden- câiz olmadığına göre bu da câiz (mümkün) değildir. Çünkü bunu kabul etmek kerametleri de iptai etmek olur. Bel'âm vasıtası ile kerametlerin ortaya çıkıp bundan sonra da -yüce Allah'ın:

"O da onlardan sıyrılıp, çıktı" (el-A'raf, 7/175) âyeti dolayısıyla dinden sıyrılmasına dair- gelen rivâyetlere gelince; bir defa bu âyet-i kerimede onun veli olduğu sonra da veliliğin ondan, sıyrılıp alındığına dair bir ifade yoktur. Onun keramete benzer şeyler gösterdiğine dair yapılan nakillere gelince, bunlar ahad haberlerdir. Kesin bilgi sahibi olmayı gerektiren ifadeler değildir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

Keramet ile mucize arasındaki farka gelince, kerametin şartlarından birisi gizii tutulmasıdır. Mucizenin şartlarından birisi ise açığa çıkarılmasıdır.

Bir görüşe göre keramet ortada bir iddia olmaksızın görülen haldir. Mucize ise peygamberlerin peygamberlik davası ile birlikte çıkan bir haldir. Onlardan peygamberliklerine dair delil istenir ve bunun akabinde mucize ortaya çıkar. Bu kitabımızın mukaddimesinde mucizenin şartlarına dair açıklamalar geçmiş bulunmaktadır. Hiçbir ortağı bulunmayan bir ve tek olan yüce Allah'a hamdu senalar olsun.

Kerametlerin sabit olduğuna delil teşkil edecek mahiyette varid olmuş hadislere gelince: Bunlardan birisi Buhârî'nin kaydettiği, Ebû Hüreyre'den gelen bir rivâyettir. Ebû Hüreyre dedi ki: Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem) on kişilik bir seriyye'yi (düşmanı) gözetlemek üzere gönderdi. Onların başlarınada Ömer b. el-Hattâb (radıyallahü anh)ın oğlu, Âsım'ın dedesi olan Âsım b. Sabit el-Ensarî'yi Âsım b. Sabit, Âsım b. Ömer in dayımıdır; dedesi değildir, (Hkz. İbn Hâcer. Fethu'l-Bârî, VII, 361) emir tayin etti. Usfân ile Mekke arasında bir yer olan el-Hed'e'ye kadar yol aldılar.

Orada bulundukları bir sırada Lihyânoğulları diye anılan Huzeyllilerden bir takım kimselere kendilerinden söz edildi. Lihyânoğulları hepsi de iyi ok atıcısı olan ikiyüz kişi dolaylarında bir süvari birliği ile üzerlerine gittiler, izlerini takip ettiler. Sonunda (seriyyedekilerin) Medine'den azık olarak beraberlerinde aldıkları, yedikleri hurma artıklarını buldukları bir yere kadar gittiler. Bunun üzerine: Bu Yesrib hurmasıdır, diyerek izlerini takip etmeye devam ettiler. Âsım ve beraberindekiler onları görünce Fedfed diye bilinen yüksekçe bir tepeye sığındılar. Gelen süvariler etraflarını kuşattı ve onlara; İnin, bize teslim olun. Sizden hiçbir kimseyi öldürmeyeceğimize dair söz ve teminat veriyoruz, yemin ediyoruz, dediler. Seriyyenin kumandanı Âsım b. Sabit dedi ki: Allah'a yemin ederim ki ben bugün bir kâfirin himayesine sığınarak buradan inmeyeceğim. Allah'ım sen bizim durumumuzu peygamberine haber ver. Lihyanoğullarından olan okçular, ok atmaya başladılar ve yedi ok ile Âsım'ı öldürdüler. Onlardan üç kişi söz ve ahidlerine güvenerek indiler. Bu üç, kişi ensardan olan Hubeyb, İbnu'd-Desinne ve bir başka kişi idi. Onları ellerine geçirdikten sonra yaylarının kirişlerini çözüp, onları bağladılar. Üçüncü kişi: İşte bu, verilen sözü bozan ilk harekettir. Allah'a yemin ederim, ben sizinle birlikte olmam. -Şehid edilenleri kastederek- Bunlar bana örnektir, dedi. Beraberlerinde götürmek üzere, onu çekip sürüklemek istedilerse de kabul etmedi ve sonunda onu da öldürdüler.

Hubeyb ve İbnu'd-Desinne'yi beraberlerinde götürdüler ve Bedir vakasından sonra bunları Mekke'de sattılar. Hubeyb'i, Haris b. Âmir b. Nevfel b. Abdimenafoğulları satın aldı. Bedir günü Haris b. Amir'i öldüren, Hubeyb idi. Hubeyb yanlarında esir kaldı.

Ubeydullah b. İyad'ın dediğine göre, Haris'in kızı kendisine şunu anlatmış: "Onu (öldürmek üzere) karar verdikleri için Haris'in kızından (etek) traşı olmak üzere bir ustura istedi, O da bu usturayı ona verdi. Farkında olmadığım bir sırada, onun yanına gitmiş bulunan oğlumu aldı. Kadın dedi ki: Ustura elinde bulunduğu halde oğlumu baldırının üstünde oturtmuş olduğunu gördüm. Öyle bir dehşete kapıldım ki korktuğumu Hubeyb de yüzümden anlamıştı. Onu öldüreceğimden mi korkuyorsun? Asla böyle bir şey yapacak değilim, dedi. Haris'in kızı der ki: Allah'a yemin ederim, Hubeyb'ten daha hayırlı hiçbir esir görmüş değilim. Allah'a yemin ederim, bir gün elinde bir üzüm salkımı bulunduğunu ve ondan yemekte olduğunu gördüm. Bu sırada kendisi zincirlere bağlı idi ve Mekke'de de meyva namına bir şey yoktu. Haris'in kızı derdi ki: Hiç şüphesiz o yüce Allah'ın Hubeyb'e gönderdiği bir rızıktı. Hubeyb'i öldürmek üzere onu Harem'in dışına çıkarttıkları vakit, Hubeyb onlara: Bırakın iki rek'at namaz kılayım, dedi. İki rek'at namaz kılmasına müsaade ettiler, Sonra dedi ki: Eğer benim ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız daha da kılardım.

Sonra şöyle dua etti: "Allah'ım onların hepsini tek tek tesbit etmişsindir. Onların herbirisini lâyık olduğu şekliyle arka arkaya öldür. Onlardan geriye kimseyi bırakma." Daha sonra da dedi ki:

"Müslüman olarak öldürüldükten sonra aldırış etmem,

Allah yolunda hangi yanıma düşüp öldüğüme.

Bu ölüm Allah için olmuşsa eğer, dilerse O;

Azaları parça parça edilmiş bir vücudun eklemlerini mübarek kılar."

Harisoğulları -sonra- onu öldürdüler.

Bu şekilde idam edilen herbir müslüman için iki rek'at namaz kılma sünnetini ilk başlatan Hubeyb oldu.

Yüce Allah öldürüldüğü günü Âsım'ın duasını kabul buyurdu. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) ve ashabına onların durumları ve karşı karşıya kaldıkları haller haber verildi.

Âsım'ın Öldürüldüğü kendilerine haber verilen Kureyş kâfirlerinden bazıları ona ait olduğunu bilecekleri vücudundan bir parça getirsinler diye bir takım şâhıslar gönderdiler. Çünkü Âsım, Bedir günü onların ileri gelenlerinden birisini öldürmüştü. Yüce Allah Âsım'ın üzerine âdeta bir gölge, bir bulut gibi eşek arısı sürüsü gönderdi ve arılar Kureyş'in gönderdikleri adamlara karşı Âsım'ı korudular, onun etinden bir parça kesme imkânını bulamadılar. Buhârî, Cihâd 170, Meğâzî, 10, 28; Müsned, II, 294, 3U.

İbn İshâk bu kıssa ile ilgili olarak der ki: Âsım b. Sabit öldürüldüğünde Kuzeyli iler, Sa'd b. Şubeydin kızı Sülâfe'ye salmak maksadıyla onun başını almak istediler. Çünkü Sülâfe'nin, Uhud'da iki oğlu öldürülünce; eğer onun başını eline geçirecek olursa kafatası ile şarap içeceğine dair adak adamıştı. Aneak gönderilen arılar onun kafasını almalarına imkan vermemişti.

Bu arılar onlara engel olunca kendi aralarında: Akşam oluncaya kadar ona ilişmeyin, dediler. Akşam olunca arılar yanından uzaklaşacak, biz de kafasını alırız. Daha sonra yüce Allah vadide bir sel baskını gönderdi, bu sel Âsım'ı alıp gitti. Âsım yüce Allah'a hiçbir müşrike el cleğdirmemek ve hayatta kaldığı sürece hiçbir müşrikin kendisine elinin dokunmasına imkân vermemek üzere söz vermişti. Yüce Allah da hayatında kabul etmediği bu işi vefatından suma da engelledi.

Resûlüllah (sallallahü aleyhi ve sellem)ın tek başına gözcü olarak gönderdiği Amr b. Ümeyye ed-DaınıTden şöyle dediği nakledilmektedir: Hubeyb'in idam edildiği dar ağacının yanına vardım, üzerine çıktım. Bununla birlikte çevredeki gözcülerden korkuyordum, hemen onu çözdüm, yere düştü. Sonra aşağı indim, bir süre bekledim. Ona doğru baktım, âdeta yer onu yutmuştu.

Bir başka rivâyette şöyle denilmektedir: Şu ana kadar biz Hubeyb'in cesedinin ne olduğunu bilmiyoruz. Bunu Beyhakî zikretmiştir.

11-Velilik Mal-Mülk Sahibi Olmaya Engel midir?

Veli olan bir kimsenin kendisi ile malını ve bakmakla yükümlü olduğu çoluk-çocuğunu koruyacağı şekilde mal-mülk sahibi olması kabul edilmeyecek bir şey değildir. Hem veli, hem de fazilet sahibi olmakla birlikte Ashab-ı Kiram'ın mallarının bulunmuş olması bize yeterlidir. Onlar başkalarına karşı delildir. Müslim'in, Sahih'indeki rivâyete göre Ebû Hüreyre, Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)dan şöyle buyurduğunu rivâyet etmektedir: "Bir adam geniş düzlük bir arazide bulunuyorken, bir bulut içerisinde: Filanın bahçesini sula! diye bir ses işitti. Bunun üzerine bu bulut o tarafa doğru çekildi ve sularını kara taşlık bir yere boşalttı. Oradaki su yataklarından birisi bu suyun tamamını içine aldı. Adam bu suyu takip etti. Elindeki çapası ile suyu bir tarafa doğru yönlendiren, bahçesinde dikilmiş bir adam gördü. Ey Allah'ın kulu, dedi, senin adın ne? Adam, bu soruyu soranın bulutta işitmiş olduğu sesin zikrettiği ismi vererek filandır, dedi. Sonra da soruyu sorana: "Ey Allah'ın kulu, benim adımı ne diye sordun" deyince, şu cevabı verdi: Ben şu suyu akıtan bulut içerisinde senin ismini zikrederek filanın bahçesini sula, diyen bir ses işittim. Sen bu bahçeyi (mahsulünü) ne yapıyorsun! Adam dedi ki: Madem böyle diyorsun, sana söyleyeyim. Ben bu bahçeden aldığım mahsule bakarım, üçte birini sadaka olarak veririm. Üçte birini ben ve geçindirmekle yükümlü olduğum çoluk-çocuğumla yeriz. Geri kalan üçte birini tekrar bu bahçeye (tohum olarak) geri iade ederim." Bir rivâyette de şöyle denilmektedir: "Üçte birini yoksullara, dilencilere ve yolculara ayırırım." Müslim, Zuhd 45, Müsned, II. 296

Derim ki: Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)ın şu hadisi buna aykırı değildir: "Sizler gelir getirecek mal-mülk, ticaret edinmeyiniz. O takdirde dünyaya meyledersiniz." Bu hadisi Tirmizî, İbn Mes'ûd'dan gelen rivâyet yoluyla kaydetmiş olup hakkında: Hasen bir hadistir, demiştiradıyallahü anh) Bu hadis, daha çok mal ile başkalarına karşı öğünmek, daha çok nimetlere gömülmek ve dünyanın süs ve güzellikleriyle daha çok yararlanmak isteyen kimseler hakkında yorumlanır. Çeşitli gelir kaynaklarını, dinini ve geçindirmekle yükümlü olduğu kimseleri korumak, geçim sağlamak maksadıyla edinen kimselere gelince; bu niyetle geçim kaynaklarına sahip olmak, en faziletli amellerdendir. Bu gibi mallar da en faziletli mallardandır. Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem)da şöyle buyurmuştur: "Salih olan mal, salih olan kişiye ne güzel de yakışır." el-Azm, es-Sirâci't-Munir Şerhu'l-Camii's-Sağir, III, 418 (.3) Müsned, IV, 197. 202.

İnsanlar, evliyanın kerametleri ile ilgili çokça söz söylemişlerdir. Bizim burada açıkladıklarımız yeterlidir. Doğru yolu izleme başarısını veren Allah'tır.

12- İcare Akdinin Hükmü:

Yüce Allah'ın:

"Dileseydin elbet buna karşılık bir ücret alırdın" âyetinde icare akdinin câiz olduğuna ve sahih oluşuna delil vardır. îcare ileride yüce Allah'ın izniyle el-Kasas Sûresi'nde (28/23-28. âyetler, 12. başlık ve devamında) da geleceği üzere peygamberlerin ve velilerin sünnetidir.

Cumhûr; Elbette... ücret alırdın" diye okurken Ebû Amr diye okumuştur. Bu da İbn Mes'ûd, el-Hasen ve Katâde'nin okuyuşudur. Her iki okuyuş aynı kökten gelen, aynı anlamda iki ayrı söyleyiştir. Bu da; "Tabi oldu, takva sahibi oldu" demeye benzer.

Bazı kıraat âlimleri "zel" harfini "te"ye idğam ederken, bazıları da idğam etmemişlerdir.

Ubey b. Ka'b'ın naklettiği hadiste; "Dileseydin, sana ücret vermelerini isteyebilirdin" denilmektedir,

Bu ifade Mûsa (aleyhisselâm) tarafından itiraz olsun diye değil, teklif suretinde bir soru şeklinde söylenmiştir. Bunun üzerine Hızır, ona: "Dedi ki: İşte bu" senin kendin için koşmuş olduğun şart gereğince "ayrılışimizdir." Onun "benimle senin" ifadelerini tekrarlayarak "ikimizin" demeyişi te'kid manasını ihtiva etsin diyedir. Sîbeveyh der ki: Nitekim, Allah benden ve senden kim yalanaysa onu rezil etsin, sözünün bizden kim yalancıysa... anlamında kullanılması da böyledir.

İbn Abbâs der ki: Gemide ve çocuk hakkında Mûsa'nın söyledikleri Allah içindi. Duvar ile ilgili olarak söylediği sözler ise bir kısım dünyalığa talip olmak maksadıyla kendisi içindi. İşte ayrılışın sebebi bu olmuştur.

Vehb b. Münebbih der ki: Bu duvarın yüksekliği altıyüz arşın idi.

77 ﴿