86

Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü. Onun yanında bir kavim buldu. Dedik ki: "Ey Zülkarneyn onları istersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede de bulunabilirsin."

"Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara çamurlu bir pınarda batıyor gördü" âyetinde geçen

"Kara çamurlu" kelimesini İbn Âsım, Âmir, Hamza ve el-Kisaî sıcak anlamında, diye okumuşlardır. Diğerleri ise "elif'siz ve hemzeli okumuşlardır. Yani dibe çöken kara çamuru bol demektir. "Kuyunun çamurunu çekip çıkardım" demektir. Buna karşılık; "ise kuyunun dibindeki kara çamur çoğaldı" demektir. Bununla birlikte Âsım ve diğerlerinin kıraatinin de hemzeli kıraatten gelmesi ve hemzenin tahfif edilerek "ya"ya kalb edilmiş olması da mümkündür. Bazen her iki kıraat bir arada açıklanarak: O pınar hem sıcak, hem de kara çamurlu idi, denilir.

Abdullah b. Amr dedi ki: "Peygamber (sallallahü aleyhi ve sellem) battığı vakit güneşe baktı ve şöyle dedi: "İşte, Allah'ın kızgın ateşi. Eğer Allah'ın emri onu alıkoymasaydı, yeryüzünde ne varsa hepsini yakardı." Müsned, II, 207 (az farkla).

İbn Abbâs dedi ki: Bunu bana Ubeyy, Resûlüllah kendisine okuttuğu şekilde: (..............) diye okuttu.

Muâviye de: O "elif" iledir, deyince Abdullah b. Amr b. el-As: Ben mü’minlerin emiri ile aynı kanaatteyim, deyince aralarında Ka'b'ı hakem tayin ederek: Ey Ka'b, Tevrat'ta sen bunu nasıl olduğunu görüyorsun, diye sordular. O: Benim gördüğüm kara bir pınarda battığı şeklindedir, diyerek İbn Abbâs'a uygun kanaat belirtti.

Şair -ki o Yemenli hükümdar Tubba'dır- dedi ki:

"Zülkarneyn benden önce müslümandı,

Bir hükümdardı. Hükümdarlar ona itaat eder, secde ederdi,

Doğulara ve batılara kadar ulaştı. Hikmeti sonsuz ve yol

Göstericinin emrinin yollarını arayarak.

Gördü, güneşin battığı vakitte batış yerinin,

Siyah birikmiş bir çamurlu pınarda battığını."

el-Kaffâl der ki: Kimi ilim adamı şöyle demiştir: Maksat güneşin kendisine ulaşıp temas edinceye kadar doğuş ve batış yerine ulaştığı değildir. Çünkü güneş yere yapışmaksızın arzın etrafında sema ile birlikte deveran eder ve yeryüzünde bilinmeyen bir yerdeki bir pınara sığmayacak kadar-, hatta güneş yeryüzünden kat kat daha büyüktür. Bundan maksat onun batı ve doğu taraflarından yeryüzünün ma'mur olduğu en uç noktalara kadar vardığıdır. İşte o vakit onun gözüne güneşin kara çamurlu bir suda battığı göründü. Nitekim bizler düzlük bir arazide güneşin yerin içine girdiğini görüyoruz. Bundan dolayı yüce Allah:

"Onu, güneşe karşı kendilerine hiçbir siper yapmadığımız bir kavmin üzerine doğduğunu gördü" diye buyurmaktadır. Bundan maksat ise güneşin doğuşu esnasında onlara çarptığını ve değdiğini anlatmak değildir. Aksine güneşin üzerine ilk doğduğu kimselerin durumunu anlatmak istemiştir.

el-Kutebî der ki: Bu pınarın denizin bir parçası olması da mümkündür. Güneşin bu pınarın arka tarafında yahut onunla beraber, ya da onun yakınında batması mümkündür. Böylelikle sıfat, o sıfata sahip olanın yerine ikame edilmiş olmaktadır. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır,

"Onun yanında da bir kavim buldu." Yani o pınarın yanında yahut o pınarın bittiği yerin yakınında bir kavim buldu, Bunlar Cabers halkı idi. Süryanice'de buna Cercîsâ denilir. Burada, geriye kalanları Salih (aleyhisselâm)a îman etmiş, Semûd neslinden bir kavim yaşamaktaydı. Bunu es-Süheylî nakletmiştir.

Vehb b. Münebbih dedi ki: Zülkarneyn, Rumlardan birisi olup, Rum yaşlı kadınlarından birisinin oğlu idi. Bu kadının ondan başka da çocuğu yoktu. İsmi, İskender'di. Ergenlik yaşına geldiğinde -salih bir kul idi- Yüce Allah ona: Ey Zülkarneyn dedi. Ben seni yeryüzü ümmetlerine göndereceğim. Bunların dilleri birbirinden farklıdır. Bu ümmetler yeryüzündeki bütün ümmetlerdir. Bunlar sınıf sınıftır. İki ümmetin arasında yeryüzünün bütün boylamı yer alır. İkisi arasında da yeryüzünün bütün enlemi bulunmaktadır. Kimileri de yeryüzünün ortasındadırlar. Cinler, insanlar, Ye'cuc ile Me'cuc bunlardandır. Yeryüzü boylamının aralarında bulunduğu iki ümmete gelince, bunların birisi güneşin batı tarafında olup Nâsîk diye anılır. Diğeri ise güneşin doğu tarafındadır. Buna da Mensik denilir. Yeryüzü enleminin aralarında bulunduğu iki ümmete gelince; bunların birisi yeryüzünün sağ yarısındadır ve bunlara Hâvîl denilir. Diğeri ise sol bölümünde olup, bunlara da Tâvîl denilir.

Zülkarneyn dedi ki: Ey ilahım. Sen, beni boyutlarını senden başka hiçbir kimsenin bilemediği büyük bir iş için seçtin. Bana bu ümmetlerle hangi güçle baş edeceğimi, hangi sabırla bunlara katlanacağımı, hangi dille bunlarla konuşacağımı haber verir misin? Ben yanımda hiçbir güç yokken onların dillerini nasıl anlayacağım? Yüce Allah şöyle buyurdu: Sana yüklemiş olduğum bu görevi başarı ile yerine getirmeni sağlayacağım. Kalbine bir genişlik vereceğim ve herbir şeyi anlayabileceksin. Kavrayışını sağlamlaştıracağım, herşeyi kavrayabileceksin. Sana bir heybet vereceğim, hiçbir şeyden de korkmayacaksın. Aydınlığı ve karanlığı emrine vereceğim, ikisi senin askerlerinden bir asker olacak. Aydınlık senin önünde yol gösterecek, karanlık arkandan seni koruyacak.

Kendisine bu sözler söylenince, kendisine uyanlarla birlikte yola koyuldu. Güneşin battığı yerin yakınında bulunan ümmete doğru yürüdü. Çünkü ümmetler arasında ona en yakın o idi. Bu ümmetin de ismi Nâsik'di. Orada sayısını Allah'tan başka kimsenin bilmediği pek büyük kalabalıklar, Allah'tan başkasının güç yetiremeyeceği pek büyük çapta güç ve kuvvet buldu. Oldukça değişik diller ve değişik inanışlarla karşılaştı. O da onların çokluklarına karşı karanlıkla çıktı. Onların etraflarına her taraftan onları kuşatacak kadar karanlık askerlerinden üç askeri çevrelerine yerleştirdi, Nihayet bu karanlık onları tek bir yerde topladı. Daha sonra aydınlıkla onların üzerine girdi. Kendilerini yüce Allah'a ve O'na ibadete davet etti. Kimisi ona îman etti, kimisi kâfir oldu ve onun önünde engel teşkil etti. Yüz çevirenler üzerine karanlığı saldı, dört bir yandan onları kapladı. Bu karanlık ağızlarından, burunlarından, gözlerinden girdi. Evlerine girdi, herbir taraftan onları kuşattı. Şaşırıp kaldılar, dalgalar halinde birbirlerine girdiler. Helâk olmaktan korkmaya başladılar. Hep bir ağızdan: Biz îman ettik, diye bağrıştılar. Bu sefer üzerlerindeki karanlığı açtı ve kılıç zoruyla onları eline geçirdi, davetini kabul ettiler. Batıdaki bu insanlardan pek büyük toplulukları asker etti ve hepsini tek bir ordu haline getirdi. Sonra da onları kumandası altına alarak yola koyuldu. Arkalarından karanlık onları ileri doğru götürüyor ve arkasından (gelecek tehlikelere karşı) onu koruyordu. Aydınlık ise önlerinden gidip ona yol gösteriyordu.

Yeryüzünün sağ tarafında bulunan Havil denilen ümmete ulaşmak üzere yeryüzünün sağ tarafından yol alıyordu. Yüce Allah onun elini, kalbini, aklını ve görme duyusunu musahhar kıldı. Bir iş yaptı mı yanlışlık yapmıyordu. Büyükçe bir nehire yahut bir denize varacak olurlarsa ayakkabı parçaları gibi küçük tahta parçalarından gemiler yapar ve kısa bir süre içerisinde bunları bir araya getirirdi. Bu gemilerin bitiminden sonra beraberinde bulunan bütün ümmetleri bunlara doldururdu. Denizleri, nehirleri aştıktan sonra bu parçaları birbirinden çözer ve herbir kişiye bir tahta parçası verirdi. Böylelikle bunu taşımaktan yorulmazdı.

Nihayet, Havil denilen ümmetin butunduğu yere geldi. Bunlara da Nâsik denilen ümmete yaptığını yaptı. Onlar da îman ettiler. Onların işini bitirdikten ve askerlerini beraberine aldıktan sonra yeryüzünün diğer tarafına gitmek üzere yola koyuldu. Nihayet güneşin doğuş yeri yakınındaki Mensik'e ulaştı. Bunlara da aynı şeyleri yaptı ve ilkine yaptığı şekilde bunlardan da ordular aldı. Daha sonra Tâvil üzerine gitmek üzere yeryüzünün sol tarafına doğru yola koyuldu. Bu ümmet Hâvil'in karşı tarafında bulunan ümmetti ve bu iki ümmet arasında yeryüzünün enlemi bulunuyordu. Bunlara da öncekilere yaptığını yaptı. Daha sonra yeryüzünün ortalarında bulunan cinlerden, insanlardan, Ye'cuc ve Me'cuc'tan oluşan ümmetlerin üzerine yöneldi.

Doğu tarafında Türklerin diyarının sol noktasına bitişik yere kadar geldiğinde, insanlardan salih olan bir ümmet ona şöyle dedi: Ey Zülkarneyn şu iki dağın arasında sayılamayacak kadar pek çok Allah'ın yarattığı bir takım varlıklar vardır. Bunlar insanlara benzemezler, bunlar hayvanları andırıyorlar. Otları yerler, yırtıcı hayvanların yaptığı gibi çeşitli canlıları ve evcil olmayan hayvanları avlarlar, Yılan, akrep, kertenkele ve yüce Allah'ın yeryüzünde canlı olarak yaratmış olduğu her türlü haşeratı yerler. Bir yıl içerisinde yüce Allah'ın yarattığı hiçbir varlık onlar kadar artıp çoğalmaz. Eğer durum böylece devam edecek olursa, yeryüzünü dolduracaklar ve orada bulunanları sürecekler. Biz sana belli bir gelir vermenin karşılığında bizimle onlar arasında bir set yapar mısın? diye bu sözün geri kalan kısımlarını da nakletti. İleride Ye'cuc, Me'cuc ve onlardan bir tür olan Türklerin niteliklerine dair yeterli açıklamalar gelecektir.

"Dedik ki: Ey Zülkarneyn" el-Kuşeyrî Ebû Nâsr der ki: Eğer Zülkarneyn bir peygamber idiyse bu bir vahiydir, eğer peygamber değil ise o takdirde bu, yüce Allah tarafından ona gelmiş bir ilhamdır.

“Onları İstersen azaplandırabilirsin yahut onlara güzel muamelede bulunabilirsin." İbrahim b. es-Serrî der ki: Yüce Allah, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem)ı

"Eğer sana gelirlerse aralarında ister hükmet, ister anlardan yüz çevir" (el-Mâide, 5/42) vb. buyruklarda muhayyer bıraktığı gibi onu da bu iki husustan birisini işlemekte muhayyer bırakmıştır.

Ebû İshâk ez-Zeccâc der ki: Bu âyetin anlamı şu ki: Yüce Allah bu iki hükümden birisini seçmekte onu serbest bırakmıştır.

en-Nahhas der ki: Ancak Ali b. Süleyman onun bu görüşünü reddetmiştir. Çünkü, Zülkarneyn'in peygamber olduğu sahih olarak sabit değildir ki bu şekilde hitab etmesi söz konusu olsun. O yüce Rabbi hakkında:

86 ﴿