76

Gerçekte Karun Mûsa'nın kavminden idi. Fakat onlara karsı azgınlık etti. Biz ona öyle hazineler vermiştik ki onların anahtarları dahi güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi. Hani kavmi ona şöyle demişti: "Şımarma, çünkü Allah şımaranları sevmez."

"Gerçekte Karun, Mûsa'nın kavminden idi" âyetinden önce yüce Allah:

"Size verilen herşey dünya hayatının bir geçimliği ve bir süsüdür." (el-Kasas, 28/60) diye buyurmuştu. Şimdi de Karun'a bu geçimlik ve bu süsün verilmiş olduğu, onun bunlara aldandığı, bunların Fir'avun'u Allah'ın azabından korumadığı gibi Karun'u da korumadığını açıklamaktadır. Siz ey müşrikler, sayınız da, malınız da Karun ve Fir'avun'dan fazla değildir. Fir'avun'a askerlerinin ve mallarının faydası olmadı, Karun'a da Mûsa'ya akrabalığının da, hazinelerinin de bir faydası olmadı.

en-Nehaî, Katade ve başkaları dediler ki: Karun, Mûsa'nın öz amcasının oğlu idi. Karun'un geriye doğru nesebi şöyle idi; Karun b. Yeshur, b. Kahes, b. Lavî, b. Ya'kub. Mûsa da ibn İmrân b. Kahes idi.

İbn İshak dedi ki; O anne baba bir Mûsa'nın amcası idi. Teyzesinin oğlu olduğu da söylenmiştir. Karun ismi ucme (Arapça olmayan bir isim) ve marife olduğundan ötürü munsarıf değildir. Arapça olmayıp faul vezninde olan kelimelerin başına elif lâm gelmesi, güzel olmuyorsa, marife halinde munsarıf olmaz, nekre halinde munsarıf olur. Şayet başına elif lâm'ın gelmesi güzel olursa, eğer tavus ve râkûd gibi müzekker isim ise munsarıf olur. ez-Zeccâc dedi ki: Şayet, Karun "O şeyi ona eş kıldım" tabirinden geliyor olsaydı, munsarıf olması gerekirdi.

"Fakat onlara karşı azgınlık etti." Onun azgınlığı, elbisesini bir karış uzun yapması idi. Bu açıklamayı Şehr b. Havşeb yapmıştır. Hadiste de şöyle buyurulmaktadır: "Yüce Allah azgınlık ederek, elbisesini sürükleyene (radıyallahü anhhmet nazarı ile) bakmaz." Buhârî, V, 2181; Tirmizî, IV, 223; Ebû Dâvûd, IV, 59; İbn Mâce, II, 1181, 1182; Müsned, II, 42, 55, 60...

Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı yüce Allah'ı inkâr ederek kâfir olmasıdır. Bu açıklamayı ed-Dahhâk yapmıştır. Azgınlığının mal ve evlâdının çokluğu sebebiyle onları hafife alıp küçümsemesi olduğu da söylenmiştir ki; bu da Katade'nin görüşüdür. Bir diğer görüşe göre onun azgınlığı, yüce Allah'ın kendisine vermiş olduğu hazineleri bilgi ve bu husustaki becerisi dolayısıyla kendi kendisine nisbet etmesi idi. Bunu da İbn Bahr söylemiştir.

Azgınlığının; "Eğer peygamberlik Mûsa'ya, kurban kesme yeri ve kurban da Harun'a ait ise, peki ya benîm neyim var?" demesi olduğu da söylenmiştir.

Rivâyet olunduğuna göre Mûsa, İsrailoğullarıyla birlikte denizi aşıp risalet Mûsa'ya, habr'lık (alimlik) Harun'a ait bir görev olunca, Harun kurbanı sunup onların arasında başkanlık konumuna yükselince -ki kurban Mûsa'ya ait bir görev idi, Mûsa onu kardeşine vermişti- Karun bu işten içten içe rahatsız oldu ve her ikisini de kıskandı. Mûsa'ya: Bütün isler sizin elinizde benim ise hiçbir şeyim yok. Ben ne zamana kadar sabredeceğim? dedi. Mûsa: Bu Allah'ın takdiridir deyince, Karun dedi ki; Allah'a yemin ederim bir mucize getirmediğin sürece seni tasdik etmeyeceğim. Bunun üzerine İsrailoğullarının başkanlarının herbirisine asasını getirmesini emretti. Bunları bir demet yapıp üzerinde vahyin nazil olduğu çadıra koydu. Bekçiler, geceleyin bu asaları koruyorlardı. Sabah olduğunda Harun'un asasının hareket edip yapraklarının yeşermiş olduğunu görüverdiler. Harun'a ait olan sopa badem ağacından idi. Karun: Bu iş, yapmış olduğun sihirden daha da şaşırtıcı bir şey değildir, dedi. Buna göre "onlara karşı azgınlık etti" âyetinde dile getirilen "bağy: azgınlık" zulmün kendisi demektir,

Yahya b. Sellam ile İbnu’l-Müseyyeb dedi ki: Karun zengin birisi idi. İsrailoğulları üzerinde Fir'avun adına memurluk yapıyordu. Onlara, onlardan birisi olduğu halde haksızlık etti ve zulmetti.

Yedinci bir görüş de şöyledir: İbn Abbâs'tan şöyle dediği rivâyet edilmiştir: Yüce Allah zina eden kimsenin recmedilmesini emredince, Karun fahişe bir kadına giderek ona bir miktar mal verdi ve Mûsa'nın kendisi ile zina ettiğine ve kendisini hamile bıraktığına dair iddiada bulunmasını sağladı. Bu iş Mûsa'ya çok ağır geldi ve İsrailoğulları için denizi yaran, Tevrat'ı Mûsa'ya indiren Allah adına mutlaka doğru söyleyeceğine dair ona yemin ettirdi. Yüce Allah kadının yardımına yetişerek: Şehadet ederim ki sen suçsuzsun. Karun bana bir miktar mal verdi ve bu iddiada bulunmak için beni zorladı. Şüphesiz doğru söyleyen sensin, yalan söyleyen de Karun'dur, dedi. Bunun üzerine yüce Allah Karun'un işini Mûsa'ya havale etti. Yeryüzüne de Mûsa'ya itaat etmesi İçin emir verdi. Karun, Mûsa'nın yanına geldiğinde o yeryüzüne; Ey arz onu al, ey arz onu al, diyordu. Arz da parça parça onu içine alıyor. Karun ise; Ey Mûsa! diye imdat istiyordu. Nihayet o, evi ve onun yolundan giden, onunla beraber oturup kalkanların hepsi yerin dibine geçti.

Yine rivâyete göre yüce Allah Mûsa'ya; Kullarım senden yardım istediler. Sen onlara merhamet etmedin. Ancak Bana dua etselerdi, şüphesiz Beni yakın ve duaları kabul edici olduğumu göreceklerdi, dedi.

İbn Cüreyc dedi ki: Bize ulaştığına göre onlar her gün bir adam boyu kadar yerin dibine geçiyorlar. Kıyâmet gününe kadar da yerin en aşağısına ulaşmayacaklardır. İbn Ebi'd-Dünya da "Kitabu'l-Faraç" adlı eserde şunu zikretmektedir: Bana İbrahim b. Râşid anlattı, dedi ki: Bize Dâvûd b. Mehran anlattı: Dâvûd, el-Velid b. Müslim'den, o Mervan b. Cünah'tan, o Yûnus b. Meysere b. Halbes'den dedi ki: Karun denizin karanlıklarında Yûnus ile karşılaştı. Bunun üzerine Karun, Yûnus'a şöyle seslendi: Ey Yûnus, Allah'a tevbe et. Şüphesiz ki atacağın ve böylelikle kendisine döneceğin İlk adımında O'nu bulacaksın. Bunun üzerine Yûnus ona: Peki seni tevbe etmekten alıkoyan ne oldu? dedi. Şu cevabı verdi: Benim tevbemin kabulü yetkisi amcamın oğluna havale edilmişti, o da benim tevbemi kabul etmedi. Haberde nakledildiğine göre Karun yedinci arzın dibine ulaşacak olursa, İsrafil de Sûr'a üfürecektir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

es-Süddî dedi ki: Bu fahişe kadının ismi Seberka idi. Karun ona ikibin dir hem vermişti, Katade dedi ki: Karun, Mûsa ile birlikte denizi geçmişti. Tevrat'ta suretinin güzelliğinden dolayı "el-münevver" diye adlandırılıyordu. Fakat Samiri münafıklık ettiği gibi o Allah'ın düşmanı da münafıklık etti.

"Biz ona öyle hazineler vermiştik ki..." Atâ dedi ki: O, Yusuf (aleyhisselâm)'ın hazinelerinin bir çoğunu bulmuştu. el-Velid b. Mervan ise: O kimya ilmi ile uğraşırdı, demiştir.

"Onların anahtarları" âyetinde; onun ismi ve haberi; nın sılası içerisindedir. Bu da "vermiştik"in mef'ûlüdür. en-Nehhâs dedi ki: Ben Ali b. Süleyman'ı şöyle derken dinledim: Kûfelilerin sılalar ile ilgili söyledikleri ne kadar çirkindir. Çünkü; ile benzerlerinin sılası ile kendilerinde amel ettiklerinin olması câiz değildir. Kur'ân-ı Kerîm'de de "onların anahtarları" âyeti vardır. "Anahtarlar (anlamındaki mefâtîh)"in tekili esreli olarak; ...diye gelir. Bu da kendisi ile açılan, açma aleti (anahtar) demektir. Tekili diye kullanan, çoğulunu da; diye getirir. Bunların "hazineler" olduğunu söyleyenlerin görüşüne göre de tekili üstün olarak; ...diye gelir.

"...güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi." Bu hususta yapılmış en güzel açıklama şudur: Bu anahtarlar güçlü kuvvetli kimseleri bile ağır olduklarından dolayı -yana doğru meyi ettirirdi. Âyet; "Güçlü kuvvetlileri (ağırlığından ötürü) meyi ettirirdi" şeklinde olmakla birlikte, "te" harfi üstün okununca bu sefer (fiilin mef'ûlü olan "güçlü kuvvetli kimseler" anlamındaki) ismin başına "be" gelmiştir. Nitekim: "O meşakkati giderir" denildiği gibi (aynı anlamda); da denilebilir. Dolayısıyla burada âyet "Güç sahibi bir topluluğa ağır gelirdi" denilmiştir. Bu durumda güç sahibi olan topluluk, ağır olduklarından zorlanarak onları kaldırıyordu, denmiş olur. Bu da bizim; Bizimle kalk ya da: kalkalım" dememize benzer. Zorlukla kalktı, kalkar, zorlukla kalkmak" denilir. Şair şöyle demektedir:

"Arkası dolayısıyla (ağır geldiğinden) zor kalkar ve kalkışında yan yatar,

Yakınından yavaş yürüdü mü de şaşkına çevirir."

Bir başka şair de şöyle demektedir:

"Aldım, fakat malik olamadım; eğildim, fakat kalkamadım,

Sanki ben zaman uzayıp gittiğinden dolayı zincire vurulmuş gibiyim."

Bana ağır geldi" demektir. Açıklama İbn Zeyd'den nakledilmiştir. Ebû Ubeyde dedi ki: Allah'ın Güç sahibi bir topluluğa ağır gellrdî" âyeti kalbedilmiş bir ifadedir ve; "Güç sahibi topluluk onu zor kaldırırdı" anlamındadır. Ebû Zeyd dedi ki: "Yükü kaldırdım" denilir. Şair de şöyle demiştir:

"Biz, bizden sonra gelen birini (halef) bulduk, ne kötü bir haleftir ki;

O yükü kaldırdı mı duran bir köledir."

Birinci açıklama İbn Abbâs, Ebû Salih ve es-Süddî'nin görüşlerinin anlamını ifade eder. el-Ferrâ''nın görüşü de budur, en-Nehhâs da onu tercih etmiştir. Bu da; "onu götürdüm" anlamında; ile denilmesi, "onu getirdim" anlamında da; ile demeye benzer. İşte "onu kaldırdım" anlamında; demek de böyledir,

Arapların: Onun benim yanımda, onu üzecek ve ona ağır gelecek sözler vardır" ifadelerine gelince, bu ifadelerde itba' (sonraki kelimenin bir öncekine uydurulması) söz konusudur. Aslında; demek gerekirdi. Bunun bir benzeri de; Yemek bana afiyet verdi" ile; "İlgili ilgisiz herşey onu yakaladı (hatırına geldi)" demek gibidir. Bir görüşe göre bu kelime uzaklık anlamındaki; den alınmıştır. Şâirin şu beyitinde de bu anlamdadır:

"Onlar bizden uzaklaşıyorlar amma uzaklaşmıyor sevgileri bizden,

Nerede olurlarsa olsunlar kalb(imiz) onların tutsağıdır."

Budeyl b. Meysere bu lâfzı "ya" harfi İle; diye okumuştur. "O, güçlü kuvvetli topluluktan birisine ağır gelir" yahut da "anılan..." demek olur ki; bu da manaya hamledilerek böyle gelmiştir. Ebû Ubeyde dedî ki: Ru'be b. el-Accâc'a:

"Onda siyahlıktan ve siyah beyazlıktan çizgiler vardır,

Sanki o, derideki baras hastalığının beyazlığı gibidir."

diye söylediği beyiti hakkında şunları dedim: Eğer çizgileri kastetmişsen; eğer siyahlığı ve siyah ve beyaz çizgileri kastediyorsan; (.......) demen gerekirdi. O: Ben bunların hepsini kastetmiştim, diye cevap verdi.

"Biri diğerinin gücüne güç katan topluluk" demek olan "el - us be" hakkında onbir görüş vardır:

1- Üç adam demektir. Bu İbn Abbâs'ın görüşüdür.

2- Yine ondan gelen rivâyete göre üçten ona kadardır.

3- Mücahid dedi ki; Burada usbe yirmiden, yirmi beş kişiye kadardır.

4- Yine ondan gelen rivâyete göre ondan onbeşe kadardır.

5- Ondan gelen bir başka rivâyete göre beş ile on arasıdır. Birinci rivâyeti es-Sa'lebî, ikincisini el-Kuşeyrî ile el-Maverdî, üçüncüsünü el-Mehdevî zikretmiştir.

6- Ebû Salih, el-Hakem b. Uteybe, Katade ve ed-Dahhak kırk adamdır, demişlerdir.

7- es-Süddî'ye göre on ile kırk arasıdır. Yine Katade de böyle demiştir.

8- İkrime dedi ki: Kimisi kırk, kimisi yetmiş adamdır demiştir. Bu aynı zamanda Ebû Salih'in görüşüdür. O, usbe yetmiş adamdır demiştir. Bunu da el-Maverdî zikretmiştir. Birincisini de ondan es-Sa'lebî nakletmektedir,

9- Altmış adam da denilmiştir. Saîd b. Cübeyr de altı veya yedi kişidir, der.

10- Abdurrahman b. Zeyd: Üç ile dokuz arasıdır demiştir ki, nefer de bu demektir.

el-Kelbî dedi ki: Yûsuf’un kardeşlerinin;

"Biz güçlü bir topluluk (usbe) olduğumuz halde" (Yusuf, 12/8) sözleri dolayısıyla on kişidir. Mukâtil de böyle demiştir.

Hayseme dedi ki: Ben İncil'de şunu gördüm: Karun'un hazinelerinin anahtarları alınları ve ayakları beyaz akmış katır yükü idi. Ağır olduklarından dolayı bu bineklere ağır gelirdi. Bu anahtarların hiçbirisi de bir parmaktan daha büyük değildi. Bu anahtarların herbirisi bir hazine mal içindi. Eğer o hazine Basra ahalisine paylaştırılacak olsaydı, onlara yeterli gelirdi.

Mücahid dedi ki: Anahtarlar deve derisinden idi. Hafif olmaları için inek derisinden yapıldıkları da söylenmiştir. Bineğine binecek olursa, bu anahtarlar onunla birlikte -el-Kugeyrî'nin naklettiğine göre- yetmiş katıra yükletilirdi. Kırk katıra yükletildiği de söylenmiştir. Bu da ed-Dahhak'ın görüşüdür. Yine ondan gelen rivâyete göre anahtarlarından kasıt kaplarıdır. Ebû Salih de böyle demiştir: Anahtarlardan kasıt hazinelerdir. Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.

"Hani kavmi" yani es-Süddî'nin dediğine göre İsrailoğullarından îman edenler

"ona şöyle demişti..." Yahya b. Sellâm dedi ki: Burada kavminden kasıt, Mûsa (aleyhisselâm)'dır. el-Ferrâ' da şöyle demiştir: Bu çoğul isim olmakla birlikte tek kişi kastedilmiştir. Yüce Allah'ın:

"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine... dediler" (Âl-i İmrân, 3/173) âyeti gibidir. Burada önceden de geçtiği gibi diyen kişi sadece Nuaym b. Mes'ûd'dur.

"Şımarma!" Azgınlaşma!

"Çünkü Allah şımaranları" azgınlaşanları

"sevmez." Bu açıklamayı Mücahid ve es-Süddî yapmıştır. Şair de şöyle demiştir:

"Zaman beni sevindirecek olursa, şımaran birisi değilim,

Zamanın dönüp duran musibetleri karşısında da zaafa düşen birisi değilim."

ez-Zeccâc dedi ki: Sen malın dolayısıyla şımarma! Çünkü mal dolayısıyla şımaran bir kimse o maldaki hakkı ödemez. Mübeşşir b. Abdullah da şöyle demiştir: Şımarma! Bozulursun. Şair de şöyle demiştir:

"Eğer sen hiç durmadan bir emaneti eda ederken

Diğerini yüklenirsen, (bu sefer) o emanetler seni şımartır."

İfsad eder, demektir,

Ebû Amr: (Bu kelime) "ağır borç altına girdi" demektir deyip az önce zikrettiğimiz beyiti zikretti. Yine; "Onu sevindirdi" anlamındadır. O halde bu fiil müşterek (birden çok anlam hakkında ortak olarak kullanılan) bir fiildir.

ez-Zeccâc dedi ki; "Şımaranlar, sevinenler" ile aynı anlama gelir. Ancak el-Ferrâ' bu ikisi arasında ayırım gözeterek şöyle demiştir: "Şımarıklık halinde olanlar" yani halen şımarıklık edenler demektir. ise "gelecekte şımaracaklar" anlamındadır, O ayrıca; "Tamah eden" ile "Tamah edecek olan" "Ölü" ile "Ölecek olan" lâfızlarının da bu kabilden olduğunu iddia etmiştir. Ancak yüce Allah'ın şu âyeti onun söylediğinin hilafına delil teşkil eder: "Muhakkak sen de öleceksin, hiç şüphesiz onlar da öleceklerdir." Burada görüldüğü gibi; diye buyurulmamıştır.

Mücahid de şöyle demiştir: "Şımarma" yanı azgınlaşma "çünkü Allah şımaranları sevmez." İbn Bahr dedi ki: Cimrilik etme, çünkü Allah cimrilik edenleri sevmez, demektir.

76 ﴿